AKP’nin gücünün göstergelerinden biri kamusal tartışma gündemini ve terimlerini tek başına belirleyebilmesidir. Zira böylece AKP kendisinin mesele ettiklerinin yine kendisinin belirlediği parametreler içinde tartışılmasını veya mesele edilmesini istemediklerinin tartışılmamasını sağlayabilmiştir. “Yerli ve milli,” kamu yararı açısından daha gerçek ve acil meseleleri görünmez, bilinmez ve tartışılmaz kılarak, AKP’nin steril ve muktedir kalmasına hizmet eden ve değeri hizmeti kadar olan bir söylemdir. AKP’nin ancak Türkiye’nin bir demokratikleşme meselesi olduğunu kabul ettiğinde koruyabileceği ve netleştirebileceği muğlak “muhafazakâr demokrat” kimliğini kesinkes terk ettiğini gösteren ve 2012 yılında benimsenen “medeniyet” söyleminin modifiye edilmiş halidir. Tıpkı medeniyet söylemi gibi, hakimiyetin münhasıran AKP’de olmasını öngören bir “milli” demokrasi anlayışı kolaylıkla gerçekleşebilsin diye öne sürülmüştür. Ancak “yerli ve milli,” medeniyet söyleminin mutlak hâkimiyete yetmediğinin anlaşıldığı anda Türk milliyetçiliğinin ayakların altından alınıp baş tacı yapılmasını ifade eder. Medeniyetçi dış politikanın iflası ve FETÖ ile mücadele gibi faktörler altına belirginleşen Yeni Sevr Sendromu ve onun sonucu geliştirilen “beka, istiklal, istikbal mücadelesi” söylemleri bu takviyenin kolaylaştırıcısıdır. Her iki söylem de, AKP’nin toplumun kayda değer bir kesiminin varlığının, taleplerinin ve eleştirilerinin demokratik meşruiyetini “mesele” ederek hâkimiyet kurma stratejisini ifade eder. Aynı zamanda bu stratejinin neden olduğu kimlik ve kapasite krizlerini popülist cepheleşmeye abanarak yönetilebilir kılma çabasıdır. “Yerli ve milli,” siyasetin demokrasiyle medenileştirilmesinin reddidir.
“Yerli ve Milli” ve onun prelüdü olan “medeniyet” söylemleri AKP’nin (1) demokrasinin bir iktidar dağılımı ve örgütlenmesi meselesi olduğunu gizlemesine, (2) demokrasiyi bir kimliğin hâkimiyetine indirgemesine ve (3) bu kimliğin taşıyıcısı ve temsilcisi olarak kendisinin mutlak hâkimiyetini bir “doğal hak” haline getirmesine hizmet etmiştir. Böylece her türlü demokratik süreç, kurum, norm ve rakip bu “doğal hakkı” tanımadığı, teslim etmediği ve/veya kullanmasını zorlaştırdığı gerekçeleriyle harcanabilir, yok edilebilir kılınmıştır. Çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı ve nihayet adil ve serbest seçim normları bu harcanabilirlerin arasındadır. Dolayısıyla, “yerli ve milli” söylemiyle yürütülen “demokratikleşme” Türkiye’nin otoriterleşmesi anlamına gelmiştir.AKP’yi eylemlerinden bağımsız olarak, her şart ve koşulda fıtraten ve mutlaka “demokratik” kılan “yerli ve milli,” esasen demokrasi normlarını reddeder. İslamcı bir tema olan Batı ve Batıcı modernleşme karşıtlığı ile bu reddiyeciliğe ideolojik bir karakter kazandırılmaya çalışılır. Ancak, “yerlilik ve millilik” iddiası bir reddiyecilikten ibaret olduğu için, AKP’nin tutarlı ve bütünlüklü bir politika programı ile yapısal sorunlara çözüm getirme ve bir değer üretme kapasitesi yoktur. Buna karşılık, iktidarını güçlendirmeye ve bir tek kendisinin meşru olduğu bir siyaset çerçevesi çizmeye hizmet eden fırsatlar kollamaya veya yaratmaya kendisini endeksleyebilir. Bu fırsatçılığını da liderinin karizmasıyla kolaylıkla örtbas edebilir.
AKP, “yerli ve milli” söylemiyle demokrasi normlarını başlıca iki ayakta reddeder. Birinci ayakta Türkiye’nin demokratikleşme meselesinin otantik fakat zorla yabancılaştırmış İslami kimliğin restorasyonu ve hâkimiyeti meselesi olduğu iddiasını haklılaştırmaya çalışır. Bu doğrultuda, özcü bir şekilde İslam ve Batı medeniyetleri birbirlerini dışlayan iki ayrı medeniyet olarak konumlandırır. Batı medeniyetinin İslam medeniyeti gibi otantik kültürleri taşralaştırmaya ve sömürgeleştirmeye çalışan tek tipçi bir medeniyet olduğunu, Müslümanların ise Batılı norm ve değerleri kabul etmesinin mümkün olmadığını iddia eder. Böylece, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde Batıcı modernleşme projelerinin meşru, demokratik ve başarılı olamayacağını öne sürerek, Türkiye’deki Kemalist modernleşme politikalarının otantik İslami kimliğin otoriter yöntemlerle yabancılaştırılmasına dayandığını iddia eder. Buradan yola çıkarak, Türkiye’de otoriterizmi sadece kendisinin temsil ettiğini iddia ettiği İslami kimliğin yabancılaştırılmasıyla, demokratikleşmeyi ise bu kimliğin yükselişi ve hâkimiyetiyle özdeşleştiren bir şablon üretir.
