Yoruma Dair (IX): “11. Tez” Çevresinde
Orhan Koçak

 

“Zor zamanlarda demokratik siyasetin misyonu, rejimin zor aygıtları arasındaki muhtemel gerilimleri izleyerek ‘dünyayı yorumlamak’ değil, halkların mücadele biçim ve temposunu kendi kararlarıyla biçimlendirecekleri zeminlerin inşası için çaba göstermek; halklarımıza kendi canına kıymakla, rejimi tahkim sunağında kurban edilmenin ötesinde dünyayı değiştireceği kurucu bir seçenek sunmaktır” (a.b.ç.). Sevgili arkadaşım Ertuğrul Kürkçü, tam da rejimin çeşitli aygıtları arasındaki gerilim ve itişmeleri gayet güzel yorumladığı yazısını (Yeni Yaşam, 2/1/20) böylece kendi çabasını sıfırlayarak bitiriyordu: işimiz yorum değil değiştirmektir. Solcular uzun ve karmaşık cümleleri başlatmayı, havalandırmayı ve sonunda ustaca yere indirmeyi bilirler, bu doğru. Ama sonuçta genç Marx’ın zekâyı yasaklayan ünlü “11. Tez”ine varılacaksa, gelip orada istop edilecekse eğer, bütün bu gayrete, zihinsel ve dilsel enerji sarfiyatına ne gerek var.

Belki bir dil sürçmesi veya son otuz-kırk yılın kötü dilsel alışkanlığıdır ama, o “demokratik siyaset” terimi de bence buraya pek uygun düşmüyor. Bunun yerine “devrimci mücadele” denmiş olsaydı bu cümlenin çerçevesi içinde hiçbir sorun belirmeyecekti: devrimciliğin işi elbette yorumlamak değildir, değiştirmektir, eylemle yeni bir durum yaratmak. Ama “demokratik siyaset” deyince işin içine bütün kımıltısızlığıyla, ciddiye alınması gereken sabitliğiyle “durum” giriyor: o durum veri alınacak, o zemin üzerinde “siyaset yapılacak”, asıl amaç durumu değiştirmek olsa da. Demokratik siyaset tam da yorumların alanıdır oysa: peş peşe sonu gelmez yorum ve karşı-yorumların çekişme alanı – sonunda birileri çıkıp da “söz bitti” diyene, hayır, sözü edimiyle bitirene kadar. Weimar demokrasisi de 1933’te böyle bittiydi.

Ama biz birbirimizi anlıyoruz, henüz: demokratik siyaset, bizim anladığımız bir “demokrasi” için siyaset, Vistula Irmağının doğusunda kalan yerlerde ancak sert yöntemlerle, devrimci hazırlanış ve kararlılıkla yürütülebiliyor. Böyle bir ortamda, uçsuz bucaksız steplerde, otların arasında, tefsir ve şerh sahiden de çok fuzuli olabilir. Şairin dediği gibi, “önce: davranmak.”

1847’den 1917’ye ve sonra da 1967’ye ve belki biraz daha sonrasına kadar, evet, şüphesiz edimlerle, eylemli ve son derece fiziksel mücadelelerle süregelen ama her durumda sert bir “yorum ve karşı-yorum” çekişmesine de başvurmak zorunda kalmış bir hareketin, bir düşünsel ve siyasal akımın kurucusunun “yorum” hakkında söyleyebildiği tek şeyin bu olması çok yazık değil midir: yorumun zamanı geçti, önce davranmak.

Bu türden iki hareket oldu modern çağda, 1789 sonrasında. Sonra söylenenleri özgün metne oranla doğrulamak, oradan alıp çeşitli şerhlerle buraya getirmek, mümkünse çok namus-dışı tefsirlere girişmemek… Bu hareketlerden ikincisi zaten yorum hakkındaydı; başlatıcı metninin adı Düşlerin Yorumlanması ve gündelik pratiği de küçük, kısmi ve çekimser yorumlarla ilerliyor, gidebildiği kadar. Ama her yeni gelen, kendi önermesini, tezini, özgün metnin en sahih yorumu olarak sunuyor, aslında yorumu bile değil, ta kendisi, yeni koşullardaki cisimlenişi (demek psikanalitik düşüncede de yorumu kısa devreye uğratan, o kapanmaz yorum aralığını yok sayan bir eğilim en başından beri yürürlüktedir). Lacan bile kendi girişimini 60’lı yıllara kadar “Freud’a dönüş” olarak takdim ediyordu, ustanın menzilinin artık çok ötesine varmış olduğunu sezdiği anlarda bile. Yeni sözün eskisine vurularak doğrulanması gerekiyordu, oradan şerhler yoluyla türetilmesi. Ama burada bir namus var, bir metinsel sadakat -- ve bunun olmadığı durumlar da var.

