Ahmet Hamdi Tanpınar yaşadığı yıllarda değil de, ölümünden sonra bugün eriştiği ilgiye ve okunurluğa ulaştı. Bu da yetmişlerin ortaları gibi bir zaman. Buraya ulaşmasında sağdan çok Selahattin Hilav, Hilmi Yavuz gibi yazarların Tanpınar hakkında yazmaları etkili oldu. Uyanan bu ilgiyle birlikte sağ da Tanpınar’a sahip çıkma yolunda harekete geçti. Türkoloji’de çalışmış olması buna imkan kazandırdı; daha sonraki yıllarda yayımlanan anı türü metinlerin elyazmaları Mehmet Kaplan gibi Türkoloji öğretim üyelerinin elindeydi (diye biliyorum). Bitmiş ya da bitmemiş romanlarının basılmasını da Dergah üstlendi. Böylece Tanpınar kendi elinde olmaksızın sağa doğru birkaç adım atmış oldu.
Peki Ahmet Hamdi “sağ” bir düşünür müdür? Bence değildir; değildir ama Türkiye’de neyin “sağ”, neyin “sol” olduğuna karar vermek de epey çetin bir iş. Yıllardan beri tartışması yapılmakla birlikte, herkesi ikna edecek bir sonuca varılmadı. Konunun çetrefilleşmesinin birinci nedeni, bence, Kemalizm’i nereye koyacağımıza karar verememiş olmamızdır. Ben kendi hesabıma Kemalizm’in “sol” bir dünya görüşü olduğuna hiç katılmam, ama yaygın kabul bu yönde değil. Hatta denebilir ki Türk sağı, kendi sağcılığını, Kemalizm’e karşı olması olgusu üstüne oturtur. Kemalizm’e karşı en sert eleştiri bu sağdan geliyorsa, demek ki Kemalizm “sol” bir ideolojidir, yollu bir sonuca varılıyor. Oysa, “X sağsa Y soldur” türünden mekanik akıl yürütmelerin aldatıcı olduğu kanısındayım. Yani, milliyetçi-mukaddesatçı görüş “sağ”dır diye Kemalizm “sol” olmaz; bunun tersi, Kemalizm ‘sağ’dır diye milliyetçi-mukaddesatçı görüş de “sol” olmaz.
Bir süreden beri Türkiye’de genel olarak “sol”un içinde diye kabul edilen alanda geçen mücadele sol ile sağ arasındaki mücadeleden daha da şiddetli yürüyor.
Gelelim Ahmet Hamdi’ye. Ahmet Hamdi’nin ortaya koyduğu “düşünsel çıktı”nın büyük bir kısmı Kemalist tarzda uygulanan bir batılılaşma programının eleştirisi biçimini almıştır. Sağın ona gösterdiği muhabbetin temel nedeni de budur. Ancak, Tanpınar’ın bu eleştirisinin “sağ” bir konumdan yapıldığı söylenemez. Ben, tersine, bu eleştirinin temelde “sol” bir eleştiri olduğu kanısındayım. Çünkü Tanpınar bütün bu olayın amacını eleştirmiyor, tarzını eleştiriyor. Tanpınar kendisi de batılılaşmadan yana, bunu Türkiye için bir zorunluk olarak görüyor. Hatta denebilir ki eleştirisinin önemli bir kısmı batılılaşmak için uygulanan yöntemin batılı olmamasıdır. Bu çerçevede Tanpınar son analizde “Kemalist”tir. Tabii bu bizim bu memlekette alışık olmadığımız bir şey. Bizde adam Kemalist’se Kemalizm’i eleştirmez. İnandığın düşünce karşısında “eleştirel” olunmaz.
Tanpınar, bu işler olurken Atatürk’ün çevresinde toplanan, ona tapınan ve her yaptığını bağrına basan (bu davranışlar bugünlerde olan bir şeyleri çağrıştırmıyor mu?) Cumhuriyet seçkinlerinin erişmesine imkân olmayan bir dünya bilgisine ve kültür birikimine sahip bir aydındı. Bu özellikleri de ilkin batılılaşma çerçevesinde onu benimseyen sağ kesimin bu bağlanmasını güçlendirdi.
Çünkü bütün bu “vaveyla” içinde sağ kesimin genel kültür alanında varmak istediği yerin çok uzaklarında olduğunun bilincinde olması da sözkonusu. Bunu açıkça kabul etmekte ne kadar hazırlıklı oldukları bireyden bireye değişir ama bu orada bilinmeyen ya da konuşulmayan bir şey değil.
Tayyip Erdoğan’ın da son derece önem verdiği ama kendisini mutlu edecek bir yere varamadığı bir konu olduğunu biliyoruz. Yalnızca” varamadığı” değil, bu formasyonuyla “varamayacağı” bir yer.
Ama onun da farkında değil, itip kakarak, tepeden buyurarak, birilerini susturup birilerini konuşturarak sorunu çözeceğine inanıyor. Bunlar kültürel bir rekabetin araçları değil ama Erdoğan başka araç tanımıyor. “Repertuar”ında bunlar var.
