Hatırladığıma göre “Kültür Savaşı” ibaresini ilkin Tayyip Erdoğan kullanmıştı. Yoksa yanılıyor muyum? Yanılıyorsam, mitolojinin dokunduğu her şeyi altına çeviren Midas’ı gibi dokunduğu her şeyi savaşa çeviren bir Cumhurbaşkanımız olduğu için ibareyi ona mal etmişimdir.
O ya da başkası, ama durumumuzu doğru anlatan bir söz. Savaş halindeyiz. Türkiye, malum, Müslüman bir toplum. Müslümanlık çerçevesinde bakınca, Sünniler çoğunluk, Aleviler azınlık (başkaları da var ama belirleyici nicelikler oluşturmuyorlar). Etnisiteden bakınca bu toplumda Türkler çoğunluk, Kürtler azınlık. Erdoğan iki durumda da çoğunluk olan topluluk içinde ve onların önderi, sözcüsü v.b. olarak davranıyor. Bu iki topluluktan başka siyasi ideoloji bağlamında da çoğunluktaydı. Son İstanbul seçiminden bu yana durumun böyle devam edip etmediğini bilmiyoruz. Etmiyor olması da kuvvetli ihtimal. Yani Erdoğan’ın üçüncü ve en belirleyici ayrımın da önderi olduğu belli değil.
Tayyip Erdoğan kendisi gibi düşünmeyenler konusunda “nötr” denecek bir tavır benimsemekle yetinemiyor. Sevmiyor böylelerini. “Sevmemek” durumu açıklayamayacak kadar “hafif” bir söz. Kızıyor, nefret ediyor, belki yok etmek istiyor. Bu insanlar hakkında konuşurken seçtiği kelimelerden, sesinin tonundan, yüzünün ifadesinden anlaşılıyor bu duyguları. Seçtiği “gerilim politikası” çerçevesinde, öfkesinin ve aşağılamasının dozunu sürekli artırıyor.
Dolayısıyla “kültür savaşı” durumu doğru anlatıyor. “Doğucu/Batıcı” ayrımı bu toplumda çok eskiden beri var; böyle bir ayrım varsa, demek birbirinden pek de hazzetmeyen iki ayrı küme var, demektir. Tabii bunun ılımlısı olacak, fanatiği olacak. Nitekim var. Türkiye toplumunun hızını kesen temel neden bu — bir “ur” gibi bir şey. Türkiye’yi yönetmek üzere yola çıkan birinin toplumu bu hastalıktan kurtarmak için bir şeyler yapması beklenir. Tayyip Erdoğan ise karşıt yolu seçti ve ayrımı derinleştirmeyi, düşmanlık duygusuna yatırım yapmayı tercih etti.
Onun için “kültür”ün de bir harp meydanı olarak algılanması normal.
Bu “savaş” devam ederken Tayyip Erdoğan yurtdışında cereyan etmekte olan sahici savaşlara taraf olarak girmekten de geri kalmıyor. Savaşa girersen kayıp da verirsin. Nitekim veriliyor. Erdoğan bunu topluma duyururken, “Birkaç tane şehit” olduğunu da söylüyor.
Cumhurbaşkanı’nın kelime seçimi birçok kişinin, bu arada birçok yazarın dikkatini çekti.
Onların söylediklerini benim de tekrarlamamın bir gereği yok, ama şu kadarını söyleyeyim. “Tane” kelimesiyle “tadat ettiğimiz” (saydığımız) şeyler genellikle cansız nesnelerdir, insanlar için “tane” kelimesini kullanmayız. “Hakaret” gibi bir şeydir bu. Tayyip Erdoğan “şehitler” hakkında küçültücü kelimelerle konuşmayı bilinçli olarak seçmeyeceğine göre, bilmediği için böyle konuşuyor olmalı. Buradaki ironi, “kültür savaşı” veren (bizim gibi insanlara karşı) kişinin bu bilgiye sahip olmaması. Erdoğan bir yandan bir Osmanlı yüceltmesi içinde; ama bereket hayran olduğu Abdülhamid ölmüş, “şehit” diye nitelediği kişiler hakkında “tane” diyerek konuştuğunu bilmiyor. Yoksa söyleyecek iki çift lakırdısı herhalde olurdu.
On yıl olmuştur, yanılmıyorsam “Genç Kalemler” dergisini incelediğim bir yazıda şoven Türk milliyetçiliğinin birkaç düşmanlık üzerinde temellendiğini söylemiştim. Tayyip Erdoğan dini öne çıkaran bir siyasi hareketten geliyor ama sıradan Türk milliyetçiliğinin ağır etkisi altında, muhtemelen çok farkında da olmadan o ideolojinin kalıpları içinde konuşuyor.
Bu ideolojinin “anti-medeniyet” bir özelliği olduğunu söylemiş ve hem Mehmet Ali Tevfik’ten (soyadı yasasıyla Yükselen), hem de Ziya Gökalp’tan örnekler vermiştim. Tayyip Erdoğan’ın İslâm medeniyeti dışında kalan medeniyetler hakkında saygı ve sevgisini bilmiyorum ama Batı medeniyeti karşısında tavrını hepimiz biliyoruz.
İkinci bir özelliği “anti-hümanist” olmasıdır. “İnsan” değil “Türk” önemlidir onlar için. Tayyip Erdoğan yukarıda söylediğim gibi “Türk ve Sünni-Müslüman” diyecektir. Ancak insan hayatının değeri hakkında düşüncelerinin de ”hümanizm” dediğimiz anlayışla herhangi bir şekilde kesişmediği açıkça belli oluyor. “Şehitler Tepesi” dediği bir yerden zevkle söz ettiğini görüyoruz (Bu acaba Baku’daki “Hiyaban”dan mı esinlenme?). Ora sakinlerinin kalabalıklaşması onun için bir sorun değil, olması gereken ve beklenen bir şey. Bu çerçevede bakınca ölenlerin “tane” diye sayılması bir tuhaf “uygunluk” kazanıyor.
Üçüncü özellik olarak “anti-gerçeklik” demiştim. I. Türk Tarih Kongresi’nde Akçura okullarda okutulacak tarih kitaplarının rötuşlanması gereğini dile getirir. Tarihte “yakışıksız” kaçan olaylar ayıklanmalı, gençlere doğru duyguları aşılayacak biçimde tasarlanmalıdır (Bu görüşü de ondan önce Mehmet Ali Tevfik tarafından savunulmuş ve salık verilmişti). Tayyip Erdoğan on altı Türk devletini temsil eden bıyıklı adamların arasından geçerek bu alanda da yapılması gerekeni yapmıştı. Ama tabii asıl başarısı Amerika’yı Müslümanlar’a buldurmuş olmasıydı. Ama buna varıncaya kadar “üstüne işenen başı örtülü kadın” ya da “camide bira içmeye gelen ‘Geziciler’” gibi bir yığın yalan (Osman Kavala’nın doksan küsur saat Henry Barkey ile telefonda konuşması) halen de piyasaya sürülmekte. Bana zarar vermeyen yılan bin yıl yaşayacaksa, bana yararı olan yalan da on bin yaşasa hiç kötü olmaz.
Bu gibi konuların aynı zamanda “ahlak” alanına komşu olduğu besbelli. Böyle, bu temellere oturan bir “savaş” sürüyorsa, birilerinin öbürlerini kültürleriyle, değerleriyle, idealleriyle yok etmeye çaba gösterdikleri bir çatışma içindeysek, elbette bir “ahlak savaşı” da başlamış ve yürüyor olmalı.
Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir ahlakla yaşamamızı istediği 2002’den beri yeterli netlikle görüldü.