Doktora öğrencisiydim, bir sözlü tarih çalışmasında, yüz yirmi civarında görüşmeyi kodluyorduk. Altı yüz sayfadan fazla metinle boğuşmaktan yıldığım bir noktada, hocama neden nitel analiz programlarından birini kullanmadığımızı sordum. “Zihinle el arasındaki bağı gevşetmemek için”miş. Pek anlamadım, sonuçta kelimelerle uğraşmaktaydık, hikâyelerle; nesnelerle değil ki! O çalışma sırasında anladım mı emin değilim ama hak verdiğimi hatırlıyorum- hikâyeleri anlamak için zaman lazımdı, elle kodlama yaparken o zamanı tanıyorduk kendimize.
Bu konuşmayı unutmuştum. Bilirsiniz, unutmak diye bir şey yoktur aslında, hatırlamamaktır o. Sırası geldiğinde hatırlanmak üzere çekilirler sadece.
Eşyanın Dilinden Anlamak/Emeğin değeri ve anlamı üzerine felsefi bir tartışma diye bir kitap çıktı geçenlerde (Metropolis Yayıncılık). Matthew B. Crawford yazmış, Banu Karakaş çevirmiş. Pek sık rastlamadığımız bir şey yapıp çevirmen önsözü koymuş başına. Kendi kişisel serüveninde bu kitabın nasıl aydınlatıcı olduğunu iki sayfada anlatıvermiş, benim için de harika bir kılavuz oldu. Yıllar öncesinde kalmış ve unutulmuş o konuşma birden parladı zihnimde, hocamın söylediği şeyi nihayet anladım. Yaptığımız sadece kendimize zaman tanımak değildi, bununla birlikte, kelimelerin karakterine teslim oluyorduk- tıpkı ahşabın, tıpkı kumaşın, tıpkı metalin karakterine teslim olan bir ustanın yaptığı gibi. Onları elimizle yokluyor, mahiyetlerini anlamaya çalışıyor, onların zamanına giriyorduk. Bütün gerçek ilişkilerde yapıldığı gibi.
Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, kelimelerle değil, şeylerle ilişkimizin dönüşümü hakkında. Yazar bunu açıkça söylüyor: “Amacım, ellerimizi kullanarak bir şeyler yapmaktan giderek uzaklaşmamızın kaçınılmaz, hatta arzu edilir bir durum olduğuna bizi ikna etmeye çalışan varsayımların kökenlerini ortaya çıkarıp sorgulamak”. Bir yandan da uyarıyor: “zanaatkârlıkla ilişkilendirilen mistik muhabbetlerden kaçınıp, zanaatkârlığın sağladığı gerçek tatmin hissini layıkıyla ortaya koymak istiyorum”. Kitabın bir yerinde 19. yüzyılın romantik Art and Craft hareketine kısaca değindiğinde de yapmaktan değil, tamir etmekten bahsettiğini, bunun da pek romantik bir şey olmadığını yeniden vurguluyor. Lavabonun altına girmiş, ter içinde, kıç çatalı ortada boruyu açan usta imgesi, hakikaten de fakir ama onurlu zanaatkâr kadar romantik değil! “Bakım ve tamir etiği”. Bu lafı okuyan feministlerin yüzünde bir gülümseme belirmiştir herhalde. Bakım etiği, feminist politikanın ve teorinin kritik bir alanıdır- şeylerden çok insanlarla ilgili bakım. Çocukları doğurma ve büyütme, dünyayı bir arada tutan bütün o görünmeyen işleri özenle yapma. Şeylere özen göstermekle insanlara özen göstermek arasındaki mesafe o kadar da büyük olmayabilir.
Matthew B. Crawford’un motosiklet tamirciliğinin, rulmanların, pistonların, modifiyecilerin, üstüpü bezlerinin dünyasını, gerçeklikle kurduğu insani ilişkinin mekânı olarak tarif ederken hastaların, çocukların, kahve sohbetlerinin, dikişin, bebek bezlerinin, lahanaların ve temizlik kovalarının dünyasına hiç bakmamasının beni epey şaşırttığını söylemeliyim- gerçi şaşıracak bir şey yok belki de, adam kendi deneyiminden bahsediyor, o bilgiden güç alıyor; motosiklet tamirciliğinden. Evde yaşadığına ilişkin pek bir işaret yok, sadece “yürekli, bilge ve dayanıklı” karısına, “müthiş sevimli” kızlarına teşekkür ettiğinde, tamirhanede yaşamadığını tahmin edebiliyoruz.
