İdlib’de ertelenen son perde nihayet sahneye koyulurken, Türkiye’nin iki cami arasında beynamaz Suriye politikasında ibre bir kez daha ABD’ye döndü. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Soçi ve Astana süreçlerinin bittiğini ilan edip, Suriye rejimine karşı savaş hazırlıklarına girişti. Ardından, ABD ‘NATO müttefikimiz Türkiye’nin yanındayız. Esad rejiminin uluslararası toplum nezdinde normalleştirilmesine karşı çıkmayı sürdüreceğiz’ açıklamasıyla tarafını ve niyetini açık etti. Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun zamandır deyim yerindeyse boğazına düğümlenen baklayı ağzından çıkaran MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu: ‘Esad tahtından indirilmeli, gerekirse Şam’a girilmeli’ dedi.
Aslında tüm bu olup bitenlerin sürpriz bir yanı yok. Zira Rusya ile verilen ‘yeni bir dünya kuruluyor’ pozunun hemen her karesinde ABD silüeti aslında hiç eksik olmadı. Öyle ki, Russophil (Rus dostu) Türk dış politikasının harcının karıldığı Fırat’ın batısında bile, ABD ya Afrin operasyonunda olduğu gibi sessiz onayıyla ya da İdlib’de olduğu gibi istihbarat ve diplomasi desteğiyle Türkiye’nin arkasında yer aldı.
Bu tabloya dayanarak Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getiren krizlerin bir tiyatrodan ibaret olduğunu iddia ediyor değilim. Ancak, nasıl Rusya bariz çelişkilere rağmen Türkiye’yle işbirliğini her şeyden önce Suriye sahasının cihatçı gruplardan arındırılması için kullandıysa, ABD de Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını arkalama yoluyla hem Esad rejimin gücününün hem de Rusya’nın Suriye’deki başat rolünün konsolidasyonunu engelledi. Türkiye ise bu her iki taraf açısından da kullanışlı pozisyonunu ‘bağımsız ve egemen dış politika’ paketiyle özellikle iç politikada sermaye yapmayı kâr bildi; uluslararası alanda düştüğü ‘cihatçıların hamisi’ konumunu da, kimi zaman dünyada en fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan ülke sıfatıyla yüklendiği ‘insani misyonu’ kimi zaman da ‘meşru güvenlik kaygılarını’ öne çıkararak öteledi.
Günün sonunda artık bu teranelere tevessül edilmeyeceği ve ABD ile Türkiye’nin, sonu Bahçeli’nin umduğu gibi Şam’a çıkacak olmasa da, Esad’ı Şam’da rahat oturtmayacak bir yolda buluştuğu aşikar. ABD’nin yaptığı açıklamalarda dikkati çeken Türkiye’nin NATO üyeliği vurgusu ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in yaptığı değerlendirmeler ise hedefin yalnızca Esad rejimi değil, aynı zamanda Rusya olduğunu da gösteriyor. Bu aşamada olası bir savaş durumunun taraflarının yalnızca Türkiye ve Suriye olacağını varsaymak yersiz. Dolayısıyla, çözüm muhtemelen Türkiye’nin İdlib dahil olmak üzere Suriye’deki askeri pozisyonunu garanti altına alacak bir ateşkes antlaşmasının bir an önce kotarılmasında aranacaktır. Türkiye’nin uzun süredir savunuculuğunu yaptığı ‘güvenli bölge’nin hayata geçirilmesi ise herhalde Türkiye açısından elde edilebilecek en iyi sonuç olur.
Peki neden şimdi?
Suriye’de taraflar arasındaki çelişkilere rağmen süregelen mutabakat neden şimdi ve İdlib’de bozuldu?
