Müjde! Yeni bir sorunumuz, yeni bir ayrışma imkanımız oldu: hangi anneler bizim annelerimiz? Hangi anneleri seviyoruz?
Uzun süre “anne” denince “Cumartesi Anneleri”ni bildik. Tayyip Erdoğan bile onlarla görüştü, dertlerine derman olmak için bir şeyler yapılacağını söyledi. Bir şey, tabii, yapılmadı. Ama bu yeni, “Diyarbakır Anneleri” çıkınca, Erdoğan öncekiler hakkında da küçümseyici bir şeyler söylemeden edemedi. Böylece, onun cenahı, hangi annelerin sevilmesi gerektiği konusunda sağlam bir talimat almış oldu.
23 Haziran seçimi kendine göre bir “milat” sayılabilir. Muhalefetin umutlarını artırdı, yeni bir enerji verdi v.b. Ama iktidar cephesinde de etkili oldu. İki (karşıt) hareket başlattı orada. Biri “yeni parti” arayışına kapı açması oldu. Öbürü ise, “sadık” kanadın “agresyon” dozunu artırması oldu.
Bu “agresyon”un bir yarısı, geçen gün yazdığım gibi, İmamoğlu’nu karalamaya gidiyor. Ama bir yarısı da HDP’nin payına düşüyor. “Anneler” sorunu öncelikle bu ikinci kısmın konusu.
Bu ülkede basın ne zaman, bir olayın derinine nesnel bir şekilde inmek ve nesnel bir gerçekliği açığa çıkarmak üzere tartışma açtı? Ben böyle bir şey hatırlamıyorum. Her zaman amaç “öteki taraf”ın açığını bulmak, onu köşeye sıkıştırmak, bir “gol atmak”tı. Gene aynı noktadayız. HDP önünde oturmanın anlamı, çocukları HDP’nin PKK’ya gönderdiğini kanıtlamak. Bir cenahtaysan buna inanacak, bunu söyleyeceksin. Bir cenahın yazarı olarak, bu annelerin insani acısı üstüne edebiyat yapacaksın; ama seni gerçekte ilgilendiren, HDP’nin PKK’ya asker devşirdiği havasını yaratmak olacak.
PKK Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı silahlı saldırıları seksenlerde başlatmıştı. O zamandan bu zamana kaç kişi “PKK militanı” olarak öldürüldü, benim bilmeme imkan yok. Bu kadar insanı HDP mi (ya da ondan önceki legal Kürt örgütleri mi) PKK’ya götürmüştü? Ölen bu kadar insana rağmen PKK’ya katılımın sonu gelmedi. Bu çatışmalarda yer alan insanlar zorla ya da hileyle dağa kaçırılmış kişiler miydi?
Propaganda yapan, işin kendi mahiyeti gereği, abartıdan, çok zaman da çarpıtma yapmaktan kendini sakınamaz. Daha da kötüsü, zaman içinde, yaptığı propagandaya kendi inanmaya başlamasıdır. O duruma gelince doğal olarak gerçeklikle ilişkisi kopar.
Bu noktaya gelince HDP’li milletvekili Leyla Güven’in sözleri de buraya bağlanıyor. Leyla Güven, “Bu koşullar devam ettikçe PKK’ya gidip katılanlar da olacaktır,” demiş. Bunun için de bir kıyamet kopuyor. Peki, ya ne olacaktı? Şimdiye kadar olan neydi? “Koşul” kelimesinin karşılığı bu. Belirli koşullar ayakta kaldıkça aynı sonuçlar alınır. Tayyip Erdoğan “Ana dil filan, unutun böyle şeyleri” diyor. Koşul bu. İktidar yazıyor: “Yüce Türk Milleti'ne sığının” diyor! İşte koşul. 1983’te de koşullar bunlardı. İktidar cenahının “Kürt” denir denmez aldığı tavır ve kullandığı ağız herhangi bir Kürd’e “Ben neredeyim?” dedirtecek cinsten: yoğun bir aşağılama ve öfke! Bütün bunlar, bizimle birlikte yaşamaya ikna etmek için. Anlaşılır gibi değil.
