İslam ve Siyaset
Murat Belge
Çocukluk yıllarımdan beri ateistim. Ellili yıllarda çok rastlanan bir tavır değildi bu. Dinlerin hiçbirine yakınlık duymadım, ama “din tarihi” “düşünce tarihi’nin çok önemli bir kısmını oluşturduğu için her zaman ilgilendim; okudum ve öğrendim. Bir ateist olarak dini ve metafizik inançları siyasete sokmaya her zaman karşıydım; ama insanların inançlarına saygılı olma ilkesini de her zaman benimsedim ve uyguladım. Varlıkla ilgili benim de düşüncemi, merakımı kurcalayan sorulara kendim nihai bir cevap veremiyorum ve verilebileceğini de düşünmüyorum. Bildiğim dinlerin verdiği cevapları da inandırıcı bulmuyorum. Ama bu, insanların dini cevaplara niçin ihtiyaç duyduklarını anlamama engel değil.

Bu saydığım nedenlerle Türkiye’de “İslami siyaset” yapanlara böyle yapma hakkını tanıdım. Bu konuyu biraz inceleyen herkes İslam’ın seküler bir yöne çekilmesinin imkansız değilse de bir hayli zor olduğunu bilir ve anlar. Aslında bu yalnız İslam için verilecek bir yargı da değildir.
İnsan havsalasının aldığı en yüce kavram “Tanrı”. Öyleyse, Tanrı’nın dediğini yerine getirdiğine inanan kişi, onun üzerine herhangi bir irade kabul etmek istemeyecektir. Hıristiyanlık, İsa “Sezar’ın hakkı Sezar’a” dediği için seküler bir düzene geçmedi. Tarihi gelişme öyle getirdiği için, yani Kilise ile seküler krallıklar bir türlü birbirini alt edemediği için oldu bu. Bunun benzeri ise İslam tarihinde görülmüş bir şey değil.

Dolayısıyla Türkiye’de “Siyasi İslam” görüşünü benimseyenler için ilk adım, laikliğin egemen olmaktan çıkarılmasıdır. Bu, başka türlü olamazdı.

Ancak, “Türkiye’de laiklik” diye bir şeyden söz etmek de aslında mümkün değil, çünkü böyle bir şey olmadı. Cumhuriyet’in getirdiği düzen (Diyanet İşleri gibi bir kurum yoluyla) dini devlet otoritesi altına almaktı. Sonuç verdi mi? Uzun süre bu işlevi yerine getirdi ama bugün vardığımız nokta aslında başarılı olmadığını gösteriyor. AKP’yi yalnız din motifiyle açıklayamayız şüphesiz, ama “AKP ideolojisi” denecek bir şey varsa, onun içinde dinin önemli bir yer tuttuğunu yoksayamayız.

Bu işler zorla, yasaklamakla v.b. olmuyor. Nitekim olmadı. Elli yıl kadar “Ben İslamcı’yım” diyen bir siyasi partinin kurulması bir şekilde engellendi. Erbakan’ın başlattığı partileşme hareketi kaç “kapatma” harekatından geçti ve şimdi AKP 2002’den beri iktidarda.

2002’de seçimi kazanan ve tek başına hükümet kurmayı başaran AKP bunu izleyen yıllarda oyunu yükseltti. Bunu, bütün o bayrak mitingleri, muhtıralar, kapatma davaları ortamında yaptı. Bu sürecin bu toplumda herkese bir şeyler göstermiş olması gerekir ama gerçekten gösterdi mi ya da yeterince gösterdi mi, çok belli değil. AKP seçim kazanıp iktidar olurken Türkiye’de onun dışında, iktidar mücadelesini de partileşmeye bağlamamış bir İslamcı siyaset daha vardı: Gülenci hareket. Milli Görüş’ün büyük ölçüde Nakşibendi kökenden gelen kadrolarıyla Nurcu hareket daha önce bir araya gelmemiş, birbirlerine de pek dostane bakmamışlardı. Ama 2002’den sonra bu iki hareket arasında bir yakınlaşma, adı konmamış bir “ittifak” oluştu. Aşağı yukarı on yıl devam etti de.

Sonra hep birlikte izlediğimiz, gözlediğimiz gibi ittifak parçalandı ve iki hareket arasında, toplumdaki bütün karşıtlık ve düşmanlıkları sollayan bir husumet doğdu. Bu husumet, iktidarda olan AKP’nin her türlü imkanını seferber ederek Gülenci hareketi ezmesi biçimini aldı.

***

Siyaset ortamına bugün baktığımızda, AKP’nin, 2000’lerin başında gösterdiği güçlü görünümden uzaklaştığını görüyoruz. Yerel seçim bu bakımdan anlamlı sinyaller verdi.

