Hamlet’ten Raskolnikov’a: İktidar İstenci ve Şiddet (I)
Derviş Aydın Akkoç

Nietzsche’nin kıyıcı kem bakışından, sert “çekiç” darbelerinden, kendi tabiriyle bir “yabanıl deha” olarak Shakespeare de payına düşeni alır. Nietzsche’yi Shakespeare’in yörüngesine çeken, kahkahaya kışkırtan kuvvet, şairin dehasını şekillendiren bu yabanilik olsa gerek: Shakespeare uygarlık ve tabiat arasındaki kanıksanmış sınırları estetik-politik açılardan krize sürekler; ama bu hamlelerden ziyade bizatihi uygarlık addedilen yapılanmanın kendi içindeki kodları, bu kodlardaki vahşeti ifşa etmesindeki dürüstlük ve cesaret anlamda yabanilik daha ilgi çekicidir Nietzsche nezdinde. Elbette bu yabanıl dehaya yönelik bakış ve köpüren mizah bir “küçümseme” olmadığı gibi saklı yahut açıktan bir “haset” dışavurumu da değildir. 

Kaldı ki, Nietzsche küçümseme yahut aşağılama jestlerine prim vermez, zira küçümsenen bir şey (fikir, inanç, ideal vb.) hakkında tartışma yürütmek anlamsız olduğu kadar zaman kaybıdır da. Düşünce sahasında “hasımlar” edinmekten haz eden bir “polemikçi” değil Nietzsche. Hem hasım hem de polemik; eşitlik ilkesine aykırı, düşük kalibre kategorilerdir bunlar. Filozofun amacı yaşamı hakir gören, yaşama kara çalan, yaşamı güçten düşüren, onu yozlaştıran değerlerin taşıyıcılarıyla (rahipler, politikacılar, ideologlar, filozoflar, pedagoglar, sanatçılar) polemiğe tutuşmak değil, onlara savaş açmaktır. Savaş söz konusu olduğunda “düşman” edinebilmeyi olduğu kadar “düşman olmayı” de sever Nietzsche. Hatta ona göre insan sadece düşmanlarına değil, yeri geldiğinde dostlarına da savaş açmayı bilmelidir. Bu fasılda “savaşçılık” hasletinin “yaradılış”ından geldiğinden söz eder: bu yaradılışta “saldırı” zihinsel bir kaprisle yahut düşünsel bir zayıflıkla değil, doğrudan “içgüdü” ile rabıtalıdır. Saldırı içgüdüsü düşünceyi kışkırtmaya, hakikat-lerin paraziti olan yalanları ve kanaatleri buza yatırmaya, problemleri daha yüksek problemlerle ilişkilendirmeye, “perspektifleri çoğaltmaya” yöneliktir. Bununla birlikte, Nietzsche’de saldırı ediminin “nefretle”, hele hele “hınçla” hiçbir bağlantısı yoktur, bilakis saldırganlık “iyi istencinin”, hatta “şükran”ın ifadesidir. “Savaş pratikleri”nin dört ilke etrafında özetlenebileceğini öne sürer:

“İlk ilke: sadece galip gelmiş olana saldırırım; bazı durumlarda galip gelmesini beklerim. İkinci ilke: Herhangi bir müttefikimin olmadığı, yalnız olduğum, sadece kendimden taviz verdiğim yerlere saldırırım. Kamu nazarında kendimden taviz vermediğim tek bir adım bile atmadım, eylem hakkımın esas kriteridir bu. Üçüncü ilke: Asla insanlara saldırmam, insanlara genel fakat sinsi ve zar zor fark edilen bir belayı gözler önüne seren yüksek-yoğunlukta birer büyüteçlermiş gibi davranırım. (...) Dördüncü ilke: Benim açımdan saldırı bazı koşullar altında iyi istencinin ve hatta şükranın kanıtıdır. Yanında yahut karşısında olayım, hiç fark etmez, ismimi bir şeyle ya da biriyle ilişkilendirmekle o şeye ya da kişiye saygı duyduğumu belirtmiş olurum.”[1]


Galip gelmiş olana, demek egemen olana, kabul edilmiş, tartışılmazlık katına yükseltilmiş şeye açılan bir savaş: Herhangi bir müttefikle işbirliği kurmadan, yalnızca kendi adını tehlikeye atmak pahasına, tek başına girişilen bu savaşta kişiler pek önemli değildir. Önemli olan kişilerin sinsi bir kötülüğü, sonradan daha görünür olacak bir belayı üretiyor, taşıyıp yayıyor olmalarıdır: bir tür suç üstü yakalama stratejisi. Nietzsche koku duyusu yüksek bir düşünür: kötülüğün, yıkımın ön-belirtilerinin kokusunu duymada, seslerini işitmede yetkin bir zihin...

