İktidarın ayrıcalıklı bir sınıf veya zümreye dayanması veya iktidarın kendine dayanak sağlayacak bir ayrıcalıklı sınıf veya zümre yaratması modern dünyaya özgü değil. Modern öncesi toplumlarda sınıf farkına dayalı ayrıcalıkların bir kesime (aristokrasi, hanedan, ruhban sınıfı, vs…) tanınması açık kuraldı. Modern zamanların bir ürünü olan eşitlik ilkesinin siyasal alanda güçlü biçimde boy göstermesiyle, sınıf veya zümre ayrıcalıkları ortadan kalkmadı ama açık biçimde var olan, doğal meşru addedilen ayrıcalıklar olmaktan çıktılar. Zümre ayrıcalıklarının siyasal güç tarafından yerleştirilmesinin ve kalıcılaştırılmasının mümkün olmaması, içinde bulunduğumuz çağda demokrasinin en çok dile getirilen, sahiplenilen ilkelerinden biri oldu. Oldu ama bu ilkeyi savunanların bir kısmı iktidarda bulundukları sürede bunun tam tersine yönde bir ayrıcalıklı zümre yaratmaktan geri kalmadılar.
Varlık nedenini sadece iktidarı açık biçimde elinde tutmaktan alan ayrıcalıklı zümre yaratma konusunda 20. yüzyılda Sovyetler Birliği deneyimi en ileri aşamayı temsil etti. Nomenklatura olarak tanımlanan bu ayrıcalıklı zümrenin kuruluşu, Bolşevik devriminin ilk yıllarına gider. Çin’de de komünist parti iktidarında oluşan ayrıcalıklı zümre için kullanılan tabir, kızıl prenslerdir. Batı toplumlarında da elbette ayrıcalıklı bir zümre vardır. Çoğunlukla “establishment” olarak betimlenen bu zümre, yönetici sınıfa yön veren elitleri kapsar ve bunların bir kısmı ayrıcalıklı konumlarını mülkiyetine sahip oldukları iktisadi güçten, diğer kısmı ise elit okullarında eğitim almış olmaktan alırlar. “Establishment”ten farklı olarak, Sovyetler Birliği’nde nomenklatura, parti devleti elitini ifade eder ve bu nomenklaturanın elinde partinin sahip olduğu güç dışında başka hiçbir güç yoktur.
Bugün Türkiye’de Batılı anlamda “establishment”dan ziyade, Sovyetler Birliği’ndekine daha çok benzeyen ama oradaki gibi resmi bir konuma sahip olmayan yerli ve milli bir nomenklatura var. AKP parti-devleti ve Erdoğanizm’in hükmü altında yerleşen bu yerli ve milli nomenklaturanın somut tezahürlerini ele almadan önce, nomenklatura kavramı üzerinde biraz durmakta yarar var.
Latince’de nomencalotura isim listesi demektir. İlk kullanıldığında askerlerin yoklamada ismen çağrılmasını tarif edermiş. Mihail Bulgakov N.E.P döneminin sonunu tasvir ettiği Usta ile Margarita’da hak eden/layık yoldaşlar listesinden bahseder ki, işte bu nomenklaturadır. Nomenklatura Sovyetler Birliği’nde N.E.P.’ten önce, 1918’de ortaya çıktı. Bolşevik devrimi sonrasında, yurttaşların sosyal kökenlerine ve Sovyet iktidarına karşı takındıkları tavra göre puanlanması nomenklaturanın temellerini attı. Sosyal kökenlerine göre insanları “sağlıklı, şüpheli, kulak, burjuva, büyük burjuva, sömürücü ve parazit” olarak tanımlamakla işe başlandı. Bu konuma göre herkese puan verilirken, diğer taraftan iktidardaki Bolşevik Partisi’ne bağlılık için de ayrıca puan verilmeye başlandı. Bu puanların toplamı bir barem oluşturuyordu. Baremde yükseldikçe sahip olunan haklar artıyordu.
1905’te Bolşevik Partisi’ne katılmış “eski Bolşevikler”den, Kasım 1918’de Kızıl Ordu Doğu Cephesi Çeka’sının (Bolşeviklerin ilk istihbarat teşkilatı) başında olan Martin İvanoviç Latsis (asıl adı Janis Sudraks) o tarihte Kızıl Terör’ü şöyle tarif ediyordu:
“Olağanüstü komisyon, araştırma komisyonu veya mahkeme değildir. İç savaşın iç cephesinde yer alan bir mücadele aygıtıdır. Düşmanı yargılamaz, vurur. Biz kişilere yönelik bir savaş yürütmüyoruz. Burjuvaziyi sınıf olarak yok ediyoruz. Araştırmanızda sanığın Sovyet iktidarına karşı sözde ve eylemde yaptıklarının kanıtlarını, evrakını aramayın. Ona sormanız gereken ilk soru, hangi sınıfa ait olduğu, kökeni, eğitim durumu ve mesleğidir. Bu sorular onun kaderini belirleyecektir. Kızıl terörün özü ve anlamı işte budur.”