Aslında birlikte yaşamayı mümkün ve istenilir kılan etkenler var. Onun için de bütün olanlara (önce “askeri vesayet” kurumlarının, şimdi de AKP organlarının tavırlarına) rağmen halklar birbirlerine düşman değil. Ama bu edebiyat, Türkler’e “Kürtler düşmanınızdır” propagandası yapmak anlamına geliyor. Yani, vereceği sonuç ancak bu olabilir.
Her şey iyiydi, değişmesi gereken koşullar yoktu. . . Öyleyse niçin Tayyip Erdoğan “Bu işi barışla çözmeliyiz” deyip “yeni sayfa” açma gereği duydu? Niçin önceki tavırları eleştirdi? Ve bu arada ne olursa olsun bu politikadan dönmeyeceğine teminat verdi?
Kürtler çukur kazdılar. . . Onun için mi bu noktaya geldik? “Çukur kazın” diyenler Bayık’lar, Karayılan’lar, yani dağda olup da PKK’yı yönetenler değil mi? Yoksa onlar bunu düşünmedi de Demirtaş mı “İlle çukur isterim” dedi? Çukur kazdıran bu kötü adamlar “Barış süreci” denilen günlerde de vardı, buna rağmen “barış” denilebiliyordu. Ne değişti?
Dönüş, Haziran seçiminde oldu. “Barış dedik, oy kaybettik. İktidarı sıkı tutmak için gerilim gerek. Rejimi gitgide daha otoriter yapabilmek için de gerilim gerek. Gerilimin en kolay çıkarılacağı —ve en rahat destek alacağı— nokta Kürt meselesidir. Üstelik o adam ‘Seni Seçtirmeyeceğiz’ diye meydan okumuştu. Onun da dersini vermek gerek”. . . “Barış süreci”ni çöpe attıran Haziran-Kasım arası “mülahazalar” böyle mülahazalar olmasın.
Diyarbakır’da yaratılan hava elbette iktidarın HDP’ye duyduğu nefretin yansıması. Ancak ben HDP’nin kendisinden talep edilen şeyi yapmasının ona zarar vereceği kanısında değilim. Bunun bir sonuç vereceği kanısında da değilim ama HDP örgüte örgütten ayrılmak isteyenleri serbest bırakması yolunda çağrıda bulunabilir. Tabii iktidar HDP’nin bu gençleri elinden tutup getirmesi gerektiğini söyleyecektir — kendisi dağa götürdüğüne göre. Ama iktidarın bu tür propagandası nasıl olsa olacak.
Türkiye’de Kürt sorunu gerçekten demokratik koşullarda tartışılamıyor. Kürtler sıkıştırıldıkları yerde çok rahat etmeseler de, gidecekleri yer yok. Birçok Kürt PKK’yı benimsemiyor, ama bu koşullarda bunu yüksek sesle söylemeyi de bir mertlik olarak görmüyor. Bu koşullarda HDP gibi bir partide, militan olarak ya da seçmen ya da sempatizan olarak bulunan kişiler arasında da homojen bir birlik olması beklenemez ve zaten yoktur. Bu, serbest alan açılmadıkça olmayacaktır.
PKK’yı sevmiyoruz, baştan sona yanlış buluyoruz. Eyvallah. O halde, içerdiği bütün karmaşaya karşı HDP’yi muhatap alacağız. Şu anda iktidarın yapmaya hazırlanır göründüğü şekilde HDP’yi susturmak Kürt sorununu yeniden PKK’nın kucağına teslim etmek demektir. Bu, iktidara çok aykırı gelecek bir siyaset olmayabilir, çünkü iktidar öncelikle legal siyaset alanında yapabileceklerinden ötürü HDP’ye düşman. İstanbul seçiminde görüldüğü gibi, kendisine oy kazandıracağını düşündüğünde, PKK imiş, Öcalan’mış aldırmadan, kendi söylediklerine ters düşen şeyler de yapabiliyor.
Erdoğan, kendi iktidarı için yararlı gördüğü her şeyin ülkenin geleceği için de yararlı olduğuna sahiden inanıyor olabilir. Birçok politikacı böyle görme eğilimindedir. Tehlikeli olan onun buna inanması değil, çevresinin buna inanmasıdır.