***


Nietzsche esasında Shakespeare’e saldırmaz, daha ziyade ona çatar, cilveleşir, sataşır; hatta hayıflanır, zira Jül Sezar gibi bir karakteri yarattıktan sonra Hamlet gibi “soytarı” bir karaktere doğru gerilemiştir:

“Shakespeare hakkında en yüksek formülü aradığımda bulduğum tek şey onun Ceasar [Jül Sezar] tipini yaratmış olmasıdır. Böyle bir şey düşünerek yaratılamaz, ya o şeysindir ya da değilsindir. Büyük şairler yalnızca kendi gerçekliklerinden hareketle yaratırlar; işin aslı daha sonradan yapıtlarına dayanamaz hale gelirler. (...) Shakespeare, okuduklarım arasında en dokunaklı kişi: Bir soytarıyı sahneleme ihtiyacı duymak için insan nasıl da acı çekiyor olmalı. İnsanlar Hamlet’i anlıyorlar mı? Kişiyi deliliğe sürükleyen şey şüphe değil, ‘kesinlik’tir... Ne ki bunu hissetmek için insan derin olmalı, uçurum olmalı, bir filozof olmalı... İstisnasız hepimiz ‘hakikatten’ korkarız.”[2]

Nietzsche’ye göre, sanat eseri bir kez tamamlanıp sanatçısından özgürleştikten sonra eser onu yaratan kişiden onu tüketerek, enerjisini soğurarak intikam alır. En yüksek formül-yaratım Jül Sezar’dır, ama bu yüksek konumdan gerek biçim gerek içerik açısından derece derece bir düşüş, bir alçalma söz konusudur Hamlet’e doğru. Bu durum karşısında nüktesini esirgemez Nietzsche: insan böyle bir soytarıyı yaratmak için epey acı çekmiş olmalı. Hamlet karakterini yaratırken acı çekmiş yahut tam aksine epeyce eğlenmiş de olabilir Shakespeare. Yaratıcı deha yazarın psikolojisi bir yana, esas mesele: Kendisi de bir tragedya piri olan Nietzsche nazarında Jül Sezar ile karşılaştırıldığında Hamlet neden bir soytarıdır, ya da sahiden bir soytarı mıdır? Niçin hoşlanmaz Hamlet’ten? Onda neyin yayılışını, neyin azar azar büyük bir tehlike haline geleceğini sezmiştir? Hamlet’in üzerinden hiç atamadığı o “kapkaranlık gece” mi, ya da içinden bir türlü çıkamadığı, onu çılgına çeviren, nefret kasırgalarına sürükleyen “melankolisi” mi, ya da daha önemlisi bir “intikam öznesi” haline gelerek bütün bir hayata lanetler yağdırması, yaşam düşmanı kesilmesi mi: “ölmek uyumak / daha fazlası değil, ölmek uyumak...”[3]

 

