Alfred Hitchcock’un “Kuşlar”ı dünya sinema tarihinin kaydadeğer filmlerinden biri oldu. Gelecekte de bu şekilde anılacağı tahmin edilir. Hatta zaman içinde öneminin artacağını da düşünebiliriz.
Hitchcock’un 1963’te bitirdiği filmi o yıllarda –hakkında konuşulanları işitmekle birlikte—gidip görememiştim. On yılı aşkın bir zaman sonra, yetmişlerin ikinci yarısında, TRT’de gösterildiğinde seyrettim. TRT o zamanlar ancak siyah-beyaz gösterebiliyordu. Ancak, “Kuşlar” gibi bir filmin siyah-beyaza daha iyi uyduğunu düşünüyorum. Renklisini, gene televizyonda, birkaç gün önce gördüm. İlk seyrettiğimde etkilenmiştim. Bu ikinci görüşte daha fazla etkilendim sanıyorum. Bunda yalnız benim geçirdiğim değişimlerin değil, dünyada olanların da payı var bence.
Oldukça “sıradışı” sayılacak konuyu Hitchcock’un o sıralarda olmuş bir gerçek olaydan çıkardığı söyleniyor: Monterey’de gerçekten kuşların insanlara saldırdığı birkaç olay görülmüş. Hâlâ ilgi çeken bu olayın (bunda Hitchcock’un payı olmalı) martıların yedikleri bir nesneden zehirlenmesi sonucu gerçekleştiği söyleniyor. Hitchcock belli ki olayı ilginç bulmuş. Böyle olduğuna göre, zihninde, bunu ilginç bulmasına yol açan bir birikim olduğunu sanırım düşünebiliriz. Ama bunun ne olduğunu herhalde hiçbir zaman bilemeyiz.
Hitchcock bu “gerçek” olayı Daphne du Maurier’nin 1952’de yayımladığı bir hikâyesiyle birleştirmiş. Bu hikâye, İngiltere’de, Cornwall’da geçiyor ve olay örgüsü gene kuşların insanlara saldırması üstüne kurulu. Bu hikâyeyi okumadım. Dünya Soğuk Savaş’a doğru yol alırken bir “komünizm tehlikesi” metaforu olduğunu ileri süren yazılar olduğunu bu dönemde, “Kuşlar” üstüne yeniden düşünürken öğrendim. Ama yazıyı yazmadan önce hikâyeyi okuma gereğini duymadım, çünkü iki sanat olayı arasında kurulabilecek ilişkinin yüzeysel ve mekanik olacağını sanıyorum.
Hitchcock üstüne herhangi bir şey söyleme gereğini duyan herkes, şimdi benim yapacağım gibi, nasıl müthiş bir gerilim ustası olduğunu belirterek lafa girer. Evet, öyle. Filmin başka bütün özelliklerini bir kenara bırakıp yalnız bu düzeyde seyretmek mümkün: tema nasıl “haber” veriliyor, nasıl başlıyor ve birikiyor, nasıl doruğa varıyor, bu konuda verilecek bir dersin içeriği olarak ele alınabilir.
Ama benim duyduğum ilgi bunlardan epey uzak şeylerden kaynaklanıyor. “Ne demek istemiş?” sorusu güdüyor ilgimi. Bir şey söylemek zorunda mı? Bir alegori yorumlar -ya da bir bulmaca çözer- gibi, “Şunu yapmakla bunu söylemek istiyor” diye “dekode” edilecek bir çizgi bulmak zorunda mıyız? Bunu bulursak film daha değerli, bulamazsak da değersiz mi olacak? Bu soruların hepsine “hayır” diyerek cevap verebiliriz. Nitekim genellikle böyle yapılıyor. “Kuşlar” üstüne yazılmış değerlendirmelerin hemen hemen hepsinde kuşların niçin böyle davrandığının bir açıklaması olmadığı söyleniyor — ve aynı zamanda bunun en parlak gerilim filmlerinden biri olduğu vurgulanıyor. Gene de, “Ne demek istemiş” sorusunu zihnimden kovamıyorum, çünkü bir şey demek istediğini sanıyorum. Belki “istemiş” fiili yanlış. Belki böyle “bilinçli” bir kararı yok, sadece kuşların insanlara saldırdığı bir film yaparsa buradan ne çarpıcı gerilim sahneleri çıkarabileceğini düşündü. Ama demin rastladığı olaya belirli bir birikimle baktığını söylemiştim; belki o birikim bir biçimde filmden içeri sızdı.
