Bu Solcular…
Aybars Yanık

Hatırlayanlar olacaktır, Meksika Sınırı diye bir program vardı Ülke TV’de. Baktım, hâlâ devam ediyor. Çok takip edemiyorum epeydir, ama şimdiden bakınca, şu “kültürel iktidar” kavgasının ilk ciddi mecralarından biri olduğunu söyleyebilirim –kültürel iktidar talebi o zamanlar bu kadar dillendirilmiyordu çünkü henüz ona sıra gelmemişti. Bu programdan aklımda oldukça karikatürize bir şey kalmış: Genellikle edebiyat konuşulurdu ya da ben öyle denk gelirdim ama konu her ne olursa olsun, laf dönüp dolaşıp “Bu solcular…”a gelirdi. Bu solcular Dostoyevski bilmez, Tolstoy sevmez, şöyle cahillerdir aslında, Camus’yü yanlış anlarlar, böyle akılsızdırlar, okuryazar pozları keserler, kültürel alanda aslında hak etmedikleri bir konumdadırlar…

Bunu bana hatırlatan, geçtiğimiz günlerde Tarihin Arka Odası adlı popüler tarih programında Murat Bardakçı ile Celal Şengör arasındaki bir diyalog oldu. Şöyle:

Murat Bardakçı: Hayır bizde aristokrasi ile burjuvaziyi karıştırıyorlar.

Celal Şengör: Doğru.

M.B.: Burjuvazi ayrı bir şey, o ekonomik sistemden gelen bir şey…

C.Ş.: Bilhassa bizim gomonistler karıştırır.

M.B.: Çok cahiller onlar ya, uffff.

C.Ş.: Ayyyy yani..

M.B.: Bazıları kara cahildir. Uvvvvv!

Aristokrasi ile burjuvaziyi ayırt edemeyen bir “gomonist” var mı bilemiyorum ancak şu sıra eline geçen her fırsatta solcuları bilimden uzak olmakla, Cumhuriyet’in birtakım değerleriyle kavgalı olmakla ve moda olduğu üzere cahillikle itham eden Celal Şengör aklımda ne ironiktir ki (değildir belki de!) 27 Mayıs’ın tartışıldığı bir 32. Gün programında “Bugün dahi bir general beni aradığı zaman telefonda, ayağa kalkarım,” demesiyle kalmış. 

“Solcuların hep fakir olması”

Söylemeye gerek yok, solcular üzerine konuşulabilir, solcular ve sol eleştirilebilir ama bu tür ucuz sataşmaların (“bu gomonistler…”) herhangi bir eleştirel değeri olduğu, dinleyenini/okuyanını bir tartışmaya davet ettiği, kurucu bir anlam vaat ettiği söylenebilir mi? Burada kültürel üstünlüğü elinde tuttuğu düşünülen bir gruba, yine en fazla anti-entelektüel bir kültürel üstünlük iddiası, baskın gelme çabası var. Anti-entelektüellikten söz etmişken, merak ettim, Ekşi Sözlük’e baktım. “Solcular…” yazınca, aşağıda görebileceğiniz başlıklar çıkıyor (elbette daha spesifik aramalarda, daha ilginç başlıklar bulabilirsiniz).

Yine merakla, “türkiye’de solcuların sevilmemesinin 7 nedeni” başlığına gittim. Bu başlığın altında şöyle bir liste var:

“Fazla duygusal olmaları”, “realist olamamaları”, “tembel olmaları”… diye uzuyor. Alternatif listeler de var, birinde şöyle deniyor: “türk solcularının sığırın önde gideni hatta en önde flama taşıyanı olmaları. mal olmaları. çoğuna konuşurken tahammül edemezsiniz. aralarında gerçekten dolu olan, fikir sahibi istisnadır.”

Daha farklı ama güncel iki örneğe geçelim.

