Modern dünyada ölümün hayatın dışına ötelenmesi, hatırlatılmaması hususunda Thomas Mann da tıpkı Ernst Bloch gibi düşünür: Mann’a göre, ölümün daha önceden sahip olduğu bazı “hüzünlü”, “dinsel” ve “ruhsal” çizgiler siliniyor, ölüm etrafında yığılmış anlamlar ve değerler bulanıklaşıyordur. Sözgelimi cenaze merasimlerinde yapılan tüm o saygılı ve ağırdan alınan davranışların, “çiçeklerin” ve “palmiye yapraklarının” cenneti temsil eden “huzurunun” yerinde yeller esiyordur:
Siyasal iktidar ölümü olduğu kadar onun işaretlerini de, bedensel manada güçten düşmeyi, yıpranmayı, demek pazarda değer kaybını çağrıştıran ihtiyarlık hallerini, iyiden iyiye fetişleştirilmiş bir sağlık arzusunun karşıtı olarak hastalıkları, mekânsal bir fazlalık olarak mezarlıkları hayatın ücralarına, ama her durumda ticaretle içli dışlı hastane koridorlarına, bakımevlerine ötelerken, akıl da başka hesaplarla düşüp kalkmalıdır...“Amaç, ne güzel ne de hüzünlü olan, tersine ölümün bayağı bedenselliğiyle uygunsuz denebilecek yönünün üzerine cila çekip insanların bunu unutmasını sağlamak ya da en azından akıllarına gelmesini önlemektir.”[1]
Kolektif ya da bireysel: insanların sadece kendi ölümlerini değil, kategorik olarak ölüm mefhumunu unutmalarını sağlamak, akıllarına gelmesini önlemek, burada işleyen bir siyaset söz konusudur. Bu siyaset, özü itibariyle ölüme saygıya hücum eder. Yaşama yönelik türlü saygısızlıklar ölüme yönelik saygısızlıklardan beslenir. Öte yandan, unutturma siyaseti de tek yönlü bir işleyişe sahip değildir, burjuva dünyanın kaideleri unuttururken hatırlatma yoluna da gider, zira ölüm esasında olanca ağırlığı ile orada, yaşamın yanı başında duruyordur hep. Bununla birlikte, ölüm özellikle de faşist estetikte ve siyasette olduğu üzere yalnızca unutturulmaz, kışkırtılır, hatırlatılır, yüceltilir, daha doğrusu seyirlik hale de getirilir: Parçalanmış, postallar altında çiğnen cesetler, siyaseten amaçlanan bir yaşam imgesi adına gücü ve zaferi garanti altına alır.
Bu minvalde, İspanya İç Savaşı’na damgasını vuran faşist sloganlardan biri: “İspanya Yaşasın Ölüm!”[2] Bu soğuk ama hayli kararlı ve düzenli sloganın ardında işleyen sistematik bir akıl vardır: tıpkı sermaye gibi ölümü de çoğaltmak, yeniden üretmek, sürekli hale getirmek, hayatın kanını bir vampir gibi daha iştahla emmek adına ölümü bütün kutsallıklarından, inceliklerinden, hüzünlerinden arındıran, kâra dönüştüren bir akıldır bu. Ucuza giden ölümler ucuza yaşanmış hayatların olgusal kanıtıdır. İspanyol faşistlerinin bir başka ilginç sloganı daha bulunmaktadır ölümle ilgili: “Zekâya Ölüm!”[3] Ne çok ölüm! Yaşamı, yaratıcılığı, emeği, zekâyı ölümle, ölümün donukluğuyla taçlandıran faşist estetik ve siyaset yaşama yönelik nefretin ve saygısızlığın şahikasıdır.
Bu katı nefretin hareketleri toplumsal yaşamın maddi ilişkilerinde, bu ilişkilerle bağlantılı siyasal dinamiklerde aranmalı. Şilili faşist general Pinochet olanca açıklığıyla “demokrasi arada sırada kanla yıkanmalıdır” diyordu. Burada çarpıcı olan “kan” (ölüm) ve “demokrasi” arasındaki ilişkiden ziyade “yıkama” eyleminin “arada sırada” vuku bulmasıdır: demokrasiyi kanla yıkamak, ama her zaman değil “arada sırada” yıkamak, demek sermaye yapısal krizlere sürüklendiğinde, siyaset kurumu bu krizlerle “normal yollardan” baş edemediğinde, kendi hukukunu askıya aldığında, ya da Lenin’in bir vakitler “yönetenlerin yönetemez hale geldikleri” duruma işaret ettiği anlarda, yahut da entelektüel albenisi yüksek Carl Schmitt’in “egemen olağanüstü hale karar verendir” formülünde bahsedilen “istisna hali” zuhur ettiğinde... Arada sırada... Ama demokrasi ve kan diyalektiğinde “arada sırada” meselesi de tartışmaya açıktır, nitekim Walter Benjamin’in “ezilenlerin geleneğine” atıfla “faşizm istisna değil, kuraldır” yönündeki radikal çıkışı tartışmanın düzlemini ve kodlarını tersyüz etmekle kalmaz, “arada sırada”nın esasında “daimi” olduğunu da vurgular.
Bu durumda genel anlamda sağın ve özelde totaliter-faşist zihniyetin siyaset tasavvuru, bu tasavvurun köklü yakıtlarından olan ölüm algısı sanılanın aksine ortadan kalkmamıştır: “Yaşasın ölüm” kepazeliği şurada burada boy gösteren kafasız-zekâsız dazlaklarda, o dazlaklardan niteliksel farkı olmayan siyasetçilerin söylemlerinde, türlü bahanelerle işgal edilen topraklarda, bilgisayar oyunu misali cami katliamları işleyenlerin pis sırıtışlarında, bu sırıtışlara ortak olanlarda, dillerinde ayetlerle kiliselere, pazar yerlerine dalan bombalı araçlarda, etnik boğazlaşmalarda, linç kitlelerinde, yahut daha incelikli liberal söylemlerde serpintileri, yeni sürüm kıyafetleri, hortlakları, nostaljik özlemleri, zihniyet kalıntıları, jestleri ve mimikleri ile sözüm ona faşizm sonrası “normalleşme süreçlerinde” de varlığını sürdürmektedir...
