AKP Ağustos 2001’de kurulmasından kısa bir süre sonra, Kasım 2002’de iktidara geldi. O zamandan bu yana da iktidarda. İktidara geldiğinde henüz olgunlaşmış bir siyasi kimliği yoktu. Hala da yok. Geçen sürede, AKP’nin lideri ve iktidar konumu sabit kalmış, ancak müttefikleri, kadroları, ideolojik tutumları sürekli değişmiştir. Bugün AKP, kimliği değil, karizması ve iktidarı olan bir partiden ibarettir. Diğer bir ifadeyle partiyi bir arada tutan, lideri Erdoğan’ın karizması ve sembolik ve maddi kaynak dağıtımının tek merkezi haline gelmiş olmasıdır. Bu iki “tutucu” unsurdaki aşınma ayrı bir yazının konusu olsun. Burada AKP’nin artık son zamanlarda pek dillendirmediği ideolojik tutumlarından olan “medeniyet söylemi”nin motivasyonlarına, İslamcılık açısından anlamına ve demokrasi/demokratikleşme açısından sonuçlarına değinelim.
2011 seçimleri itibarıyla AKP iktidar mücadelesini başarıyla tamamlamış, vesayetçi denge ve denetleme mekanizmalarının ve pratiklerinin üstesinden gelmiş, böylece Türk sağının “seçilmişlerin atanmışlar karşısında üstünlüğü” şeklinde ifade edilen sığ demokrasi anlayışını da gerçekleştirmişti. Dolayısıyla, AKP’nin karşısında dikkate alması gereken bir güç odağı bulunmamaktaydı. Aynı zamanda önemli bir güç birikime işaret eden bu durumda AKP, o zamana kadar vesayetçilikle mücadele ederken kullandığı ve esasen bu anti-vesayetçi mücadeleye indirgediği demokratikleşme söylemini, örneğin hukukun üstünlüğünü kurumsallaştırma, demokratik denge ve denetleme mekanizmalarını kurma yönünde devam ettirmeyi, kısaca demokratik geleceği kurmayı deneyebilirdi. Böylece, esasen İslamcı olmadığı iddiasını güçlendirmek için öne sürülmüş olan ve muğlak kalan “muhafazakâr demokrasi” başlangıç kimliğine de bir kapsam ve derinlik kazandırmış olurdu. Bunun yerine, AKP “muhafazakâr demokrasi” söylemini tamamen terk etti.
Bu terk edişin alenileşmesi başkanlık sistemine geçişin parti gündemine “alındığı” 2012 Kongre’sinde oldu. Erdoğan Kongre’de yaptığı konuşmada “medeniyet söylemi”ni açıkça “partimizin yeni kimliğidir” demeden AKP’nin yeni kimliği ilan etti. Başkanlık sistemine geçiş ise, Kongre için hazırlanan 2023 Siyasi Vizyonu’nda yer aldı:
“Geleceğin Türkiye[’]si’ni şekillendirecek yönetim modelinin ve sisteminin ne olduğu konusu ivedilikle değerlendirilmek durumundadır. Partili Cumhurbaşkanı, yarı-başkanlık ve başkanlık sistemleri bu çerçevede tartışılmalıdır. […] AK Parti, Türkiye’nin siyasi sisteminde yapısal bir sorun olduğunu düşünmekte, buna yapısal bir çözüm bulmak gerekliliğine inanmaktadır. Onun için başkanlık, yarı-başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı tercihlerinden birinin seçilip uygulanması şarttır.” (s. 16, vurgu benim).
Erdoğan’ın henüz 2011 seçimleri öncesinde seçimden sonra başkanlık meselesinin tartışılmasını istediğini ilan ettiği ve kongreye kadar geçen sürede parti içinde örneğin bir komisyon kurarak başkanlık sistemine geçişin gerekliliği ile ilgili bilinen bir değerlendirme ve tartışma sürecinin yaşanmadığı dikkate alındığında, başkanlık sistemine geçiş gündeminin Erdoğan’ın kendi istişare meclisinde geliştirdiği ve partisine empoze ettiği bir gündem olduğu düşünülebilir. Nitekim AKP’nin başkanlık gündemini benimsemesi ancak takip eden yıllarda kesinkes Erdoğan’ın örgütsel aracı haline gelmesi ile mümkün olmuştur. Keza medeniyet söylemi de parti içi bir tartışma sürecinden geçerek benimsenmiş bir siyasi kimlik olmaktan ziyade Erdoğan’ın Kongreye yaptığı kişisel konuşmasıyla partisine tanıttığı bir kimlik niteliğindedir. Dolayısıyla, medeniyet söyleminin esasen parti içindeki ve dışındaki iktidarın Erdoğan’ın tekelinde toplanmasına hizmet etmek üzere geliştirilmiş bir söylem olduğu söylenebilir.
