Bernard-Marie Koltès: Tekinsiz Yabancı, Melankolik Çığlık
Derviş Aydın Akkoç

“Ey gece nereden yol bulacağız”

Melih Cevdet Anday


Freud’un karanlık sözlerinden biri: “Bir nesneyi bulmak esasında onu yeniden bulmaktır.” Freud’un söyleminde ölüm ve yaşam içgüdülerini harekete geçiren, nefret ve sevgi diyalektiğine tabi, ruhsal aygıt açısından hayli tahripkâr bir “sevgi nesnesi” bahis konusudur: öznenin ona kavuşmak, onu bulmak için çaba harcaması, enerji yatırımında bulunması gerektiği; yaklaştığı, temas ettiği ölçüde tatmin olup rahatladığı, demek haz aldığı, uzaklaştığı ölçüdeyse huzursuz ve mutsuz olduğu, haz kaynağı olduğu kadar acı da çektiren bir nesnedir bu. Ama bir nesneyi bulmak onun öncelikle yokluğuna, burada olmayışına da işaret eder. Öte yandan, bulmak için “aramak” gerekir. Arzunun yükü ağırdır. Gelgelelim mesele bir nesneyi aramak ve bulmakla sınırlı olsaydı işler arzu açısından çok daha kolay olurdu. Zira arama ve bulma süreçlerini daha girift hale getiren bir parametre var: aranıp da bulunduğu varsayılan nesne esasında yeniden bulunmuştur; bu durumda bir ilk nesne, bu nesnenin içinde bulunduğu, öznenin de belli belirsiz oraya yerleştiği bir ilk “yer”, bir ilk “sıcak bölge” ve tüm bu ilklerden bir kökensel ayrılık, bir sancılı kopuş söz konusudur. İlk sevgi nesnesi ve onun mekânı sonra gelecek olası nesneleri ve mekânları mühürlemiş, ipotek altına almış gibidir. Öznenin yönelimleri o ilk kayıp nesneye, onun alanına doğrudur, bir mühürlenme ya da Leo Bersani’nin gözlemiyle sarsıntılı bir sadakat sözleşmesidir bu da: 

“Bir nesneyi yeniden bulmak doğal olarak ‘bir’ nesnenin var olduğunu iddia etmek demektir. Fakat hiçbir şey Freud’da olağanüstü bir şekilde sadık kalmayı sürdürdüğümüz ‘ilk’ nesnenin statüsü kadar belirsiz değildir.”[1]

Belirsiz bir statüye sahip bu “ilk nesne”nin bulunması, ele geçirilmesi, yeniden yakalanması ihtimali: ama nesne burada olmadığı gibi “orada” da olmayabilir; şimdi ve gelecek arasındaki çatlağa zamansal açıdan geçmiş de eklenmiştir, kesintilerle uzayıp kıvrılan bir çizgi misali bir geçmiş; hatta ilk nesnenin statüsündeki belirsizliğin belki de başlıca nedeni bu parçalanmış geçmişin ta kendisidir. Özne tarafından bir “an”, bir “yer” deneyimlenmiştir de sanki, sonrası bu ânın ve yerin çağrılması, deneyimin ikinci kez yaşanması isteğidir. Arzunun etrafında döndüğü, bir yaklaşıp bir uzaklaştığı bu kök-nesne, sevgi ve nefret diyalektiğinin de başlıca yakıtı galiba. Görünüşte bu son derece öznel düzlemin, bu düzlemdeki hareketlenmelerin elbette toplumsal ve siyasal veçheleri de bulunmaktadır.[2] O ilk nesne ile bağlantılı fikirler, imgeler, anılar, istekler, izlenimler ve hisler politik içeriklerle de yüklüdür...