“Yerli ve milli,” bu pek faydalı olduğu düşünülen ben-merkezci şablonu korumak adına toplumsal ve tarihsel gerçekliği reddetmektir. Otoriter modernleşmenin tek mağduru biziz diyerek, tarihi; “şimdi sıra bizde” diyerek ve “aynıyla veya misliyle karşılık” vererek, adaleti çarpıtmaktadır. “Yerli ve milli,” tarihle hesaplaşıyorum derken toplumla barışmayan, böylece parantezi kendisi içinde kalacak şekilde kapatarak, Türkiye’yi otoriterizme demirleyen AKP’nin sığınağıdır. Bir zamanlar had bildirme hadsizliğine maruz kalarak iç düşmanlaştırılan, selam verilmeyen, selam verilse bile eli sıkılmayan AKP’nin, vatanın gerçek evladı ve devletin tek sahibi olma iddiasıyla kendisinden yana olmayan toplum kesimlerini vatan haini, pislik, istismarcı, işbirlikçi ve Avrupa-merkezci gibi ifadelerle yaftalayarak yabancılaştırma, gayr-ı meşrulaştırma ve güvensiz kılma ehliyetidir. Başka toplum kesimlerini temsil eden rakiplerle demokrasi zemininde ve eşit şartlarda çekişmekten kaçınmaktır. Oluk oluk kan akıtacağı tehdidini duymazdan gelerek, gelecekte işleyecekleri bazı suçları peşinen affederek “yerli ve milli” saydıklarını alabildiğine serbestleştirmek; saymadıklarını ise sözleri veya imzaları nedeniyle siyasetten, meslekten ve dahi hayattan men ederek “medeni ölüm” denilen bir kamp yaşamına sevk etmektir. Aynı zamanda, bu “medeni ölüm” halinin bir ikamesini de kendisi için yaratmaktır. Zira AKP, yukarıda bahsettiğim reddiyeci karakteri nedeniyle kendisini sığ bağnazlıklar arasına çekilmeye mahkum etmiştir. Nitekim aydın müsveddelerinden arındırılmış bir yaşam, “yerli ve milli” dahi olamayan son derece şahsi hurafeciliklere ve bağnazlıklara gebe bir sığlığı cehalet sevgisiyle aşma çabasıyla sonuçlanır.
AKP’nin demokrasi normlarından muaf bir “yerli ve milli” hâkimiyet arayışının ikinci ayağında, demokrasinin münhasıran bir kimliğin hâkimiyetine indirgenmesine sempati ile bakmayacak Batı/AB karşıtlığı yer almaktadır. Burada demokrasi normları bazen bizim değerlerimize uymadığı, bazen de sömürgeciliğinin bir aracı olduğu gerekçesiyle reddedilir. Birincisinde, Batı kökenli olan bu normların Batı tarihinin, yani Batı’da yaşanan toplumsal mücadelelerin ve hak arayışlarının sonucu elde edilen insanlık/medeniyet kazanımları olduğu göz ardı edilir. Demokrasi, Batı kültürüne içkin olan değerlerin kaçınılmaz sonucudur denilerek “kültürleştirilir” ve “bizim kültürümüze uymaz” ilan edilir. İkincisinde, Batı’nın ulusal ve uluslararası pratiklerinin bu normlara çeliştiğine işaret edilerek, Türkiye’de demokrasinin önemine/aşınmasına dışarıdan ve içeriden dikkat çekmek Oryantalist, İslamofobik, sömürgeci ve işbirlikçi girişim haline getirilir. Böylece, güçler ayrılığı gibi demokrasi normlarına uymayan bir başkanlık sistemi, Türk usulü olduğu iddia edilerek meşrulaştırılmak istenir. Özgürlükler, “yerli ve milli” olduğu iddia edilen bir “ahlak” çerçevesi içine alınmaya çalışılır ve bu çerçeveyi idrak edemeyip, örneğin ifade özgürlüğünden yana karar veren yüksek yargı mahkemeleri gayr-ı milli ilan edilir. “Yerli ve milli” yargı, AKP’nin belirlediği milli menfaatlerin gerçekleşmesine yardımcı olan yargıdır.
Gerçekte AKP demokrasi normları ve bu normlarla konuşanlar karşısında özgüvensizdir. Bu durum, dayandığı kavramların altını hiçbir zaman doldur(a)mayan herkesin doğal pozisyonudur. Sözde Batı karşıtlığı hem bu özgüvensizliğin semptomu, hem de bu özgüvensizliğe neden olan normları yok sayarak onu aşma çabasıdır. Güçlünün karşısına çıkarak güçlüymüş gibi yapmaktır. Aynı zamanda, Türkiye’ye artık “medeni” dünyanın bir parçası olmak isteyen bir ülkeymiş gibi davranılmamasını istemektir. Zira böylece AKP mutlak hâkimi olacağı “yerli ve milli” rejimini kurmakta biraz daha serbestleşecektir. Burada AKP’nin tek dayanak noktası, demokrasi başka kültürlerin harcı değildir diyerek demokrasi idealini aşındıran Oryantalist ve popülist yaklaşımların Batı’da yükseliyor olması değildir. AKP, Batı’nın demokratik normları reel politikaya sıklıkla kurban ettiğini bizzat kendi tecrübesinden çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla, AKP açısından önemli olan burada kendisinin muktedir olduğunu, kendisiyle iş yapılmak zorunda olduğunu Batı’ya göstermektir. Bu da bir kez daha gösteriyor ki, Türkiye’nin “yerli ve milli”nin bir ayrıcalık ve ayrımcılık vesilesi olmadığı gerçek bir demokrasi olması, her zaman olduğu gibi, en çok Türkiye toplumunun bu doğrultuda göstereceği iradeye bağlıdır.