Birkaç gün önce (19 Ağustos, Pazartesi günü) New York Times’da bir makale gördüm. Yazan kişinin adı Ruchir Sharma. Gazete “katkıda bulunan yazar” olduğunu söylemiş. Ayrıca, Morgan Stanley Yatırım Yönetimi’nde “Global Stratejist” olduğu bilgisini vermiş. Yazının başlığı “Büyümeye Elveda Diyelim” diye çevrilebilir. “Büyüme” benim de derdim olduğu için hemen okudum.
Yazar, son yıllarda büyümenin seyrinden söz ediyormuş. 2008 krizini bir “ayraç” olarak alıyor, o zamana kadar, özellikle de Asya ülkelerinin eriştiği büyüme rakamlarına kimsenin erişmediğini, hatta yaklaşmadığını söylüyor. Dünyanın belli başlı ekonomilerinden hiçbiri, 2008 öncesindeki büyüme oranını yakalayamamış.Makalede buna benzer çeşitli rakama dayalı gözlemler var. Yazarın bu duruma hayıflandığı sonucu çıkarılabilir: “Ne yapsak da 2008-öncesi büyüme rakamlarına yetişsek?” Söylenen bu ise bu benim duygularıma uygun değil. Ben, çünkü, “büyüme” denen nesneden korkan azınlık içinde biriyim. Büyüme, öncelikle, doğanın talanı anlamına geliyor. Örneğin şu günlerde Türkiye’nin bazı bölgelerinde birtakım yatırım girişimlerinin tartışması yapılmakta. Falan yerde altın madeni çalışmalarını başlatmak, diyelim. Böyle bir olaya “büyüme” penceresinden bakan biri, diyelim bir iktisatçı, “Şu kadar istihdam”, “Bu kadar artan ekonomik faaliyet” ve benzeri verilerle bize durumu anlatacaktır. Aynı olaya sözgelişi ekoloji penceresinden bakan bir başkası ise kaç ağaç kesildiğini, ne kadar toprağın zehirlenerek işe yaramaz hale geldiğini v.b. gösterecektir.
Buyurun, seçin.
“İlle de altın!” diyen, bence, giderilmesi çok güç bir tahribatın çığırtkanlığını yapıyor. Ama biliyorum ki o çığırtkanlığı yapan birileri her zaman bulunacak ve her zaman kendilerini dinleyen birilerini de bulacak. Nitekim şimdi de varlar ve “millet”in elinin altındaki serveti kullanma hakkından, buna benzer şeylerden söz ediyorlar. Bugünün sorunu ama aynı zamanda yakın geleceğin sorunu; gitgide, dünyanın bir numaralı tartışma konusu olmaya doğru gidiyor. Gidiyor da, aynı zamanda tartışılacak nesne ortadan kalkıyor. Gecikiyoruz.
Başta andığım makaleye döneyim. Okurken, “Büyüme durdu! Ne yapacağız?” diyen bir makale olduğu izlenimi verirken, sona geldiğimizde, yazarın durumdan o kadar da şikayetçi olmadığını görüyoruz. Diyor ki, en gerilerde kalmış ülkeler için büyüme hızının %5 dolayında olması makuldür. Orta-gelir düzeyindeki ülkelerde (bununla Çin gibi ülkeleri kasdettiğini söylüyor) %3 ile 4 arasında bir oran biçiyor. Amerika, Almanya, Japonya gibi en gelişkin ekonomilere de %1 ya da 2 dolayında bir oranı uygun buluyor.
“Ekonomik başarı”nın ne olduğunu yeniden tanımlamaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Evet, şu anda aklımızda “büyüme” dışında fazla bir ölçüt yok. Başka ölçüt aramıyoruz; olabileceğine de pek inanmıyoruz zaten: liberal aydınların boş fantazileri var ya. Bu da onlardan biri. Ruchir Sharma’ya göre ise bu “yeniden tanımlama” gerekli. Ne için? “Yavaş büyüme” konusundaki “akıldışı kaygılar”dan kurtulmak için. Bu da, dünyayı daha “sakin bir yer” yapacaktır.
Evet, “büyüme” denen olay karşısında daha “sakin” ve daha kapsamlı bir tavır, yani büyümenin nelere mal olabileceğini hesaba katan bir bakış. Bunun “kazanç/kayıp” bilançosunu doğru kurmak. Bunlar şart.
Ama yeterli mi?
Bence değil. Bunun yanında bir de öteden beri “sosyal adalet” terimiyle anlattığımız olay sözkonusu. “Sosyal adalet” kavramını daha çok aynı ülke içinde alt ve üst gelir dilimleri arasında bir denge kurma anlamında kullanırız. Bu gene çok önemli. Hiçbir zaman “Tamam, oldu artık” dedirtecek bir denge oluşturamamıştık; ama yıllardır hayatımızı biçimlendiren şu “neo-liberalizm” hegemonyası altında gelir eşitsizliği fantastik ölçülerde büyüdü.
Yani, evet, ekonomisi gelişkin ya da değil, bu eşitsizliği törpülemek gerekiyor; ama aynı zamanda ülkeler arasındaki eşitsizliği de törpülemek gerekiyor. Bu zaten “büyüme”yi bir fetişizm haline getirmemize yol açan etkenlerden biri: “Niye onun serveti şuralarda zirve yaparken ben buralarda sürünmek zorundayım?”
Yani, ne demek istiyorum? Şimdiye kadar kelimeyi kullanmadım, telaffuz etmedim ama sözünü ettiğim şeyin adı var: sosyalizm.
Ve tabii, “tek ülkede” değil artık. Ama “zorla” da değil; “proletarya diktatörlüğü” yöntemiyle de değil. Geçmişten örneklerini bildiğimiz birçok şeyle de değil.
Ne olmaması gerektiği konusunda çok şey söyleyebiliriz. Ne olması gerektiği konusunda da öyle. Büyük zorluk, “nasıl” sorusu devreye girince çıkıyor. Sağ popülizmin ve her türlü sağ ideolojinin böylesine güçlendiği dünyada mı sosyalizm? “Fabianism” mi yapacağız? Zenginleri mi ikna edeceğiz, “sosyalizm iyidir” diye? Bizim dayandığımız “kitleler” var mı, olacak mı? “Devrimci” bir proletarya var mı dünyada? Proletarya yoksa kim var?
Bilmiyorum. Fakat bunları yeniden tartışma zamanının geldiğini hissediyorum. “Sosyalizm ya da Barbarlık” sözü söylendi, bu adda dergi de yayımlandı. Ama bunun bu kadar geçerli olduğu bir zaman bulunmadığını düşünüyorum.