***

Fransız oyun yazarı Bernand-Maire Koltès’in poetikasının şekillenmesinde bulmanın geçici zevkinden, ideolojik yanılsamalarından ve sıkıntısından ziyade arama edimi çok daha baskındır. Yana yakıla aramanın ama neredeyse hiçbir şey bulamamanın, üstelik hiçbir “yere” varamamanın, kısa bir süreliğine de olsa bir “oda”ya sığınamamanın trajik ağrısı, 1977’de yayımlanan Ormanlardan Hemen Önceki Gece’de, metnin kendi zamanının bir tür manifestosu olarak işlenir, bir mecaz sağanağı eşliğinde. Koltès’in kendi ifadeleriyle bir “oyun”dan ziyade “tinsel bir şey”dir bu metin. Bu “tinsel şeyin” malzemesi elbette üretildiği zamanın nesnel gerçekliklerden bağımsız değil. Bununla birlikte, “tinsel şey” olarak metin estetik açıdan olduğu kadar politik açıdan da semptomatiktir: özne dünyada yapayalnızdır, “resmi” cinsinden “komünist” olanları da dahil siyasal partiler, dini cemaatler, siyasal alanda mantar gibi çoğalan kimlikler, çoktan bir harabeye dönüşmüş aile kurumu da dahil olmak üzere kolektif bağlar, göz alan tüm ışık oyunları hükmünü yitirmiştir... Metnin dolaşıma sokulduğu tarihsel kesit göz önüne alındığında: gemi azıya almış kapitalizmin, modern ulus-devlet aygıtının, her örgütlü suçtan sağ ve suçsuz çıkan liberal düzeneğin, piyasanın çarçur eden mekaniğinin, 1970’lerde yeşeren tüketim toplumunun, sözümona bunlara alternatif ama başarısız sosyalist toplum projelerinin ağzını burnunu dağıttığı özne, bir kalıntı, bir posa, bir defolu varlık olarak pek de aşina olmadığı neoliberal dünya çölünde artık kendi “gecesi” ile baş başadır. Öte yandan, üç yıllık bir yazamama, sonuçsuz bir intihar teşebbüsü, keskin bir tıkanma sürecinin ardından gelen bir çözülmenin dışavurumu olan bir tinselliktir bu. Birikmiş, biriktikçe katılaşıp acılaşmış, suskunluğa gark olmuş “sözü” söylemek adına oyundan, “biçim”den feragat edilmiştir.

Uzun tek bir cümleden ibaret bu kristal parçanın enerjik ve hararetli başlangıcından değil, korkunç bir hayal kırıklığıyla arama eyleminin kendi geçmişi üzerine eğildiği, bir imkânsızlığı küfür kıyamet dile getirmeye çalıştığı kapanış kısmından:

“lan işte o zaman, tam o zaman yeter lan diyorum, yeter lan sikmişim böyle dünyayı, sıçarım böyle millete de, siktiğimin dertlerine de, bıktım lan hepinizden (...) kalkıyorum, koşuyorum koridorlardan, nasıl çıkıyorum merdivenleri, dışarıda da koşuyorum, bira var aklımda, koşuyorum, bira, bira, ne boktan yer lan burası diyorum, operalar, karılar kızlar, toprak ayaz, gecelikli kız, orospular, mezarlıklar, koşuyorum, bir şey arıyorum, bu bokun püsürün arasında çimenlik gibi bir şey, güvercinler uçuyor ormanın üstünde, basıyor askerler tetiğe, dilenciler açmış avuçlarını, sıçan avlıyor süslü çakallar, koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum, kafamda o şifreli şarkıları Arapların, bir onlar biliyor, seni buluyorum, tutuyorum kolundan, nasıl ihtiyacım var bir odaya, nasıl ıslanmışım, mama mama mama, hişt konuşma, kıpırdama, sana bakıyorum, seni seviyorum birader, birader ben, ben melek gibi bir şey aradım bu pisliğin ortasında, buradasın işte, seni seviyorum, gerisi bira, gerisi bira birader, nasıl anlatsam sana, bu ne boktan yer birader, bir de hâlâ yağmur, yağmur, yağmur, yağmur...”[3]