Her neyse. Ben “Kuşlar”la kendi ilişkimi sırasıyla yazayım. Yetmişli yıllarda anlattığım şekilde TRT’de renksiz olarak gördüğümde filmdeki çarpıcı görüntülerin, sahnelerin etkisinde, filmde olmayan bir şeyi de düşündüğümü hatırlıyorum: Tevrat’ta, “Çıkış” faslını! Musa, yanında Harun, Tanrı’dan aldığı talimat üstüne, Yahudiler’le birlikte “anayurt”a gitmek üzere Mısır’dan çıkma izni almak için Firavun’un huzuruna gelir. Firavun “peki” demiş gibi görünür ama bir şekilde “çıkış”ı engeller. Yehova da her seferinde Mısır’ın başına bir afet gönderir.
Bunlardan biri kurbağalardır (“Ve Harun elini Mısır’ın suları üstüne uzattı ve kurbağalar çıkıp Mısır diyarını kapladılar”). Ardından tatarcıklar gelir: “…ve bütün Mısır diyarında yerin bütün tozu tatarcık oldu.”
Acaba Hitchcock’un kuşları da böyle bir afet mi? İmdi, insan zihninin normal çalışma biçimine göre, bir “afet” varsa, buna yol açan bir “kötülük” olmalı. Tevrat’ta bu yeterince açık: Yahudiler yurtlarına dönmek istiyorlar ve Firavun bunu engelliyor. “Kuşlar”da kötülük ne ve nerede?
O günlerde Can Yücel’le karşılaştık. O da TRT’de filmi seyretmişti. Uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Can’ın yorumu benimkinden daha isabetliydi. “Kuşlar doğayı temsil ediyor ve insanlara saldırıyorlar, çünkü insanlar doğaya aykırı işler yapıyor” diyordu Can. Nedir bu “aykırı işler”? Can Yücel’e göre filmin erkek kahramanı Mitch’in annesi (Lydia) ile sevgilisi (Melanie) arasındaki ilişkiydi bu. Annenin oğluna fazlasıyla “sahip” çıkarak ve onu sevgilisinden kıskanarak doğal gidişi bozmasıydı. Yani bir şekilde “Freudian” bir durum, bir aşırı hegemonya durumu vardı.
Tam ne olduğunu bilememekle birlikte doğallığı bozan davranış ve onun cezalandırılması olarak kuşların saldırganlaşması bana da makul göründü. Sonraki yıllarda “Kuşlar” üstüne, filmi yorumlama babında yeniden kafa yormamı gerektirecek bir şey olmadı. Geçen gün yeniden görünceye kadar. Zaten hemen hemen hepsini unutmuşum.
Bu ikinci görüş bir rastlantı sonucuydu ve rastladığımızda film epey ilerlemişti. Yani, başlangıçtaki sahneleri yeniden görmedim. Kasabadaki kahvede kuşların tuhaf davranışını yorumlamaya çalışanları seyrederken Can Yücel’le konuştuklarımızı da hatırlamaya başladım. Hani, bir ceza gerektiren davranışlar demiştik ya. Burada böyle şeyler var. “Yakında kıyamet kopacak!” kehanetinde bulunan “vaiz” mi, “alkolik” mi, o adam biri. Bunlar, özellikle “Evangelist” tarikatlarda sık sık karşımıza çıkan tiplerdir. Bütün insanlığın günahlarının bedeli olarak yok olması düşüncesinden marazi bir zevk alır ve ağızlarının suyu akarak “Kıyamet” edebiyatı yaparlar. “Yüksek sesle bunları konuşmayın, çocuklarım korkuyor” diyen kadına aldırmadan konuyu sürdürenler, kendinden başka her şeye kapalı “işadamı”, onun gibi kendi yaşadığı alan dışında bir şey göremeyen “balıkçı” ve tutuşan benzinle gerilim iyice yükselince, az önceki “çocukları korkutmayın” uyarılarına denk düşmeyen bir hışımla Melanie’ye saldıran anne. Birkaç yüzyıl önce, memleketin öteki kıyısında cayır cayır “cadı” yakan hemcinslerinden hiçbir farkı olmayan o kadın.