Sosyal sermaye açısından yoksul olan işçi sınıfını güçlendirmek amacı taşıyan bir eşitlikçilikten ilham alan bu barem sistemi, eleştirel komünist Milovan Cilas’ın Yugoslavya’da hapisteyken ABD’de 1957’de yayımlanan kitabında tespit ettiği gibi bir “yeni sınıf” üretmişti. O zamana kadar sosyal sınıf ve zümreler siyasal partileri üretirlerken, bu kez siyasal parti bir yönetici/egemen sınıf yaratmıştı.
Kendisi de bir nomenklatura üyesi olan Sovyet diplomatı Mikhail Voslenski’nin Almanya’ya iltica etmeden birkaç yıl önce, 1970’de samizdat olarak yayımladığı Nomenklatura: SSCB’nin Ayrıcalıkları adlı kitabının daha sonra Batı’da yayımlanmasıyla bu kelimenin kullanımı yaygınlaştı. Başlangıçta nomenklatura, atama yetkisi komünist partisi merkez komitesinde olan mevkileri ifade ederken, daha sonra bu mevkilere atanmışları ve bu konumları nedeniyle rejimin öngördüğü ayrıcalıklılardan yararlanan komünist partisi üyesi zümreyi ifade etmeye başladı. SSCB’de nüfusun yüzde bir buçuğuna, belki daha azına tekabül eden bu yeni sınıfın ayrıcalıkları göreli yüksek ücret, özel lokanta, kaliteli konut, kendilerine tahsis edilmiş otomobil, ayrıcalıklı sağlık hizmeti, seyahat kolaylığı, vs… idi.
Bütün bu ayrıcalıklar 1970’lerde Batı toplumlarındaki orta-üst sınıfın refah seviyesinden daha yüksek bir refah sağlamıyordu ama SSCB’de ortalama halkın yaşam seviyesiyle aradaki fark çok büyüktü. Aynı durum komünist parti diktatörlüğünün yürürlükte olduğu diğer ülkelerde de aşağı yukarı benzer biçimde geçerliydi.
Bu nomenklatura düzeni ömür boyu devam edecek bir ayrıcalık anlamına gelmezdi. Partiye bağlılığın azaldığının ortaya çıkması veya bundan şüphelenilmesi durumunda sahip olunan ayrıcalıklar hemen elden alınırdı. Kızıl Terör’ü Kasım 1918’de tarif eden Latsis, 1937’de “Letonya operasyonu” çerçevesinde NKVD (Çeka’nın halefi) tarafından tutuklandı ve kurşuna dizildi. Artık nomenklaturanın zirvesi Latsis’in sadakatinden şüphe eder olmuştu. Bolşevik devrimi öncesinde partiye girmiş eski tüfek komünist binlerce nomenklatura üyesinin başına Stalin döneminde aynı şey geldi. Stalin sonrasında ise gözden düşen nomenklatura üyesinin öldürülmesine son verildi ama bir sosyal lanetli olarak yaşamaya mahkûm oldular.
Nomenklaturanın üyeleri,1990’larda komünist rejimlerin çöktüğü ülkelerin çoğunda hızla kendilerini yeni duruma uydurup, özelleştirmeleri yağmalayıp, piyasa ekonomisi toplumunun yeni zengin sınıfına dönüştü. Bugün Rusya’da, eski SSCB’nin diğer ülkelerinde ve Doğu blokunda yer almış ülkelerde “oligark” olarak tanımlanan kişilerin büyük çoğunluğu eski nomenklaturanın özelleştirme yağmasında yükünü tutmuş üyeleridir. Bunların bir kısmı, 2000’lerde Rusya’da Putin’in iktidarına ayak bağı veya rakip olmaya kalkınca kendilerini ya hapiste buldu ya da yurtdışına kaçtılar. Makbul oligarklar ise Putin’in dikey iktidarının sacayaklarından birini oluşturmaya devam ediyor.
Türkiye’de de ayrıcalıklı zümre Cumhuriyet dönemi boyunca var oldu. İktidardaki güç eliyle burjuva yetiştirme girişiminin aferistlerinin, gayrımüslimlerin mallarının başına çöreklenerek zengin olanların yanında, bir devlet erkânı zümresi de vardı. İktidarların yandaş işadamları hep oldu. Ana akım medya olarak tanımlanan basın-yayın kuruluşları iktidarın dümen suyundan gitmeye dikkat ettiler. Ama 2010’lara gelene kadar, kısa süren askeri dikta dönemleri haricinde, tek parti dönemi sonrasında ayrıcalıklı zümre üzerinde iktidar tekeli kurulmadı. İktidar seçimler, parlamentodaki ittifak değişmeleri gibi nedenlerle göreli sık el değiştirdiği için, her iktidar odağının bir anlamda kendi ayrıcalıklı zümresi vardı. Bu ayrıcalıklı zümreler arasındaki rekabet aynı zamanda ayrıcalıkların tamamen denetim dışı kalmasını, alıp başını gitmesini bir nebze engelliyordu. Yassıada davalarında sanıklara yöneltilen yolsuzluk suçlamalarının cılızlığını ve bazılarının komikliğini (örneğin Celal Bayar’a açılan Köpek davası), Demirel’in başını ağrıtan yeğeni Yahya Demirel’e açılan hayali ihracat davalarının boyutunu, Özal’ın prenslerinden İsmail Özdağlar’ın rüşvet alma suçundan bakanlıktan cezaevine gitmesini hatırlayınca, o dönemde ayrıcalıklı zümreyi bir nomenklatura olarak tanımlamak pek mümkün olmuyor.
