Depresyon ve Melankoli (III): İnsan, Yüce ve Sefil
Erdoğan Özmen
“İnsanlar aile yaşamını besleme yeteneği benimki kadar yüksek anneler tarafından emzirilmiş ve ağulanmış küçük oğulların aynı zamanda ne kadar iyi kızlar olarak yetiştiklerini her zaman idrak edemiyorlar”[1]

Kendimizi yalnızca kendimize referansla tanımlamaya çalıştığımız, buna mecbur hissettiğimiz bir dönemden ve bu döneme özgü öznelliklerden ve ruhsal ıstıraplardan söz ediyoruz aslında. Sadece kendi başına, kendine referansla tanımlanan, demek aynı zamanda bütün bağ ve bağlılıklardan kurtulmuş olmayı ve eksiksiz/mutlak bir özgürlük durumunu arzulayan özneden. Yaptığı şeylerin derhal en üst seviyede gerçekleşmesi ve karşılık bulması için, kendini aşkın ya da etik herhangi bir ilke ile bağlı ve kayıtlı saymayan, dahası söz konusu ilke, sınır ve kuralları atlatılması ve geçiştirilmesi gereken engeller olarak gören (başka bir açıdan o ilke ve sınırların kendi varlığını ve tutarlılığını tehdit ettiği vehmiyle tam bir inkar pozisyonuna gömülmüş) bir tür sapık/psikopat ruh hali ve düşünme/zihniyet biçimi belli ölçülerde hepimize musallat olmuş durumda. Bu tablonun diğer yüzünde, tam bir yalnızlık/bağsızlık/yalıtılmışlık/bir başınalık halindeyken mütemadiyen “kendin ol” buyruğunun baskısına maruz kalmaktan ve kendini en başından itibaren bir proje olarak tasarlamanın bunaltıcı basıncı altında en başta kendinden yorulmuş depresif özne var. Bir bakıma, herhangi bir mevcudiyetten, varlık ve mevcudiyet duygusundan mahrum bir özneden söz ediyoruz çünkü. Pelteleşmiş bir zamansallıkta ve daima hareket halindeki bir uzamda kendini habire ve hep en baştan kendini inşa etme konumunda bulmaktan, ve bunu bağlardan ve desteklerden yoksun halde yapmaya çalışmaktan daha yorucu ne olabilir ki? Kendi dışında hiçbir referansa yaslanmayan (daha doğrusu kendini referans almanın üçüncü bir unsur/konum/fail (Öteki) tarafından dolayımlanmadığı), yaygın bir yalnızlık tapınması eşliğinde (yakın zamanda rast geldim; insan kendi dünyasını kendisi yerinden oynatmalıdır demiş mesela meşhur bir tarihçi) aralıksız bir mübadele döngüsü içinde kendi egolarının değerini artırmaktan ve tahkim etmekten ötesini tahayyül dahi edemeyen, demek mümkün bütün tanımlarını kaybetmiş ve muhtelif boşluk ve kopukluklarla malül öznellikler söz konusu artık günümüzde. Ayrıca zaten, basbayağı meta mübadelesi suretinde yeniden-biçimlenmiş (hoyrat, soğuk, mekanik ve duygusuz bir meta mübadelesi biçimi almış, o düzeye kadar gerilemiş, kurumuş) hayatlar yaşayıp durmuyor muyuz uzunca süredir?

***

Lacan, çocuğun ruhsal gelişiminde hiçbir eksiğin olmadığı (bir eksiklik deneyiminden söz edemeyeceğimiz) mitik bir an/dönem varsayar. Burada çocuk ihtiyaçlarının nesnesiyle (yani anne memesiyle) doğrudan bir ilişki içindedir. Aynı mitik an/dönem, “doyum deneyimi” kavramıyla Freud tarafından da ileri sürülmüştür. Lacan’a göre, bebek tarafından henüz bir nesne olarak, çocuğun bedeninin bir parçası olmayan bir nesne olarak algılanmıyor olsa da (zira nesne, annenin mevcut olmadığı zamanlarda bu ilk doyum deneyimini tekrarlamak için bebeğin giriştiği sayısız nafile çabadan sonra, demek “olgudan sonra” kurulacaktır), nesne (meme) gerçek bir nesne olarak düşünülmelidir. Çünkü bu proto-öznenin varlığı ve ilişkileri üzerindeki bariz etkilerini sergilemeye çoktan başlamıştır. Bebek ne zaman doyurulmaya ihtiyaç duysa annenin daima orada bulunduğunun, zuhur ettiğinin, bebeğin çağrısının/talebinin/feryadının anne tarafından derhal karşılandığının varsayıldığı bir evredir bu. Annenin, bebeğin ağlamalarıyla yoluna koyduğu/hükmettiği bir mevcudiyet ve yokluk karşıtlığı halinde bu gerçek nesnenin (memenin) faili olarak, demek yalnızca simgesel bir konum olarak varolduğu bu evre, -deyim yerindeyse- mutlak bir birlik ve özdeşlik hali, diğer yandan ruhsal gelişimi kavramak açısından zorunlu bir varsayımdır. Anne ve bebeğin bir olduğu, varlığın bu birlikten/ortaklıktan, bir oluştan zuhur ettiği, ayrılarak ortaya çıktığı bu evre ruhsallığımızın temel yapısı ve dinamiklerini ve patolojilerini anlamak açısından da elzemdir.

[1] Philip Roth, Baba Mirası, çev. Avi Pardo, YKY, s. 23