Türkiye’nin sorunu çok; sorunsuz ülke yok dünyada ama bizim kadar sorunlusunu bulmak da kolay değil. Bunların bir kısmı “yeni” denecek sorunlar, son yirmi yılın, AKP iktidarının ürünü olanlar — ekonomik, politik ya da ideolojik. Bir kısmının kökü geçmişte: Ermeni sorunu gibi. Ama “kökü” geçmişte olsa da dalları, yaprakları hâlâ burada, çünkü zamanında çözülmesi için gerekli şeyler yapılmamış. Bugün için ve yakın gelecek için en canalıcı sorun “Kürt sorunu”dur desem herhalde kimse itiraz etmez. “Canalıcı” diye bir sıfat kullandım. Bu, bir “mecaz” falan değil: yıllardır, neredeyse her gün, can alıyor. Her anlamda bir sürekli “kanama”.
Bu sorunun çözümü “silahlı” bir yönteme dayandırılamaz. PKK ya da benzeri bir örgüt Türk Silahlı Kuvvetleri’ni teslim alamaz. Ama Türkiye’de iktidar da silahlı ya da silahsız Kürt direnişini durduramaz. İki taraf arasında bir sorun varsa, çözümü de, iki tarafın üstünde anlaştığı ve benimsediği bir çözüm olmalıdır — bir tarafın “çözüm” diye empoze ettiği bir formül değil. Bir tarafın gücü yetmiyorsa, böyle bir formüle “peki” diyebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanlar “peki” demişlerdi. Ama bu duruma razı oldukları anlamına gelmiyordu. ”Peki” demekten nasıl vazgeçtiklerini biliyoruz.Cumhuriyet boyunca PKK’ya varıncaya kadar kaç Kürt isyanı çıktı? Bunun cevabı Kürtler’in “peki” demelerinin pek kolay olmadığını herhalde gösteriyordur. Ancak, bu öyle bir sorun ki, tarafları hoşnut edecek çözümün bir türlü gerçekleşmemesi, herhangi bir zamanda bir çözüm bulunmasını da güçleştiriyor. Çünkü özellikle mağdur olan Kürt kesiminde “birlikte yaşama” iradesini kemiriyor ve aşındırıyor.
Şu günlerde bu sorunun en olumsuz evresini yaşadığımızı düşünüyorum, Çünkü betimlemeye çalıştığım, tarafları birlikte hoşnut edecek çözüm imkânının eşiğine bu iktidarda gelmiştik. Bütün eksiğine gediğine rağmen o günlerin “barışçı çözüm”, “barış süreci” iyimser bir hava estirmiş, umut yaratmıştı. Umudun bizzat yaratan eliyle ortadan kaldırılması, şüphesiz, hayal kırıklığını büyüttü, güvensizliği kat kat büyüttü. O zamandan bugüne olanlar ise kelimelerle anlatılır gibi değil.
Bunun tek-taraflı bir siyasi dönüş olduğu kanısında değilim. “Hendek politikası” diye bir olgu var ve bu olguyu görmezden gelerek ne olduğunu anlamak mümkün değil. Tam olarak neydi bu siyaset, neyi hedefliyordu? PKK’nın TC devletine karşı dayatması mıydı yoksa Kürt direniş hareketinin kimin önderliği altında yürüyeceği çekişmesi miydi (ya da ikisi bir arada)? Ama girişim olmayacak talepler içeriyordu ve işleri yokuşa sürmeyi amaçladığı da belliydi.
Tayyip Erdoğan’ın dünya görüşü, bu sorunda gerçek bir barışma ve anlaşma (Kürtler’le) kurmasına çok yatkın değil. Girilen Haziran seçiminde uğradığı oy kaybını da “Barış süreci” edebiyatının asıl kendi zemini saydığı kesimleri tedirgin ettiğine inandı (muhtemelen haklıydı da). Artan gerilim atmosferinin iktidara daha sağlam tutunmasını sağlayacağını da sezinliyordu (ve zaten böylesi mizacına daha uygundu). Dolayısıyla siyaseti değiştirdi.
Bunu iktidarını güven altına almak için yaptığından fazla şüphem yok, başkalarının da farklı düşündüğünü sanmıyorum. Ancak bu “hendek politikası” Erdoğan’ın yaptığı dönüşü meşrulaştırdı. Böylece Kemalist milliyetçilerle barışma (ne kadar olabilirse) ve MHP ile yakınlaşma imkânı da doğdu.
Bu noktada Erdoğan’ın sertleşmesini PKK ve silahlı Kürt hareketiyle sınırlı tutmayıp asıl savletini HDP’ye yönelttiğini görüyoruz. Bunun nedeni açık: HDP, Erdoğan’ı desteklemiyor. Yani doğrudan doğruya Erdoğan’ın iktidar stratejisiyle ilgili bir konu.