Bugün Erdoğanizm olarak tanımlanan yönetim biçiminde, ayrıcalıklı zümrenin konumu daha çok gayrı resmi bir nomenklaturaya benziyor. Sarayın belirlediği makbul iş insanları, sanatçı, öğretim üyesi, gazeteci, vs… listesine girmenin yolu Erdoğanizm’e tam bağlılık. Sınıf, aile kökeni gibi özelliklerin değil, biraz eğitimin (İmam-Hatip ve İlahiyat kökenli olmak bir üstünlük) ve hepsinden çok Erdoğanizm’e sadakatin ve onun uygun gördüklerine itirazsız itaatin derecelendirildiği bir fiili barem söz konusu.
Çiğdem Toker’in Kamu İhalelerinde Olağan İşler kitabı (Tekin Yayınları) bu yerli ve milli nomenklaturanın iş dünyası cephesini gözler önüne seriyor. 2013-2019 arasında doğrudan pazarlık yöntemiyle 21/b’ye göre ihalesi yapılmış kamu işlerini alan 19 işletmenin dökümü bu yerli ve milli oligarkların iş dünyasındaki listesi bir bakıma. Son yedi yılda 50 milyar TL’ye yakın bir yekûn oluşturan, pazarlık usulüyle doğrudan yapılmış 361 ihalede aslan payı on milyar lira ile Kolin’in. Onu sırasıyla REC, Kalyon, Cengiz, Makyol izliyor.
Erdoğanizm’in nomenklatura listesi SSCB’de olduğu gibi tek boyutlu değil. Farklı konumlarda farklı ayrıcalıklı hak sahipleri listeleri var. Örneğin cumhurbaşkanı, yardımcıları, bakanlar, milletvekilleri, bütün yüksek yargı üyelerine ve bunların yakın akrabalarına ömür boyu “ayrıcalıklı sağlık hizmeti” verilmesini öngören kanun tipik bir nomenklatura örneği. Bu ayrıcalıklı zümrenin, milletvekillerinin arabalarına acil geçiş üstünlüğü tanınması girişimi de, SSCB’de nomenklaturanın perdeleri indirilmiş Gaz Volga ve hiyerarşinin en üstünün kullandığı ZIL marka siyah otomobiller gibi ayrıcalığa sahip olma arzularının yerli bir tezahürü. Kâğıt üzerinde çok partili rejim yürürlükte olduğu için, sadece iktidar partisi milletvekillerinin arabalarına geçiş üstünlüğü verilsin demeye daha dilleri varmıyor.
Pelikan grubu olarak adlandırılan çevre Erdoğanizm’in bugünkü nomenklaturasında üst sıralarda yer alıyor. Gözden düşen Gülen cemaati üyeleri bir numaralı iç düşman olurken, onun yerine başka makbul cemaatler geçiyor. Erdoğanizm’in nomenklaturasının zirvesinde artık “Saray” var. Doğrudan saraydan yönetilen özel ve kamu medya kuruluşlarının sahipleri, yöneticileri de bu nomenklaturanın önemli bir parçası. Toplumda gerçekle ilişkisi pek zayıf olan bir baskın algı oluşturulması politikasının vurucu güçleri…
Nomenklatura üyesinin elde ettiği ayrıcalıklar, o kişi gözden düştüğünde birdenbire onun suç hanesinde yer almaya başlar. Tayyip Erdoğan’ın, kendisinin onayıyla tahsis edilen ve muhtemelen bilgisi dâhilinde mülkiyet devri de yapılan “kupon arazi” niteliğindeki kamu malını, şimdi gözden düşenlerin elinden geri alırken, Şehir Üniversitesi konusunda olduğu gibi, dolandırıcılık yaptıkları suçlamasını dile getirmesi, Putin’in gözden düşen oligarklara gösterdiği tavra benziyor.
Bu yerli ve milli nomenklatura da, SSCB’de olduğu gibi, gücünün gerçek sahibi değildir. SSCB’de bunun sahibi Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Orgburo’su (politbüronun sürekli sekretaryası) idi. Erdoğanizm’in farkı, bu yetkinin kişilerden bağımsız bir güce sahip bir teşkilatta değil, bir kişide toplanmış olmasıdır. Günümüz Türkiyesi’nde yürürlükte olan rejim bir otokrasidir ve bu nedenle yerli ve milli nomenklaturanın bir partiye veya bir kuruma değil, esas olarak bir kişiye sadakati aranıyor. Kurumları dağıtarak, içlerini boşaltarak kendinde güç temerküzü sağlayan Erdoğanizm’in aynı zamanda en zayıf yönü bu değil midir?