***

“Türkiye dramı”

Ahmet Hakan, şimdi artık Hürriyet’in genel yayın yönetmeni, 4 Kasım’daki yazısında siyaseten merkezin iki yakasında yer alanlardan “yeminli Erdoğan düşmanları”na (solculara, muhaliflere) ve başını Akit’in çektiği sağcı kampa karşı, Cem Yılmaz ve Şahan’ın filmlerine gidilmemesi kampanyası üzerinden ateş püskürüyor. Bu kampanyayı kim yapıyor? Hakan’ın söylediğine göre “Akit gazetesinden bir ismin başını” çeken bir grup. “Yeminli Erdoğan düşmanları” nereden çıktı o zaman diye sorabilirsiniz.

İşte… laf dönüp dolaşıp hep oraya geliyor.

Objektif gazetecilik duruşu herhalde böyle bir konumlanmayı ima ediyor artık. Birini/birilerini eleştirecekken, yerli yersiz öbür uca da laf çarpma, had bildirme, mutlaka ona da sorumluluk atfetme. Merkezin iki ucunda tanımladığını çekiştirirken aynılaştırma, ha Akit ha “yeminli Erdoğan düşmanları” deme kolaycılığı, eşitleme arzusu var –Besim Tibuk, ha faşizm ha sosyalizm, ikisi de totaliter, aynı şey derdi!

Eşitleme arzusu demişken, beynelmilel bir figürden, Ludwig von Mises’ten bahsetmeden olmaz. Anti Kapitalist Zihniyet kitabında, o da, anti kapitalizmi bir önyargı, ergen bir duygusal reaksiyon olarak görür ve dünyadaki mutsuzluğun kaynağını kapitalizme mal etmede sağ ve sol entelektüelleri ve önde gelen lider figürleri eşitler. Kitabın kapağına dikkatinizi çekerim: Ha Hitler ha Marx!

“Ezbere Konuşan Solcular”

Çiğdem Anad, yayın hayatına yeni başlayan dijital gazetede Gazete Pencere’de “Ermeni meselesi”nin ırkçıların ve ezbere konuşan solcuların elinden alınıp bir uzmanına sorularak nihayetlendirilmesini öneriyor. Bunca zaman neden kimsenin aklına gelmedi, hayret etmeli. İlber Ortaylı, elbette adaylarından biri. Yazının girişinde şöyle bir kısım var, dikkat çekici: “Solcuların kayda değer bir bölümü, özellikle liberaller Ermeni meselesinde kestirmeden ‘soykırım yapılmıştır’ diyor, noktayı koyuyor” (vurgu bana ait).

“Ermeni meselesi”nde esas sorun, yazının tamamından anlaşılacağı üzere, ülkelerin belgeleri açıklamaması, gizlenen birtakım gerçekler ve asıl olarak solcuların, ama özellikle de “liberallerin” (burada liberaller solcuların bir alt-kümesi mi yoksa liberal sol mu kastediliyor pek ayırt edemedim) ve ırkçı sağcıların kestirmeden (yani araştırmadan, bilmeden, çarçabuk) hükme varması. “Sol biraz araştırsın bence,” demeye getiriyor. Çünkü neydi?

“Tembel olmaları…”

“Türk solu diye bir şey yok!”

Son olarak, yazının başında Meksika Sınırı programını anmıştım. O programda yer alanların bir bölümü “kültürel iktidar” savaşı vermek üzere yola çıkan Cins’te yazıyor. Dergide, “Cins Oturum” diye bir bölüm var. Her ay 4-5 yazar aralarındaki sohbeti orada yayımlıyor. Orada da, ister futbol konuşulsun, ister edebiyat laf hep illa sola, solculara geliyor.

Yazarlardan biri, CHP İstanbul il başkanı (Canan Kaftancıoğlu) üzerine tartışılırken mesele “kültürel iktidara dahil olduğu için” bir giriş yapıyor: “Son zamanlarda kafama taktığım bir şey var abi. Türk solunun içine düştüğü büyük bir çukur var. Türk solu geçmişte de birçok çukura düştü ama bu galiba en büyüğü. O da abi Türk solunun zihnini sadece artık tek bir yer belirliyor. Merkez Avrupa solculuğu … Türk solunun galiba içinden çıkamayacağı sorun, giderek Türk solcusu denilen adamı Türkiye düşmanı hâline getiren çukur bu çukur.”