Geriye dönüp baktığımızda, medeniyet söylemi ile AKP’nin esasen ve en kısa ifadesiyle artık demokrasi norm ve değerleri ile bir alakası kalmadığını ilan ettiğini söyleyebiliriz. Zira medeniyet söylemi, Batı kökenli olduğu gerekçesiyle demokrasi norm ve değerlerinin reddedilmesine, bu reddedişi, daha büyük bir kurtarıcı ve kurucu misyonu varmış gibi yaparak, deyim yerindeyse göz kamaştırarak gizlemesine hizmet etmiştir. Popülist bir kimlik politikasına işaret eden medeniyet söylemi, fiili veya potansiyel muhalefetin, dolayısıyla Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin, aslımızdan olmadığını iddia ederek demokratik eleştiriden, muhalefetten ve dahi siyasetten diskalifiye etmek, varlıklarını problematize etmek için kullanılmıştır. O kadar ki, “medeniyetimizin” önde gelen figürleri muhalefetin vatan haini olduğu iddiasını serbestçe savurabilmiştir. Bu anlayış, “medeniyetimizin” daha alt seviyeden taraftarlarında muhalefetin karılarının, kızlarının “ganimet” sayılması gerektiğini iddiasıyla sonuçlanmıştır. Bu açıdan, AKP’nin medeniyet söyleminin alamet-i farikası medeniliğin birinci şartını, “ötekini tanıma” şartını reddetmesidir. Dolayısıyla, AKP’nin medeniyet söyleminde örneğin ortak vatandaşlık temelinde ortak medeni yaşamı kurma diye bir vizyon yoktur. AKP’nin medeniyet söyleminde insanlar değil, inananlar kardeştir. İnananların kardeşliği, Kürt meselesi, Alevi meselesi gibi meselelerin “çözüm” çerçevesidir. Dolayısıyla, medeniyet söylemi bu meselelerin çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin adıdır.
İslamcılık açısından baktığımızda, medeniyet söylemi İslamcıların/İslamcılığın kendilerine sağlanan türlü iktidar imkânları karşılığında demokrasi ve insan hakları ile yüzleşmekten vazgeçmeleri, İslam’ın adalet ilkesini “aynıyla veya misliyle karşılık vermeye” indirgemeleri anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, medeniyet söylemi İslam’ın modern kurum ve değerlerle yüzleşmesini amaçlayan modernist İslamcılığa cevaz vermemiştir. Türkiye’de son yıllarda yükselen, sesi daha tok çıkan İslam anlayışının kadınların makyajı, kot pantolon giymesi, kızlı-erkekli ortamlar ve kız çocuklarının evlilik yaşı gibi meselelerle ilgilenen, başka bir dünyanın oldukça geri ve gerici İslam anlayışı olması bu bağlamda değerlendirilmelidir. Keza İlahiyat fakültelerinde kelam dersinin kaldırılmasının düşünülmüş olması, Ali Bardakoğlu, Mustafa Öztürk, Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, İhsan Eliaçık gibi modernist İslama katkıda bulunduğunu söyleyebileceğimiz figürlerin hedef tahtasına oturtulması bu gerici bağlamın tezahürleridir. Erdoğan’ın “İslam’ın güncellenmesi diye bir şey var” çıkışı, bu geri ve gerici İslam anlayışının yükselişinin toplumda yarattığı tepkinin kendi popülaritesine zarar verdiğinin farkına varmasının, hemen ertesi gün bu çıkışından geri sarması ise modernist İslama mesafesinin göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Bulunan orta yol, yer yer muhafazakâr da denilen bu geri ve gerici İslam anlayışının ulu orta konuşmamasını, mümkünse medya ve halka ilişkileri yönetecek iletişim uzmanlarından destek almasını tavsiye etmek olmuştur. Halen İstanbul’da bir üniversitede öğretim üyesi olan bir profesörün Elazığ depreminden sonra yaptığı çıkışla gündeme gelmesi bu orta yolculuğun pek işlemediğinin işaretidir.
AKP’nin medeniyet söylemi, savunduğunu iddia ettiği İslam medeniyetinin siyasal ve kültürel gelişimine ve saygınlığına katkıda bulunan bir söylem olmamış, hamasi bir Batı-lılaşma karşıtlığını bir iktidar stratejisi olarak kullanmaya hizmet etmiştir. AKP’nin bizzat kendisi istese de istemese de Osmanlı-Türk modernleşmesinin bir sonucudur. Kendi tarihini başkalarının hikâyesi diye reddeden bir medeniyet anlayışı ne demokrasiye, ne de medeniyete katkıda bulunabilir.