Dolayısıyla “sağ” Tanpınar’a sahip çıkarken onda olan, kendilerininse bir türlü erişemediği bir kültürel birikimi de kendi saflarına çekmiş duygusuna kapılıyor.
***
Bu yakınlarda Tarık Çelenk, adını “Türk Sağının Düşünce Atlası” koyduğu bir kitap yayımladı; altı yüz küsur sayfa, kocaman bir kitap.
Tarık Çelenk’le bir süreden beri tanışırız. Kurucusu olduğu “Ekopolitik” adlı sivil toplum örgütüyle yaptığımız çeşitli etkinlikler oldu. Genç üyeleriyle (çoğu Müslüman gençler) çabuk kaynaştık.
Bu kitabın adının vaad ettiği şey önemli. Türkiye’de “düşünce tarihi” denince, şimdiye kadar ortaya konmuş birikimin büyük kısmının “sağ” olduğunu görürüz — “sol” adına söylenmiş şeylerde de güçlü bir “sağ altyapı” görülür. Cemal Süreya’nın yapmak istediği işlerden biri tam da Tarık Çelenk’in kitabının adında söylenen işti; Cemal’in buna vakti ya da fırsatı olmadı. “Atlas” kavramının açtığı perspektif özellikle çekici.
Bu 600 sayfalık kitabın büyük kısmı, yani 400 sayfadan fazlası Tarık’ın çeşitli kişilerle yaptığı mülakatlardan oluşuyor. Aralarında soldan birkaç kişi de var, ama asıl ağırlık Milli Görüş ya da Nur hareketi gibi geçmişlerden veya Yeniden Milli Mücadele kökeninden, MHP veya Ülkücü çizgisinden gelenlerde.
Tarık kendisi sonuç olarak İslamcı’dır ama saydığım bu çizgilerle tanışıklığı ve alışverişi olmuştur. Solu zebani gibi gören bir sağcı da değildir. Hatta, kitapta birçok kere söylediği gibi, düşünce üretme alanında solu sağdan daha başarılı bulur. Zaten böyle bir işe girişmesinin nedeni de bu: sağ niçin yeterli bir birikim üretemiyor, niçin güçlü bir düşünce geleneği kuramıyor?
Bu soruları, mülakat yaptığı kişilerin hemen hemen hepsine soruyor. Cevap verenlerin hemen hemen hepsi de orta yerde böyle bir durum olduğu görüşüne katılıyor: evet, bir kısırlık var. Böyle bir şey olduğuna dair bir oybirliği de var.
Bu durumda normal prosedür “nedenler” faslına geçmektir: neden böyle? Nitekim bu yapılıyor. Cevap verenlerden biri Ahmet Davutoğlu: diyor ki, “alim” ve “arif” yetiştiremez olduk. Onların yerine “entelektüel” yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu da tabii “Batılı”; demek ki iyi bir şey değil, bize yaramaz. Vaktiyle “alim” medreseden çıkarmış, “arif” de tekkeden. Bunların ikisini de kapatmışız, bu hale gelmişiz. “Nedenler” faslında söylenen en derli toplu tesbit bu. Nitekim Tarık da birçok kişiye Davutoğlu’nun bu tesbitini nasıl değerlendireceğini soruyor.
Peki, bu kurumların açık olduğu, çalıştığı, öğrenci yetiştirdiği dönemde Osmanlı kültürü bir sağlam düşünce geleneği oluşturabilmiş mi? Kimler bu geleneğin yetiştirdiği filozoflar? Çok önemli buluşlar yapan bilim adamlarımız olmuş mu?
Bir şeyin eksikliğini konuşuyoruz, nedenlerini arıyoruz. Arıyoruz ki eksikliği giderelim. Peki, şimdi bizde eksik olan medrese ve tekke ise bunları bu çağda verimli biçimde çalıştırmanın bir yolu var mı? Yolu, bütün eğitim sürecine din bilgisi katıp yoğurmak mı? Bunların cevapları Davutoğlu’nun söyledikleri arasında da yok.
Dolayısıyla, kitabı okumayı bitirdiğim zaman, Tarık Çelenk’in soruları hakkında, başladığım zamankinden daha çok bilgi ve fikir edinmiş olmadım. Çelenk bir tür “sağ” bağlamında cevap arıyor. Alan “sol” ya da “liberalizm” gibi burada da olduğunu varsaydığımız bir alan olsa bundan daha ele gelir sonuçlar çıkar mıydı, emin değilim. Son analizde, sağda veya solda değil, genel olarak düşünce tarihimizde kısıtlayıcı etkenler olduğu kanısındayım. Bu da normal; bir toplumda falan düşünceyi frenlerken filan düşünceyi kamçılayan bir genel entelektüel ortam olmaz. Ortam teşvik ediyorsa hepsini birden teşvik eder.
Bu durumda sağın “mükemmel”e en yakın kültürel birikimi kendilerinden bir “sağcı” olmayan Ahmet Hamdi Tanpınar’da bulması ve onu kendine sözcü seçmesi de anlaşılır bir şey.