Vurgulamak istediğim bir iki nokta var: birincisi, Cumhuriyet ideolojisi ve pratiğinin egemen olduğu yıllarda İslam’a bağlılığını sürdüren kesimin ve varolan düzenin yaşattığı hayattan mutlu olmayanların beklentileriyle ilgili. 1960 sonrası serbest seçim ortamına geçişle birlikte bir “darbeler” dönemine de girilen ülkede, “dini bütün” bir iktidarın, topluma mutluluk getireceği umudu yeşermişti. İslam iktidara gelemediği için bu umudun ne derece gerçekçi olduğunu ölçmenin de bir imkanı yoktu.

Şimdi var. Yerel seçimin verdiğini söylediğim “anlamlı sinyaller” de zaten bununla ilgili. Bu, öncelikle iktidarda olan partinin tavır ve uygulamalarıyla ilgili. Ama “ilgili”, onunla “sınırlı” değil. İki hareket arasındaki çatışmanın ilk “çarpıcı” şimşeği, ünlü yolsuzluk belirtileri, ayakkabı kutuları, yazarkasalar v.b. yoluyla çakmıştı. Gülen hareketi, bir yerlerde tuhaf işler döndüğünü “ihbar” ediyordu. İyi de, kendisi bunları yeni mi “haber” almıştı? Yoksa ittifak devam ederken böyle konuları gündeme getirmenin uygunsuz olacağını mı düşünmüştü? Cevap bu ikincisiyse, bu hareketin etik sorumluluk duygusuna ne kadar güven duyabilirdik?

Bu zamana kadar görülmekte olan darbe girişimi davaları burada belirleyici olan Gülenci savcılar v.b. elinde yürümüştü. Onların bu işleri yürütmelerinde her türlü “evrak tahrifatı” yapıldığı söyleniyor. Bunların doğruluk derecesini bilmeme imkan olmadığı halde, sürecin bir aşamasından sonra işin içine başka etkenlerin karıştığı izlenimini edinmiş ve ilgimi kaybetmiştim. Bir yandan da Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulma çabasını Gülenci kadroların engellemeye çalıştığı söylentileri vardı. Bunların üstüne de “darbe girişimi” geldi.

Yani, sonuç olarak, gözümüzün önünde “asıl aktör” AKP ve Tayyip Erdoğan olmakla birlikte,
bu kavgada “mazlum” rolünü oynamak durumunda kalan tarafın da pek masum olmadığını görebiliyoruz.

Ama “asıl aktör”ün performans düzeyine yetişmeye imkan yok. Bunları zaten her gün yazıyoruz, tekrara gerek yok. Ama, gene “yerel seçim” diyeceğim, toplum da bu “performans” karşısındaki tepkilerini göstermeye başladı. Toplum da “İslamcı siyasetin bu üslubu”ndan çıkarılması gereken dersleri çıkarıyor olmalı.

Burada bir parantez açayım: konumuz “Siyasi İslam”; ancak bugünün koşullarında “Siyasi İslam” dediğimizde aslında “Tayyip Erdoğan” demiş oluyoruz. Kurduğu “tek adam” rejiminde başka türlüsünü beklemek gerçekçi değil. Bunu söyleyince, seyretmekte olduğumuz bu temsilin “Siyasi İslam’ın zorunlu mecrası” olup olmadığını sormak gerekiyor. “Siyasi İslam”, daha daraltarak söylersek AKP, Tayyip Erdoğan’da cisimleşen anlayışa uymak zorunda mıydı?

Elle tutulur gerçeklik bu olduğuna göre, bu anlayışın bu hareket içinde sağlam temelleri olduğunu teslim etmek gerekir. Ama Erdoğan’ın bu noktaya epey adam harcayarak geldiğini de gördük. Hatta sonunda partinin tamamını büyük ölçüde fuzuli hale getirdiğini de söyleyebiliriz. Yalnız Türkiye içinde değil, Müslüman olan ve olmayan dünyada da büyük hayal kırıklığı yaratan bir tavır benimsedi ve dönüşü olmayan bir yola girdi. Ancak bunlar, “Siyasi İslam”ın sadece ve sadece Tayyip Erdoğan yolundan yürümesi gerektiğini göstermiyor. Hatta belki Tayyip Erdoğan fenomeni bu ihtiyacın daha keskin biçimde duyulmasına katkıda bulunabilir.

Bunları düşünmeye ve tartışmaya devam edeceğiz. Sonuç olarak, yıllarca sürmüş “Dini denetim altında tutalım” siyasetinin üretemediği sonuçları Tayyip Erdoğan iktidarının ürettiğini düşünüyorum. İnananların gözünde bir büyüsü olan “Müslümanlar iktidarda olsa” düşüncesinin cevabını kısmen yaşamış durumdayız. Müslümanlar iktidarda oldu. Hukuk, adalet, demokrasi konularında göreceğimizi gördük. Ekonomik alanda olanları seyrettik.

Bugünlerde belirli kesimlerde kaygılar dile getiriliyor: “Deizm yayılıyor… Namaz kılanların, oruç tutanların sayısı azalıyor” v.b. Muhtemelen böyle. Ve böyleyse, Tayyip Erdoğan’ın temsil etmekte olduğu “Siyasi İslam” deneyiminin bunda ciddi bir payı olmalı.