Bunların arasındaki “ornitolog” kadın ötekilerden fazla konuşuyor, daha bir ortada. O neyi temsil ediyor olabilir? Kuşları savunarak konuşuyor ama o sırada gerçek hayatta kuşların yaptıklarından habersiz. Haberi olsa ne diyecek? “Kıyamet kopacak” çığırtkanının “bilimsel” karşılığı mı? O “ezber”e karşı bu “ezber”? Çünkü söyledikleri çökmüş durumda. Gerçek kriz durumunda bilimin çaresizliğini mi gösteriyor? Ukala ve sevimsiz olduğunu görüyoruz. Yani, duyarsız ve sevgisiz bir dünya özeti çiziliyor karşımızda.
Kahramanlarımız evlerinde de kuşların saldırısına uğruyor. Melanie bu saldırıdan bayağı berelenmiş olarak çıkıyor. Mitch onu kurtardıktan sonra yaralarına bakıp San Francisco’da hastaneye götürmek gerektiğini söylüyor. Bu noktada bir şeyler değişmeye başlıyor. Bir kere, Lydia’nın Melanie’ye şefkatle yaklaştığını görüyoruz. Can Yücel’in tesbit ettiği “gelin-kaynana” diyalektiğinin “alafranga” biçimi geçerliyse demek bu “doğa-dışı” durum düzelmeye başlıyor.
Küçük kız Cathy’nin filmin başında ona alınan (ve Melanie-Mitch ilişkisini başlatan) muhabbet kuşlarını yanında götürmek istemesi, “Onlar kimseye kötülük etmedi” demesi bir sevgi ve vefa simgesi olarak yorumlanabilir. Gerçekten de o iki kuş, dışarıdaki hemcinsleri gibi vahşi davranmamış, sakin sakin oturmuşlardı. Mitch, evin çevresinde çöreklenmiş binlerce kuş arasından geçebiliyor. Hepsi arabaya bindikten (dolayısıyla kuşlara karşı bir dokunulmazlık kazandıktan) sonra da Mitch otomobili ağır ağır, kuşlara zarar vermemeye çalışarak sürüyor. Bu ayrıntılar insanlığın hiç değilse bu bucağında sevginin hâlâ “berkemal” olduğunu gösteriyor. Binlerce kuş, arada birkaçı gagalasa da, yeni bir saldırıya geçmiyor. Aile arabada giderken film bitiyor ve filmin sonunun belirsiz kalmasını isteyen Hitchcock, “The End” yazdırmıyor.
Evet, kuşlar doğal ve hatta doğa, kendisi. Benim onları ilk görüşümden (yani bu filmde) bu yana kırk beş yıl geçmiş. Bu kırk beş yıl içinde dünyada çok şey değişti ama bunların arasında en önemli olaylardan biri doğayla insan arasındaki ilişkinin değişmesi oldu. Bu aşamaya geldiğimizde, “İnsan doğanın akışını ne yaparak bozdu?” sorusunun cevabı da bir başka biçimde karşımıza çıkıyor. Eriyen buzlarla, yanan ormanlarla, değişen iklimle ve daha bir yığın şeyle, insan doğaya doğrudan doğruya zarar veriyor. Soruya “Freudian” cevaplar aramak zorunda değiliz.
Onun için yazının başında filmin öneminin ve elbette değerinin daha da artabileceğini söylemiştim. Yalnız kuşlar değil, öyle bir bilinci olsa insanlardan intikam almak isteyecek çok sayıda “doğal varlık” olmalı. Ama “intikam” diyerek ortalıklarda gezinen bir “Ozon Tabakası”, “Nerede benim yapraklarım” diye dövünen bir “Amazon Havzası”, acısından eriyen “Antarktika Buzulları” görmüyoruz. Ama intikam, zaten, onların olmaması.
Hitchcock bütün bu gelişmeyi gördü, tesbit etti de öyle mi yaptı bu filmi? Bu sorunun bir cevabı yok herhalde. Bazı sezgileri olduğunu sanıyorum, onun için “Ne söylemek istemiş olabilir?” sorusu zihnime takıldı. Ama 1963’te daha çevreci bir uyanış çok yeni yeni başlıyordu. Bugünkü bilgilerimizin de, endişelerimizin de çok uzağındaydık.
Sağlam kurulmuş bir sanat ürünü, üreticisinin onun içine koymaya çalıştıklarından fazlasını taşır. Geçen zaman ille eskitmez onu. Birkaç örnek vermek gerekirse, geçen zaman “1984”ü eskitmedi. 2020 yılında “Hamlet”i 1600 yılının bir aydınından çok daha dolgun bir biçimde anlıyoruz. “Kuşlar” da bu kategoride anılacak sanat eserleri arasında.