***


Nietzsche alışılmışın aksine, bakışını meşhur dizedeki “to be, or not to be” kısmına değil, aynı dizenin bu ifadeden sonraki kısmına atıyor gibidir: “that is the question.” (Olmak ya da olmamak, mesele bu işte). Ama sahiden nedir esas mesele? İçinden çıkılması hayli zor bir soru/n bu: Hayatı olmak ve olmamak fiillerinden hareketle, “ya da” ile bölünmüş iki kesin sınıra ayırmak ve bütün mesele de budur demek. Özne herhangi bir eylemin kararsızlık düzleminde bocalarken, bu düzlemden “mesele bu işte” safhasına nasıl ve neyle geçmektedir? “Mesele bu işte” diyen bir fail icra edeceği eylemin (kan suçu işlemenin, şiddetin) meşruiyetini kendi kendinden mi almaktadır? Kişiyi deliliğe sürükleyen, Hamlet örneğinde olduğu gibi delilik rolü yapmaya ayartan “kesinlik” saplantısı tam da bu hükümde açığa çıkar. “That is the question” bir hakikat etkisi yüklenerek, hakikati taklit ederek her türden şüpheyi, tartışmayı, tedirginliği, tereddüdü, muhakemeyi askıya alır. İntikam öznesine yakıt taşıyan, kanlı bir eylemin faili olmaya, cinayete susamışlığa, melankolik taşkınlıklarla bir katile dönüşmeye cevaz veren bir kesinlik olarak “that is the question”: tartışma götürmez bir “kesinlik” bir kez konulduktan sonra sahnelenecek, seyirlik hale getirilecek olan trajik “eylem” de artık bir zaman –en uygun an- meselesidir.

***

Trajik eylem ve zaman meselesi, geç kalmışlık duygusunun basıncı: Nietzsche Hamlet’te gırtlağına kadar “hınca” gömülmüş, kendi haklılığına kendi iman etmiş, bir reaksiyon varlığına dönüşerek intikam düşleri kuran bir “soytarı”nın çırpınışlarını görür. Gelgelelim “soytarılık” tespiti sadece estetik-mizahi bir yargı değil, sonuna kadar siyasal bir yargıdır da. Zira bu soytarılık sadece Hamlet’e has bir şey değildir; Almanya da dahil, modern dünya sahnesinde gecikmiş, geri kalmış, milliyetçilik fantezilerine tutulmuş ulusları, daha genel bir kategori olarak efendi-köle diyalektiğine tabi varoluşları da dairesine almaktadır. Bu itibarla, mesele Shakespeare’den de karakteri Hamlet’ten de çıkmış, saçaklanmış, yeni ve tehlikeli boyutlar edinmiştir. Nietzsche’nin hakkında sinyal verdiği husus da bu yayılma, yeniden yorumlama ve temellük etme süreçleridir zaten. Nitekim Nietzsche “soytarı” sıfatını kullandığı sıralarda Hamlet çoktan Almanya’da bir mit haline gelmiştir, tıpkı Hamlet gibi orta karar bir zihin mekaniği ile kendi intiharına sürüklenen Goethe’nin Werther’i de değil sadece, sözgelimi radikal sol politik şairlerden Ferdinand Freiligrath mesela, 1848 devriminden kısa bir süre önce “Hamlet Almanya’dır / Mezarlık ve sessizlik duvarları arasında...”[4] türünden dizeler yazıyordur, gönül rahatlığıyla...


[1] Friedrich Nietzsche, Ecce Homo, içinde The Anti-Christ, Ecce Homo, Twilight of the Idols, İng. Çev. Judith Norman, Cambridge: Cambridge University Press, 2005, s. 82-83.

[2] Friedrich Nietzsche, Ecce Homo, a.g.e., s. 91. Nietzsche’nin sözünü ettiği bu iki eser ve karakter arasındaki düşüş-alçalma hareketinde üzerinde durulması gereken olgusal bir mesele de var: Hamlet’in yazılış tarihi müphem olsa da, kesin olan bir şey varsa o da, E. A. J. Honigmann’ın belirttiği üzere, 1599’da sahnelenen Julius Ceasar’ın Hamlet’ten önce yazılmış olmasıdır. Bkz.: Philip Edwards, “Introduction”, Hamlet: Prince of Denmark, Cambridge: Cambridge University Press, 1985, s. 5.

[3] William Shakespeare, Hamlet: Prince of Denmark, Cambridge: Cambridge University Press, 1985, s. 146.

[4] Ferdinand Freiligrath şiirini alıntılayan: Carl Schmitt, Hamlet or Hecuba: The Irruption of the Time into Play, İng. Çev. Simona Draghi, Plutarch Press, s. 9. Ferdinand Freiligrath 19. yüzyıl Almanya’sındaki radikal politik şairlerden biri, Karl Marx’ın da arkadaşlarından, Neue Rheinicsche Zeitung’un editörlerinden biri...