Soyut fizikle uğraşan babasının “çift düğüm de olsa bütün ayakkabı bağcıklarını bir ucundan çekerek çözebileceğini biliyor muydun?” dediği sahne de biraz öyle- soyut matematiğin nesnelerin mahiyetlerine takılıp düştüğünü biliyor o, babasından farklı olarak. Sürtünmesiz yüzey ve tam boşluk gibi kuramsal idealleştirmelerin motor tamirinde pek işe yaramadıklarını. Haraway’in “konumlu bilgiler” dediği şeyin önemini. Bağcıklar soyut şeyler değillerdir, belirli bir zamanda ve yerde, belirli bir “konumda”dırlar sonuçta. Feminist bilim eleştirisinin kalbinde yatan bilgi.
Tabii bir de işin kullanım değeri/değişim değeri, somut emek/soyut emek boyutu var. Ürettiğiniz şey ekmek mi, meta mı? Crawford, felsefeci Albert Borgmann’ın bir ayrımını kendi yaklaşımına dayanak yapıyor: “Şeyler, içkin nitelikleri üzerinden anlam aktarırken, araçlar değişen ruhsal ihtiyaçlarımıza cevap verir.” Birinde, kendileriyle (üretirken, tamir ederken, kullanırken) ilişki kurmamızı, dillerinden anlamamızı talep eden şeyler vardır. Failliğimiz ancak onların koyduğu katı ve somut sınırlar dahilinde ortaya çıkar. Hükmeden bir gerçeklik içinde yaşıyoruzdur. İkincisinde, “kullan-at gerçeklik” içindeyizdir, nesneleri kullanmayız, “tüketiriz” (yiyeceklerle ilgili anlatılarda “yemek”ten değil de “tüketmekten” bahsedildiğine dikkat ettiniz mi? Yoğurdu yemiyoruz da tüketiyoruz!). Burada faillik, bir seçme eylemine indirgenir, failin özgürlüğü, seçme özgürlüğüdür. Artık şeylerle onların doğasını gözeterek ilişki kurmayız, onların doğası hakkında herhangi bir fikrimiz olmasa da olur; önemli olan, değişen ruhsal ihtiyaçlarımızı geçici olarak tatmin etmektir- ve yeniden ve yeniden tatmin etmek.
Tüketicinin değişen ruhsal ihtiyaçlarını geçici olarak tatmin eden bütün bu metaların nasıl, hangi koşullarda üretildiğine ilişkin bir değişim hikâyesini de izliyoruz kitapta: Fordizmin seri üretim hattının dayatıldığı vasıflı işçilerin sonuçsuz direnişi (bu sayfalarda birkaç kez “tiksinti”den bahsetmiş; meselenin ciddi bir estetik boyutu var tabii…), vasıflı işçiliğin “mavi yakalı”lığa evrilmesi, direnişin kırılmasında işçilerin borçlandırılmasının rolü ve “beyaz yakalı”ların da Taylorist çalışma prensipleri çerçevesinde yeniden hizaya sokulmaları. “İnsanın yaratıcılığına duyulan ihtiyacın ortadan kaldırılması yolunda insanın olağanüstü yaratıcılığının nasıl kullanıldığı”.
Matthew Crawford, üniversitede ve bir danışmanlık şirketinde “beyaz yakalı” olarak çalıştıktan, bu işlerdeki “budalalık” ve “anlamsızlık” canına tak ettikten sonra, elleriyle çalışan bir usta olmaya karar vermiş ve kitap, “eşyanın dilinden anlama”nın özgürleştirici etkisini anlatıyor.
“Eşyanın dilinden anlama”daki sorumluluk etiği beni kalbimden vurdu, itiraf etmeliyim. Yine de, kelimelerle uğraşmanın “özünde” budalaca ve anlamsız olduğunu düşünmem zor. Hocamın önerisine dönmeyi isterim daha çok. Banu Karakaş’ın yazdığı önsöz, “çeviri, başarısızlık sanatıdır” fikrini kabul edip yine de bu sanatta ustalaşmayı önemsediğini anlatıyor. Kendisinin kitabı böyle okuduğunu. Zihinle el arasındaki bağı gevşetmeden, çevirinin, yazının, okumanın asıl olarak birer emek süreci olduğunu unutmadan. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, çevirmenin önsözüne yeniden döndüm. Sorumluluk etiğini kelimeler bağlamında düşünmek üzere.