Türkiye açısından bakıldığında Suriye sahasında Rusya ile işbirliği yoluyla elde edilebilecek imkanların sınırına gelindiğini söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki varlığını sürdürebilmesi İdlib’den çıkma, doğusunda ise Serekani ve Gri Spi ötesine adım atmama koşuluna bağlanmış görünüyor. Üstelik Türkiye’nin bu sınırlar dahilinde ne kadar kalıcı olabileceği de tartışmalı. Rusya her seferinde Suriye’nin toprak bütünlüğü ve Adana Mutabakatı hatırlatmasıyla Türkiye’ye çıkış kapısını işaret ediyor. Bu tabloda, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Esad’la elele bir fotoğraf vermek yerine, hazır ‘Esad’a karşı yanındayız’ diyen ABD’ye dümeni çark etmesi anlaşılır. Tabii, zamanlamanın tam da ABD yaptırımları ve S-400’lerın aktive edilmemesi şartı bağlamında belirlenen takvim öncesine denk gelmesi ise meselenin belki de en can alıcı noktası.
ABD politikasında ise aslında bir değişiklik olduğu söylenemez. ABD her ne kadar Esad rejiminin yerinde kalmasına itiraz etmese de, Rusya’nın aksine, rejimin egemen bir güç olarak geri dönüşünü her fırsatta engelledi. Bu bağlamda, Suriye’de Kürtlere verdiği desteğin öncelikli nedeni IŞİD’le mücadele idiyse, ikinci bir nedeni başarısız Suriye muhalefetinin yarım bıraktığı işi Kürtlerin gerçekleştirmesiydi. Bu arada, İran’a maksimum baskı politikasının hız kazandığı bir süreçte, Suriye’de zaten varolan hedef birliği üzerinden Türkiye’nin NATO üyeliğini Ortadoğu ölçeğinde aktifleştirmenin ABD için de doğru bir zamanlamaya işaret ettiği muhakkak.
Neden İdlib sorusunun bütün taraflar açısından yanıtı ise sanırım aynı. Çünkü neredeyse on yıl süren savaşın sonunda ‘Suriye muhalefeti’ adına ortada kalan tek güç İdlib’deki cihatçılar. Türkiye’nin adını ‘Suriye Milli Ordusu’ diye koyduğu ya da Cenevre’de hamiliğine soyunduğu siyasi kanadın ne sahada ne de masada Esad rejimine karşı bir direnç oluşturma kapasitesi/yeteneği var. Dolaysıyla, İdlib Suriye savaşının nihai kazananının ya da kaybedenin belirleneceği bir eşik.
Rusya’nın ve Esad rejiminin neredeyse son iki yıldır bu eşiği zorlaması da bu yüzden. Ama yaşanan gelişmeler ışığında arzu edilen sonuca ulaşmasının pek mümkün olmadığı da ortada. Hal böyleyken İdlib eşiğine takılan hesapların başka alanlarda görülmesi ihtimali de dünden daha fazla.
Zira Rusya ve Esad rejimi Fırat’ın doğusunda son haftalarda dikkat çekici adımlar atıyor. En son, Rusya’nın inisiyatifinde Esad rejimiyle Kürtler arasında yeniden başlayan diyalog sürecinde somut kararlar alındığı açıklandı. Alınan bu kararlara göre, anayasa, idare, eğitim, askeri konular ve petrol konularında ortak komisyonlar kurulacak. Geçtiğimiz Kasım ayında görüştüğüm Rojava Yönetimi’nden yetkililer, Rusya’nın Esad rejimiyle Kürtler arasında bir anlaşmayı teşvik edici açıklamalar yapmasına rağmen, özellikle Şam’ı bir uzlaşmaya zorlayacak gerekli adımları atmamakla suçluyorlardı. Söylenenlere bakılırsa Rusya’nın önceliği Şam-Ankara arasında bir uzlaşmanın sağlamasıydı, ki bu yüzden zaten alternatifisiz görünen Kürtlerle müzakerenin zamana bırakılması tercih edildi. Nitekim bu süreçte Esad rejimi Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretlerini ve Kürt muhalif gruplarını Şam’la birlikte hareket etmeleri konusunda ikna etmek için toplantılar düzenledi. Bu ikna turlarına İran da Tahran’da düzenlediği bir başka toplantıyla destek verdi. Ama tam da İdlib’de gerilimin Türkiye-Suriye arasında çatışmaya evrildiği bir aşamada, Esad rejimi ve Rojava Yönetimi anlaştıklarını duyurdu.