Seslenilen, peşi sıra koşulup koluna girilen “birader”in var olup olmadığı belli değildir aslında: olası bir “iletişimin” faili, karşı tarafı, “seni seviyorum”un alıcısı olarak “birader” de yitiktir, kıyıcı bir ihtiyaç olarak o da aranıyordur dünyanın hengamesinde... Yağmur onun da üzerine yağıyordur ama. Müşterek tek nokta yağmur ve ıslaklık ve bunları kuşatan gecedir. Öte yandan, asla bir programı, bir kurtuluş söylemini (çoktan umut kesilmiştir onlardan) kafaya vurmak için değil, gecenin bir vakti alelade bir sokakta karşılaşılacak bu “birader”: darmadağın edilmiş proletaryadan prekaryaya, toplumun dip köşelerinde tutulan varlıklardan etnik-tekil-cinsel varoluşlara kadar uzanan bir hatta dizilmiş, iktidarın baskıcı pratiklerine maruz kalan, sahici manada “gün ışığına” çıkamamış yarı-karanlık ve geniş bir kesime tekabül eder. Fakat Koltès dilsel yahut politik herhangi bir “temsil” üstlenmez, bu geniş küme içindeki varoluşların “sözcü”lüğüne soyunmaz...

Sesin alıcısı –keşke- bu birader her durumda kaygan bir zeminde ve belirsiz bir zaman aralığındadır. Nitekim metin bir diyalog değil, monologdur. “Buradasın işte” fakat sahiden orada mıdır: fazla, çatlayana kadar “bira” içilmiştir, hem bira içilmese bile o kök-kaybın şiddetinden, daha önce denenmiş yolların enkazından, şehrin bitmeyen tantanasından, iyice dayanılmaz olan “boktan yer”in basıncından kafa allak bullaktır:

“odamı kaybettim ben, bir oda arıyorum, bu gecelik, birkaç saatliğine, bak bana beş dakika müsaade et, beş dakkaya gelir kafam yerine – kafam kıyak falan diyorum sana, beş dakka müsaade et diyorum, niye, çünkü kafamın yarısı o zırvalarla dolu, yarısı senle, kafa mı kalmıştı yok modaymış, yok politikaymış, yok maaşmış...”

Ernst Blohcu anlamda bir ütopya köşesi değildir kaybedilen “oda.” Bir daralmanın (evden odaya), sıkışmanın sembolü olan, kaybedilmiş ve aranan bu “oda” kesinlikle geçici bir yerdir, o bitmeyen yağmurlardan, reel-politika, moda, maaş yağmurlarından bir süreliğine de olsa korunmak, kurulanmak, biraz ısınmak, toparlanmak için aranan bir yer, bir ılık-ara sığınak: Koltès iyiden iyiye soluklaşan ütopik bölgesini içinde yargısız ve karşılıklı konuşmanın vuku bulacağı, “yeryüzünün lanetleri”nin kendi dilleriyle kendi meramlarını anlatma imkânını yakalayacakları; onca “bok püsürün”, şehrin, demek Polis’in Yasa’sının ve egemenlik sahasının dışında bir yerde konuşlandırır konuşlandırmasına ama, artık “orman” da kuşatılmış, kapitalizm ve onun iktidar aygıtları küreye yayılmıştır, bu durumda dünyanın bu vaktinde hiçbir yer kalmamıştır, uzak ormanlarda bile “güvercinler uçuştuğunda” askerler tetiğe basıyorlardır, ama ormanda yahut şehirde, hayli cılız bir ihtimal olarak “çimenlik gibi bir şey”, bir küçük alan vardır. Var mıdır?