“Türk solu diye bir şey yok!” diye yakınanlar, 2013 öncesinde Türkiye’deki solcuları Batı Avrupa solundan hiç nasiplenmemekle, eski kafalı olmakla, “ortodoks” kalmakla, ezbercilikle, amiyane tabirle “takozluk” yapmakla itham ediyordu. 2010 Anayasa referandumundan önce köşe yazılarındaki tartışmalara bakarsanız, o vakitler kendi perspektiflerine göre tanımladıkları solun, tam da şimdi niye yok diye vahlandıkları Türk solu diye etiketlenerek eleştirildiğini görürsünüz. Sol gelişmelere kapalıydı, zamanın ruhunu, toplumsal dinamiklerin ilerleyişini yakalayamıyordu, Kemalizm’le flörtü bitmek bilmiyordu, milli orduyu savunuyordu, bu nasıl bir garabetti, solun devlet ve ordu aşkı nereden geliyordu, psikanalitik açıklamalar yapılıyordu –ağırlıkla Sabah, Star, Yeni Şafak, Zaman gazetelerinde 2010 referandumu öncesi ve sonrasındaki köşe yazılarını ve tartışma programlarını rastgele taramak çeşitli örnekler bulmaya yeter.

Dolayısıyla ortada kültürel iktidarı milli ve anti-entelektüel zeminde talep eden, aşağı yukarı “Türk solcusu akşam konuştuğunu sabah uygulayamaz çünkü akşamdan kalmadır,” klişesiyle yürüyen, kendi hasmını entelektüel anlamda tanımlamaktan aciz tutarsız bir hücum söz konusu. Bu yalnızca anti-entelektüel değil, hasmını ahlâki kategoride sınıflandıran özcü bir siyasi aklın da tezahürü.

Peki sola bu anti-entelektüel ve ahlâkçı hücumun kaynağının ne olduğuna dair, tam da şimdiye özgü bir ipucu bulabilir miyiz? Hemen “çünkü kültürel iktidarı istiyorlar” yanıtıyla yetinmeden…

Solculara, komünistlere bu anti-entelektüel ve ahlâkçı taarruzun yalnızca bugüne özgü olmadığı izahtan vareste[1] ama örneğin bu devamlılığın nedeni Soğuk Savaş konseptinin hiç bitmeyen anti-komünist etkisi mi? Devamlılığı göstermek değil de daha bugüne has bir bağlamsallaştırma gerekliyse, bunun çerçevesi nasıl çizilebilir? “Solun bu memleketteki oyu en fazla %30’dur” tevatürünün varsaydığı değişmez bir politik kültür mü söz konusu? Türkiye’nin fıtratı bu mu? Diyelim fıtratı (politik kültürü) bu, o halde bunca bastırma gayreti de neyin nesi?

Sadece sormuyorum, merak ediyorum.



[1] Ufak bir örnek, 1968’den. Artun Ünsal aktarır: 1968’de İçişleri Bakanı Faruk Sükan, bütçe görüşmeleri sırasında “’nizamı bozmaya yeltenenler’in nefesleri ‘votka’ kokar (…) ciğerleri kıpkızıl konjesyona uğrarsa, onları milli musibet olmaktan korumak bizim vazifemizdir” demiş (Umuttan Yalnızlığa: Türkiye İşçi Partisi (1961-1971), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 370, d.n. 82). Bu bitmeyen ahlâkçı saldırının 60’lardaki en güçlü vurgularından biri “ortaklaştırma” vehmidir -topraklarımızı, evlerimizi, hatta karılarımızı, bacılarımızı ortaklaştıracaklardır! (s. 372).