Gelgelelim ölüme gösterilen modern hürmetsizliği sadece faşist estetikle ve siyasetle sınırlamak onu daraltmak demektir. Ölüm bahsinde, Freud’un Birinci Dünya Savaşı sırasında yayımlanan bir yazısında çok daha genel ve tüm medeniyet sathına yayılmış bir “nezaket” kaybı sorunsallaştırılır. Ernst Bloch’un “haysiyetsizlik”, Thomas Mann’ın “saygısızlık” kavramları altında tartıştıkları meseleyi Freud nezaketsizlik, tam ifadesiyle “etik incelik” yitimi kavramı altında tartışır. Freud’a göre, modern medeni dünyada ölüme yönelik “geleneksek” tutumlarda bir kopuş yahut dönüşüm değil, bir “bozulma” süreci yaşanmaktadır. Freud’a bakılırsa, “vahşiler”de yahut “ilkeller”de olan bir “batıl inanç” güya medeni-rasyonel toplumlarda ve bireylerde yok edilmiştir:
“Bir miktar etik incelik” kaybı: buradaki bir miktar kayıp bile modern dünyadaki vahşetin daha önceki dönemlerin vahşetini katbekat aştığını gözler önüne serer. Batıl inançlara galebe çalmış modern dünyada cinai eylemler hiçbir surette “vicdan azabı” ile gölgelenmemektedir. Ulusal, dini yahut etnik “çıkarlar”ın tartışılmazlığı kefaret ödemeyi gereksiz kıldığı gibi öldürme eylemlerini ve bunların biçimlerini de ahlaken meşrulaştırır. Öldürülenlerin bedenleriyle birlikte ruhları da yok edilmiştir edilmiştir sanki. “Kan suçu”, hatta kanın kendisi bile eskilerde kalmıştır. Cinai eylemlerin failleri ister devlet aygıtının mevcut söylemine ister dini bir referans noktasına dayanarak olsun; öldürme işlemlerini bir üst söyleme havale ederek gönül rahatlığıyla köylerine, karılarına ve çocuklarına, domates biber ektikleri güneydeki kasabalarına dönmekte, üstelik boş durmayıp dokunaklı savaş anıları da kaleme almaktalar...
“Vahşi -Avusturalyalı, Buşman, Ateş Toprakları insanı- iflah olmaz bir cani değildir hiçbir şekilde; zafer elde etmiş olarak savaş yolundan döndüğünde, uzun süren ve zahmetli yöntemlerle savaştaki cinai eylemlerinin kefaretini ödemeden ne köyüne girebilmekte ne de karısına el sürebilmektedir. Bunun nedeni onun batıl inancıdır hiç kuşkusuz, vahşi insan öldürülenlerin ruh intikamından korkmaktadır hâlâ. Oysa öldürülmüş düşmanların ruhları kan suçunun beraberinde getirdiği vicdan azabından başka bir şey değildir; bu batıl inancın arkasında biz kültür insanlarının yitirmiş olduğu bir miktar etik incelik gizlidir.”[4]
[1] Thomas Mann, Büyülü Dağ, Cilt 1, çev. İris Kantemir, İstanbul: Can Yayınları, 2017, s. 41.
[2] Birikim Haftalık’taki diğer yazılara istinaden yolladığı şahsi bir notunda, ölümün ölüm olarak faşist siyasetteki işlevine ve yerine (“İspanya Yaşasın Ölüm!” sloganını da hatırlatarak) dikkatimi çeken Orhan Koçak’a teşekkür ederim. “Ölümün tamamlanmış hayat” olduğunu, hayatınsa tamamlanmamış, bu nedenle de “denetlenemez” olduğunu, hayatın bu denetlenemez niteliğinden ötürü de faşist ve baskıcı iktidarları çileden çıkardığını söyleyen Koçak’ın faşist ideoloji meselesini bu yazı dizisinin sonraki parçalarında daha ayrıntılı tartışmak niyetindeyim. Ölümün siyasal yelpazedeki anlamlandırılma ve kullanım tarzları tartışılırken elbette bir ideoloji olarak komünizm de eleştirel sahaya dahil edilmeli. Bu yazı dizisinin bu yönde bir niyeti de var: 20. yüzyılın devrimci-komünist söylem ve pratiklerinde ölüm nasıl anlamlandırılmıştır? Ama böylesi bir tartışma faslında, artık kabak tadı veren, çürük çarık liberal-akademik tutumlarda sıkça yapıldığı üzere faşizm ve komünizmi birbirinin ikizi gibi değerlendirme kolaylığına, ucuz yollardan “benzerlik” avına çıkma hamlelerine prim vermeden yol almak da eleştirel çabanın boyunun borcudur...
[3] İspanya bağlamında faşist söylem ve pratiklerin ölümle ve hayatla kurduğu ilişkinin tartışıldığı bir yazı için bkz. Selahattin Yıldırım’ın Lorca’nın Yerma adlı oyununa yazdığı “Sunuş” yazısı, F. G. Lorca, Yerma, çev. Selahattin Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.
[4] Sigmund Freud, Savaşın ve Ölümün Güncelliği, çev. Çağlar Tanyeri, İstanbul: Telos Yayınları, 2016, s. 48.