***

Arayışın çarpıntılarını yatıştırmak için bir ses, bir kelime, bir jest, ama daha da önemlisi bir “yer” ısrarla aranıyordur Koltès’te:

“Kendi adıma dileğim, günün birinde, bildiğim en önemli ve anlatılabilir olan şeyi, bir arzuyu, bir duyguyu, bir yeri, oranın ışığını, oranın seslerini, bu dünyanın bir parçası olan, hepimize ait olan şeyi, en basit sözcüklerle, layıkıyla anlatabilmek.”[4]

Öznelliği heba etmeyen tekil bir alandan, “bildiğim bir şey”den hareketle “bu dünyanın bir parçası olan, hepimize ait olan şeye” intikal etme isteği yazma ediminin (hatta belki sahnelenmenin de) sözleşme şartlarını tayin eder. Koltès’te yazı alanın kendisi de bir sahnedir. Ama dil de nasibini almıştır genel parçalanmadan. Dil bir mahzen, bir ifade alanı olmaktan çıkmak üzeredir. Bu pejmürde dil-yazı sahnesinde anlatılabilir olanla anlatılamaz olanın sınırında duran bir arzuyu yahut duyguyu, bir yeri, o yerin ışık ve seslerini kelimelerle ifade etmek istemek: Koltès’te bu isteğin tazyikiyle yol alan bir estetik üretim ve bu üretimle çakışan politik bir dünya tasavvuru söz konusu, çığlığını bugüne de taşıyan bir tasavvur...

***

Odağında Ormanlardan Hemen Önceki Gece’nin yer aldığı, diğer metinlerinin, özellikle Roberto Zucco’nun da probleme dahil edildiği bir koordinatta kalarak bu politik dünya tasavvurunu tartışmak, metinlerin dünyaya bırakıldıkları zamandan şimdiye bazı bağlantılar kurarak elbette: modern iktidarın tasarrufundaki kent ve gündüz imgelerinin karşısına “orman” ve “gece” imgelerini çıkarmak, belirleyici bir zamansal moment olarak “hemen önceki” üzerine eğilmek... Neyden ya da nereden hemen önce? “Hemen önce”yi çatladı çatlayacak bir son “gece”den serin bir ilk “sabaha” kaygısız bir geçişle değil, Walter Benjamin’in belki “gece”den bile daha sıkıntılı “şafak” vakti ile ilişkilendirmek...

Walter Benjamin’in düşüncesindeki başlıca figür olarak “çocuk”, kilit mekân olarak “sokak” ve Mesiyanik beklentilerle yüklü zaman olarak “şafak”[5] üçlüsünden hareketle Koltès’in metinlerini sorunsallaştırmak, sokağın ve gecenin çocuklarının “temiz hava” isteklerinin kayıp gitmesine, devrimin melankolisine, dünyada bir oda bile bulamayan savaş artıklarının hayatta kalma, toparlanma stratejilerine temas etmek için: “sikinden yakalamıyorlar mı lan adamı hep, keriz gibi, ne yapacaksın o zaman, tutacaksın birader sikini, ya da unutacaksın, unut gitsin lan, en azından götü kaybetme!”



[1] Leo Bersani, The Freudian Body: Psychoanalysis and Art, New York: Columbia University Press, 1986, s. 35.

[2] George Frankl, The Social History of the Unconscious: A Pychoanalysis of Society, Londra: Open Gate Press, 2003.

[3] Bernard-Marie Koltès, Ormanlardan Hemen Önceki Gece, çev: Ayberk Erkay, İstanbul: Mitos Yayınları, 2011, s. 47. Bu arada, Ayberk Erkay’ın çevirisi müthiş güzellikte bir iş, bir sanatçı emeği adeta. Kitaba yazdığı kısa Sunuş yazısı da başlı başına kıymetli, bu verimli yazıdan epeyce istifade edip belli başlı tartışmaları sürdürmek niyetindeyim sonraki yazılarda...

[4] Bernard-Marie Koltès, Jean-Pierre Han ile Söyleşi, Europe, 1983, (içinde) Pamuk Tarlalarının Issızlığında, çev. Ayberk Erkay, İstanbul: İmge Yayınları, 2018, s. 51-57.

[5] Jacques Rancière, The Arcaeomodern Turn, (içinde), Walter Benjamin and the Demands of History, (der: Michael P. Stenberg), London: Cornell University Press, 1996, s. 24-40.