Bunlar daha çok modern çağın birinci yorum hareketinde, sosyalizmde ortaya çıktı. Bu hareketin iyi ve kolaylaştırıcı yanı, zaten asıl amacın metne sadakat filan değil, belli bir toplumsal duruma son vermek ve bir yenisini kurmak olmasıydı. Özgün metin daha söylendiği anda bile kendi kendisini ikincilleştirerek işe başlıyordu: bizim, biz Marx-Engels’in, bu manifestoda yazdığı cümleler, var olan hayata, süregelen hayata dışardan yapılmış bir müdahale değil, mesela eski ütopyacılarınki gibi yepyeni bir teklif değil, tam da o hayatın (ki çalışan sınıfların süregelen mücadelesidir) sadece bir ifadesidir, olsa olsa bir “teorizasyonu”. Ama o kadar: mücadele bizden önce başlamıştı, belki bizim küçük katkılarımızla biraz daha konsantre biçimde hedefe yönelecek.

Ne oldu burada? İki şey, aslında tek bir şey: yorum aralığının ortadan kaldırılması. Bir yandan teori (yorum, açıklama, tahlil – ne dersek diyelim) sıfırlandı: biz sadece olanı daha düzgün cümlelerle ve biraz ötesini (“nihai amacı”) akılda tutarak dile getiriyoruz. Ama aynı anda süregelen hareket de onu anlayan düşüncenin (yorumun) içine “emilmiş”, orada her zaman çoktan kodlanmış, paketlenmiş oldu. Hareket ile düşünce arasındaki soruşturma mesafesi berhava oldu. İkisi de birbirinin yetkisini, doğruluğunu soruşturabilecekken, açıkça soruşturabilecekken, birbirine yapıştırıldıkları, birbiriyle özdeşleştirildikleri anda ikisi de peşinen iğdiş edilmiş oldu: bir süre ayrı yürümüş bile olsalar sonra birbirlerini sorguya çekecekleri o alan, o yorum aralığı devre dışı bırakıldı.

Yorumla ilgili bu ileti dizisine bazı şair-eleştirmen dostlarımda izlediğim bir davranış kalıbı vesilesiyle başladıydım: yorum yok ve her şey yorum. Eleştirmen bir yazar hakkında, diyelim M.C.A. hakkında bir söze girişiyor, ama adamın tek bir cümlesini, tek bir beytini tahlil etmeden, hayır, bu çok şey istemek olur, düpedüz anmadan, telaffuz bile etmeden yoluna devam ediyor. Ne buluyoruz orada? Anday’ın sözünü değil de daha iyisini, Anday’ın “anlamını”. Başka bir deyişle, benim bir eleştirmen olarak M.C.A.’ya fütursuzca izafe ettiklerimi. Ama belki en doğrusu, benim Melih Bey’i kullanarak kendimi anlatmamı. Benim ben olmamı. Böyle şiir yazılır, şiir belki ancak böyle yazılıyor olabilir – ama benden ayrı bir Anday’ın da olması gerekmiyor mudur. Kendi sözcüklerinin, harflerinin, ritminin, kendi işitsel varlığının nihai sorumlusu olan bir yazar. Biz ondan o sesleri işitmedik mi. Yabancı bir müzik gibi, ilk işittiğimiz bir dil gibi değil miydi. Ama bilemem, belki de hemen anlıyorduk, anlama çabasına yer kalmadan.

Burada kaybolan sadece metinle kavrayış arasındaki mesafe değildir. Metnin kendisi zaten silinmiş, kavrayış da başından beri bildiğimiz tek şeye, “kendimize” eşitlenmiştir. Olaylar ya bizi doğruluyordur, ya da yoktur. Beni anlatmıyorsa hiçbir şey anlatmıyordur. Böyle böyle yeni’ye cevap verme kapasitemiz de kurur. Yanımızdan geçer, haber vermeden.

Suçluluk hissi bu işlerde büsbütün faydasızdır. Ertuğrul Kürkçü kendi tahlilini, yorumunu, deneyimini hemen buruşturup atmasa keşke; çünkü o bilgiyi önünde feda ettiği “sunak”, başka bir deyişle hareket, zaten iyi kötü devam ediyor. Aralarında küçük bir mesafe kalması yeterlidir.