HDP’nin bilmecemsi bir tarafı yok mu? Var. Bu yalnız HDP değil, bu gailenin başından beri kurulagelmiş “Kürt” partilerinin özelliği. PKK’nın büyük ölçüde belirleyici olduğu bir siyasi ortamda “sivil siyaset” yapmak üzere kuruluyorlar ve PKK’yı eleştirmek gibi bir işlev üstlenmek istemiyorlar. Sürecin daha erken aşamalarında “siyasi örgüt”ün PKK’nın sivil uzantısı olduğu izlenimi daha belirgindi ve bu partiler kendileri de bu görünümden rahatsız değillerdi.
Zaman geçtikçe, koşullar bir ölçüde değiştikçe, biri kapatıldıkça yenisi kurulan bu örgütler daha fazla özerklik kazanmaya başladılar. Parlamentoya girmenin yolu olduğunu görmek bu özerkliğe güç kattı.
Canalıcı bir tartışmaya bu yazıda girmek istemiyorum: Kürt taleplerini başından beri PKK gibi bir silahlı örgüt değil de bir “Sivil Haklar” hareketinin üstlenmesi sorunun çözümünü kolaylaştırır mıydı? Bence öyle olurdu ama tarih bu yoldan yürümedi. Böyle bir yola yönelmesini PKK eylemleri belirledi ama PKK’nın kendisini de büyük ölçüde TC devlet politikası belirledi. Bunları geri alma imkânı olmadığı gibi “olmamış gibi yapmak” da mümkün değil.
Yani sonuçta PKK var, onun yanısıra bir dizi Kürt siyasi partisi kuruldu ve bunların sonuncusu da HDP. Önceki bütün Kürt partilerinde olduğu gibi HDP’de de PKK’yı Kürt siyasetinin asıl sahibi kabul edenler var; ancak HDP böyle düşünmeyenlerin şimdiye kadar en güçlü olduğu Kürt partisi.
Bu demektir ki, Kürt sorununun silahsız bir zeminde çözümünü (en azından “seyri”ni) isteyen bir partinin HDP’ye destek vermesi gerekir. Olmakta olan bu mu? Hayır, tam tersi. AKP ve Reis’i bütün güçleriyle HDP’ye yükleniyor, silmeye çalışıyorlar. Son günler bu olayın haberleriyle dolu geçtiği için bütün bu kayyumlardan, tutuklamalardan yeniden söz etmeme, döküm vermeme gerek yok. Bunun amacı ve varacağı yer de belli: Kürt siyasi hareketini parlamentodan ve sivil siyaset alanından silmek. Yani, uzun lafın kısası, Kürtler’e “Sizi konuşturmayacağız” diyoruz. “Parti marti açtırmayacağız. Bizim onaylamadığımız kişileri belediye başkanı falan niyetine seçmenize izin vermeyeceğiz. Şimdi oturun, bizimle barışın.”
Ve bu, yukarıda da söylediğim gibi, Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalma politikasının gereği olarak yapılıyor.
Buraya kadar HDP’ye iktidar açısından baktım: iktidarın görmesi gereken ama görmeyi reddettiği Kürt siyasi partisi olarak. Ancak HDP’ye kendi gözümle baktığımda bundan daha fazlasını görüyorum. “Görüyorum” demek belki çok doğru değil çünkü aslında “görünür” bir şeyden çok bir potansiyelden söz ediyorum.
Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devletin topraklarında yaşayan Kürt halkı bu devletin ve onun egemen çevrelerinin demokratik olmayı benimsemesinin önündeki başlıca engel. Bu sorunu medeni ölçüler içinde çözmeyi kabul etmedikçe, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasının imkânı da yok.
Bu sorunu Kürtler ve Türkler, bir arada çözmeliyiz. Ama şu anda sorunun iki tarafı da buna yeterince hazır değil. Türkler, “egemen etnisite” olmanın kendilerine kazandırdığını düşündükleri avantajlardan sonuna kadar yararlanmaya kararlı. Kürtler demokrasi için savaşırken kendileri yeterince demokratik olamama gibi bir çelişkiyi yaşıyorlar. Daha da birçok etken sayılabilir ama kısa kesiyorum.
Yani soruna bugünkü veriler çerçevesinde baktığımızda, HDP son derece önemli bir varlık olarak duruyor. Şimdiye kadar “Türkiye partisi” olma bağlamında söyledikleriyle bir demokratik cephenin en önemli kurucu ögesi olabilir. Öyle bir cephenin “onsuz edilmez” parçası olduğu ise kesindir.
Olmakta olan bu mu? Değil. Olmaması da AKP politikasının sonucu olamaz. AKP’den ve Reis’inden —bu saatten sonra— demokrasiyle ilgili bir şey beklemek zaten fuzuli. Ama şu anda AKP’ye ve Reis’ine muhalefet etmekte olanlara bakıyorum. “Milliyetçilik” ideolojisinin rol oynadığı konularda, örneğin Suriye tezkeresinde, ve HDP ile ilgili davranışlarda, örneğin Demirtaş’ı hapse göndermeye ortak oluşlarında, bir demokrasi umudu göremiyorum.
Efendiler, Türkiye’de demokrasi AKP’yi ve Reis’ini iktidardan uzaklaştırmakla gerçekleşecek bir şey değil.