Önderliğin Tarihsel Sınırı
Murat Belge

Şöyle bir cümle:

“Kadının en büyük vazifesi analıktır.”

“Olağanüstü” denecek herhangi bir yanı yok, değil mi? Kimbilir kaç kere kulağımıza çalınmış ya da basılı olarak gözümüze ilişmiş bir cümle. Çok yaygın olmakla birlikte, birçoğumuzun katılmadığı bir şey söylüyor. Kadının hayatta varlığını çocuğunun —çocuklarının— bakımıyla sınırlıyor. Bunun günlük hayatta alacağı somut biçimin “eve kapanmak” olduğunu da çıkarsamak çok kolay. Aynı zamanda kadına “vatani” bir işlev, bir görev verilmiş oluyor. Neresinden baksanız “muhafazakar” bir zihin yapısının ürünü.

Ama söyleyen Mustafa Kemal Atatürk. Onun Söylev ve Demeçleri’nin ikinci cildinde, 90. sayfasında.

Türkiye’de en hararetli “Atatürk severlik” gösteren kesim belirli bir sınıfın üyesi olan kadınlardır. Böyle davranmalarının çok anlaşılır (ve hak verilir) bir yanı vardır. Atatürk, ülkede kadınların özgürleşmesi için son derece önemli kapılar açmış bir önderdir. Bugün diyelim avukatlık ya da gazetecilik ya da öğretmenlik yapan bir kadın, sahneye çıkan bir kadın, yani sonuç olarak her kadın, bulunduğu yere gelmesinde Atatürk’ün bir payı olduğunu hisseder. Hele neredeyse her gün bir ya da daha çok kadının öldürüldüğü bugünlerde, kadınların haddini bildirmeye kararlı bunca erkek arasında bu duygu daha da vurgulu olarak hissediliyordur.

Ancak Atatürk, yukarıya aldığım cümleyi de söylüyor. O cümlenin en oturaklı eleştirisini yapabilecek olanlar ise Atatürk’ün sağladığı imkânlardan yararlanarak bugün bulundukları yere gelmiş kadınlardır. Bu belki bir paradoks gibi görünüyor ama aslında değil. Çünkü o imkânlar bir kere açılınca, o yoldan yürüyenlerin sayısı bir hayli arttı ve o yürüyenler de bir hayli uzun mesafe aldılar. Tarihte birçok şey, başlatanın hayallerini geride bırakacak şekilde gelişmiştir.

Bunları söylerken, özellikle de kadınlara, Atatürk’ün aslında bir “reformatör” olmadığını ihsas etmeye çalışmıyorum. Bunu söylemek doğru da olmaz. Netleştirmeye çalıştığım şey, bir klişeyi tekrarlayarak, hepimizin tarih tarafından belirlenmiş ve sınırlanmış olduğumuz olgusu.

Atatürk şüphesiz bir reformatördü, ama bir “milliyetçi reformatör” idi.

Kadınların iyi eğitim almaları gerektiğini savunan bir milliyetçi vardır, bilirsiniz: kadın iyi eğitimli olacak ki, çocuğu olduğu zaman onu iyi yetiştirsin. Bu cümle de dakkada bir karşımıza çıkar ve bazıları tarafından kadın haklarının radikal bir savunmasıdır. Oysa bunun da kadınları araçsallaştıran, onlara kendileri için eğitim hakkı tanımayan bir yaklaşım olduğunu görmek hiç zor olmasa gerek.

Bunlar belki ilk telaffuz edildikleri zaman “ileri” kabul edilebilirdi. Çünkü o zamanın toplum düzeni böyle ilkelere göre kurulmamıştı. Kabul edilen ilkelerde ve onlara dayandırılan prosedürlerde böyle bir düşünceye yer verilmemişti. Dolayısıyla o gün desteklenmeliydi. Ama tarih de kendi yolunda yürümesini sürdürdü ve bugün bunu savunmak bir “ilerici eylem” olmaktan çıktı. “İlerici” olmak bir yana, muhafazakarlığın savunması olma yolunda.

Atatürk 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını sağladı. O tarihte “demokratik” diye bildiğimiz birçok Avrupa ülkesinde böyle bir şey yoktu — İsviçre 1970’lere kadar böyle bir uygulamaya geçmedi. Bunu yaptığı zaman o ana kadar yaptıklarına alkış tutanlardan bazılarını da şaşırttı ve kontrpiyede bıraktı. Dünyanın her yerinde erkek egemenliğinin ateşli ve kararlı taraftarları vardır ama İslam’ın egemen olduğu toplumlarda bu konu çok daha dikenlidir. Ve onların ne yapıp edip sürdürdükleri eşitsizlik İslam dünyasının geri kalmışlığının da birinci nedenidir. Yukarıda söyledim, tekrar edeyim: bu korkunç kadın cinayetleri de bu bilinçdışı direnişin ürünü ve bunların İslam’la hiçbir ilgisi olmadığını söylemek de doğru değil.

Yani, Mustafa Kemal’in en önemli başarılarından biri kadın özgürlüğünün önünü açan yasamadır. Bunun bence uzun boylu tartışılır bir yanı yok. Ancak, her yaşayan son kertede kendi çağıyla sınırlı. Onun için hiçbir “önder”in hiçbir sözünü o alanda söylenmiş nihai yargı olarak kabul etmemek gerekir.

Marx’ın kızları eğlenmek için bir “anket” hazırlamışlar, Marx’ın da cevaplarını almışlar. Sorulardan biri “kadınlarda en çok neyi sevdiği” üzerine. Marx, herhalde yarı şaka, “zayıflık” diyor. Yarı şaka elbet ama yarı da ciddi olabilir. Bu “ileri” bir tutum mu?