Bu karanlığın, bu cehennemin, bu canavarlık düzeninin, bu sapıklık ve çürüme rejiminin en temel gerçeği, en özlü ifadesidir bu. Demek çaresizliğin, umutsuzluğun, kederin, yaşama gücü ve arzusunu kaybetmiş olmanın, en aşağıya düşme duygusunun kıskacındayken… bütün insanca kapasitelerin ve haysiyetli bir varoluşun tüm zeminlerini, yapıp-etme kudreti ve imkanlarını parça parça eden devasa bir yapının çarkları arasında artık bir hiç olduğu duygusuna gark olmuşken… Demek ki son bir çabayla kendiyle birlikte kardeşlerini de öldüren bir kadın. Sonra, demek, artık geride kaybedeceği hiçbir şey -ama hiçbir şey- kalmadığı gerçeğiyle çarpışa çarpışa, küçücük bir heves, arzu, ümit, sevinç, mutluluk parçası iliştirebileceği her şey yok olmuşken, eriye eriye etinin ve kanının son zerreleri, aklının ve bedeninin tüm cevherini de tükettikten sonra kendiyle birlikte çocuklarını ve eşini de öldüren bir baba. Kendi nihai rüyasını gerçekleştirmiş günümüz kapitalizmi, kendi “daha çok kar” makinesinin işleyişi dışında hiçbir şeyi umursamayan ve her birimizi yok sayan bu mutlak tüketim, kar, başarı, performans ve kumarhane medeniyeti bir vahşet ve katliam düzenidir. Benzersiz bir çürüme ve ölüm medeniyetidir.
Hepimiz farkındayız ve biliyoruz aslında. Sadece ayakta kalabilmek, canlı varlığını sürdürebilmek, çocuklarına yine de bir baba/anne olabilmek için nasıl insan-üstü bir çaba ve kuvvetle, hiçbir şeyin birikmediği ve sürmediği her güne yeniden, en baştan başlayan milyonlarca anne/baba/kardeşin de sığmaya, kendine yer edinmeye, var kalmaya çalıştığı bir dünya bu. Çocuklarına borçlarını ödeyebilmek için, onların yüzü hiçbir acı ve yokluğun iziyle gölgelenmesin diye, ve çocuklarıyla birlikte üstelik, derme çatma botlarla soğuk sulara gömülen, öbek öbek cesetleri işyerlerinden, konteynırlardan toplanan babaların/annelerin/kardeşlerin dünyası. Sonra birden, içimizden bazılarımız için o yeri, koruyan, gözeten, işleri yoluna koyan ve güçlü babalığın/anneliğin yeri yapan bütün dayanakların ve zeminlerin yıkıldığı ve parçalandığı bir dünya.
Yine de taşıdığımıza, içimizde olduğuna inandığımız yapıp-etme kudreti, başa çıkma, devam etme, suyun üstünde kalabilme gücü gün gün erir, içimiz boşalır bazen. Bizi hayata bağlayan bağlar bir bir kopar. Hayat nefesimiz tükenir. Zaman ufkumuzdan her türlü gelecek ve amaç yavaşça silinir. Ruhlarımız söner. Bir bakıma, bir tür “iç ölüm” çoktan gerçekleşmiştir bile. İlaç tekelleri milyonlarca kutu depresyon ilacı üretmektedir o sıra. Şu vardır günümüz dünyasında artık: “Bizlere şirketlerin bir ruhu olduğu öğretiliyor, dünyanın en korkunç haberi budur.” (G. Deleuze)
Bir parça teselli bulmak, kendimizi korkunç bir dehşetten sakınmak için belki de tüm çabamız. Çünkü örneğin, “cinnet halindeki (ya da psikolojik sorunları olan ya da acımasız ya da ateist ya da vb., vb.) bir babanın ya da kardeşin cinayetlerine” odaklandığımızda, kendimizden söz etmiyoruzdur artık. Bizimle hiç ilgisi olmayan, benliğimize çok yabancı, bütünüyle dışımızdaki, çok ötelerdeki bir konu hakkında konuşuyoruzdur. Günümüz dünyasında ne hüzünlü bir yanılsama ve kendini kandırma biçimi! “Haberler tetikleyici ve teşvik edici olmasın” uyarıları, bunun bir tür kendini-kandırma jesti olarak zaten farkında olduğumuzun ifadesi değil midir aslında?
Yoksulluk, yokluk, yoksunluk tabii ki. Kahredici çaresizlik, kimsesizlik, güçsüzlük ve zayıflık. Ama sadece bu mu ki?
Sermayenin korkunç diktatörlüğünden, hayatın tümünü ve ruhları da istila eden ve sömüren aşırılığından söz etmeyecek miyiz artık? Artık başka türlü bir hayatı ve geleceği hayal etmenin bile imkansız hale gelişinden, umudun tamamen ortadan kalktığı bu ışıksız ve karanlık dünyadan? Toplumsal imgelemin, kolektif eylemlilik ve düşünme kapasitesinin paralize olmasından? Korkunç yalnızlığımız ve güvencesizliğimizden? Performans, güç ve başarıya endeksli bir hayatta tüm tökezleme, yetersizlik ve zayıflıklarımızın sorumluluğunu üstlenme mecburiyetinin -bu alçakça neoliberal hilenin- tetiklediği derin utanç ve suçluluk duygularından? Demek, depresyonun neoliberal kapitalizmin temel semptomu, mütemmim cüzü, ruhsal altyapısı olduğundan?
2017 de ağır bir depresyon atağının ardından intihar ederek yaşamına son veren İngiliz kültür teorisyeni ve eleştirmen Mark Fisher;
“İnsanın kendi depresyonu hakkında yazması zor. Depresyon kısmen, seni şımarıklıkla suçlayan alaycı bir ‘iç’ sesle kurulur -depresyonda falan değilsin, kendine acıyorsun, toparlan artık- ve insanın ruhsal durumunu etrafındakilere açıklaması bu iç sesi tetikler genelde. Oysa bu ses, ‘iç’ ses falan değildir kesinlikle -gerçek toplumsal güçlerin içselleştirilmiş ifadesidir ve büyük ölçüde, depresyonla siyaset arasında herhangi bir bağlantının inkarına kilitlenmiştir.”
diye yazar. Başka bir yerde de şunları söyler:
“İhtiyacımız olan şey protesto değil; bizim bir karşı güç oluşturmamız gerek…Mücadelemiz yeni bir şeyin ortaya çıkışıyla ilgili, biçimini henüz kazanmamış bir şeyin, kapitalizmin aynı anda hem kurduğu hem de yıktığı modernite üzerine inşa edilebilecek bir şeyin. Kapitalizm-sonrası kavramında hoşuma giden bir başka şey de zaferimizi varsayması: kapitalizm sonrasının neye benzeyeceğini sormak, bizi, kazandığımızda ne olacağını düşünmeye zorluyor.”
Aslolan da bu değil midir?