Aynı anda gerçekleşen bir başka gelişme ise Rojava Yönetimi kurulduğundan bu yana Irak Kürdistanı’nda faaliyet gösteren Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS)’nin nihayet Fırat’ın doğusunda ofislerini açması oldu. Aslında bu uzlaşmanın sağlanması uzun süredir ABD’nin de gündemindeydi. Ancak, hem PYD hem ENKS tarafından yapılan olumlu açıklamalara karşın, Kürtler arası birlik çerçevesinde Suriye dışındaki Kürt partilerin de dahil olduğu bu müzakerelerden bir sonuç çıkmadı. İddialara göre sorun, ortaya konulan modelin tıpkı Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi Suriye’de de ikili bir askeri ve siyasi yapılanma öngörmesiydi; hatta, Irak Kürdistanı’ndaki mevcut ikili idari yapının dahi Irak’ın yeniden inşası gereği parçalara bölünmesi riski vardı .
Sonuçta, Kürtler arası birlik konusunda uzun süredir tartışılan askeri işbirliği, dış ilişkilerde uyum, stratejik alanların ortak savunulması ve Kürt politik partileri arasında koordinasyonun sağlanması ana başlıklarında bir uzlaşma sağlanamadı. Ama bu duruma rağmen ENKS Rojava’da ofislerini açtı, çünkü her iki tarafın da acil ve öncelikli gördüğü mesele Suriye’de zayıflayan Kürt pozisyonunu siyasi ve diplomatik alanda güçlendirmek. Bu hedef doğrultusunda belirlenen adresler ise Şam ve Cenevre. Yapılan açıklamalara bakılırsa da, Rojava Yönetimi ve Esad rejimi arasında varılan anlaşmadan Kürtlerin en önemli beklentisi de bu konuda. Halihazırda Cenevre’de Suriye muhalefeti içinde Kürtler yalnızca iki kişiyle temsil ediliyor. Eğer Şam’la varılan anlaşma yolunda giderse, Rusya’nın da desteğiyle Suriye Kürtlerinin Cenevre’de PYD’nin de dahil olduğu daha güçlü bir temsille yer alması planlanıyor. ENKS’nin askeri kanadı sayılabilecek Roj peşmergelerinin mevcut yerel askeri meclislere dahil edilmesi şimdilik gündemde yok, ama Şam’la müzakerelerin konu başlıklarından biri olduğu biliniyor. Idlip’de alevlenecek bir çatışma durumunda, Esad rejiminin Afrin’e yeniden girmek için fırsat kollayan Kürtleri yanına almak için bu başlığı öne çekmesi ise şaşırtıcı olmaz.
Suriye’de gelişen bu inisiyatifle eşzamanlı olarak Rusya’nın son bir ayda Irak Kürdistanı’na iki üst düzey ziyaret gerçekleştirdiğini de gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu temaslar sırasında Ebu Kemal sınır kapısının aktifleştirilmesi ve Rosneft’le 2017 yılında yapılan anlaşma çerçevesinde Irak Kürdistanı petrolünün Kerkük-Banyas boru hattı üzerinden ihraç edilmesi konularının ele alındığı gelen haberler arasında. Bu alternatiflerin hayata geçmesi önünde şimdilik bir çok engel var gibi görünse de Türkiye’ye verilen mesajın açık olduğu ortada. Bu arada Rusya’nın Erbil’e gerçekleştirdiği bu ziyaretlerin, Süleymani ve Mühendis suikastlerinden sonra ABD-Iran arasında bir denge bulma arayışında sıkışan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bir soluk aldırdığı söylenebilir.
Günün sonunda, Türkiye’nin Suriye sahasında dümeni Amerika’ya çark ettirmesinin hiç kuşkusuz hem Türkiye içinde hem bölgede daha çok konuşulacak etkileri olacaktır. Ama şimdiden görünen, Russophil Türk dış politikasının tek somut kazancı sayılan ‘Kürt koridorunu çökertme’ başarısını henüz kâr hanesine yazmak için erken olduğu. Üstelik çark edilen taraf ABD’nin de, en iyimser tahminle, bu koridoru Türkiye’ye yedeklemek amacıyla bile olsa çökertme niyetinde olmadığı herhalde artık anlaşılmıştır.