Propaganda
Tanıl Bora

“Savaşa hayır” sloganlı etkinlikler, yasak. Tıpkı “Fırat Kalkanı,” “Barış Pınarı” harekâtlarında olduğu gibi, İdlib’de olanlarla ilgili olarak da, sosyal medyada “kara propaganda” yaptığı söylenenler hakkında kovuşturmalar yapılıyor. Kara propaganda denen şey, genellikle “terör propagandası” ile de ‘iltisaklandırılıyor,’ ama her türlü “olumsuz” veya “moral bozucu” kanaat beyanı, kara propaganda sayılabiliyor. Ekleyelim: “kara propaganda,” yasal bir terim değil, kendisi de bir propaganda terimi…

Google’a barış ve propaganda kelimelerini girerseniz 58 milyon başlık çıkıyor, savaş ve propaganda kelimelerini girerseniz 145 milyon – yaklaşık üç katı. Yurtta ve cihanda ve siyaset tarihinde ve siyasetbiliminde, propaganda, daha ziyade savaşla ‘iltisaklıdır.’ Savaşı meşrulaştırmak, olağanlaştırmak için yapılan propagandanın kuvveti, kapsamı, tecrübe birikimi orantısızca büyüktür. Ansiklopedik denebilecek fasılları var bunun literatürde: Korku yaratma; sansür; dilin tamamen “siyah-beyaz” hale gelmesi; yalan ve abartı; algı yönetimi (büyük ölçüde harp propagandası deneyimlerinden çıkmış bir terim); estetizasyon; “militainment” (harp-darp hadiselerinin bir seyirliğe, eğlenceliğe dönüştürülmesi).

***

Kelime, Papalığın 16. yüzyıl sonlarında Reformasyon ve Aydınlanma kıpırtılarına karşı kurduğu, izleyen on yıllarda kurumlaşan Congregatio de propaganda fide biriminden geliyor: İmanı yayma topluluğu-birliği. 18. yüzyılda, Propaganda diye kısaltılır olmuş.

Latince prōpāgāre fiilinden geliyor: yaymak, yaygınlaştırmak, genişletmek, uzatmak, demek. Zaten öz Türkçesi: yaymaca.(Eskiler “propağanda” diye telâffuz ederlerdi…)

***

Bir parantez. İslam tarihinde insanları dine veya mezhebe kazanmaya kendini adamış propagandistler olarak dâîler var. Kelime Arapça “seslenmek, çağırmak, davet etmek” fiilinden geliyor. Dâîlik daha ziyade heterodoks mezheplere hasredildiğinden, biraz tekinsiz bir çağrışımı var.

***

Kavram tarihine dönelim. Propaganda terimi ilk çıkışında elbette Katolik dünyasında olumlu, kahrettiği Protestanlar arasındaysa olumsuz bir anlam taşımış. Fransız Devriminde kavram sekülerleşmiş: radikal Aydınlanma ve devrim savunusu söylemince sahiplenilmiş. “Propaganda Kulübü” adlı bir Jakoben derneği var. 19. yüzyılın başından itibaren, siyasî fikirleri yayma çabasını anlatan nötr veya olumlu bir anlam kazanmış. 19. yüzyılın sonlarına doğru, propaganda terimi ticarî reklamları da kapsar hale gelmiş. En geç 1930’larda, kavram şiddetle siyasallaşınca, reklam terminolojisinden çıkacak.

19. yüzyıl Avrupa sosyalist işçi hareketinde de propaganda kavramını benimseyenler var. Bolşevikler, onu “bilinç götürme” aracı olarak hararetle sahipleniyor.

***

Modern bir siyasal kavram olarak propagandanın tarihinde dönüm noktası, Nazizmdir. Naziler, hınçla taklit ettikleri hasımlarından, komünistlerden devraldıkları propaganda azmine, fütursuz bir manipülasyon şehveti kattılar. Nazi rejiminin adlı adınca bir Propaganda Bakanlığı vardı (tam adı: Halkı/Milleti Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı). Joseph Goebbels, uğursuz şöhretini propaganda ustalığına borçludur.

12 Haziran 1936’da günlüğüne büyük bir tatminle şu notu düşmüş Goebbels: “Wir machen Propaganda an sich.”[1] An sich, “kendinde şey” anlamına gelen bir felsefî terim, malûm; onunla ilişkimizden, onunla ilgili tasarrufumuzdan bağımsız bir gerçekliği olan, demektir.  “Kendi-için propaganda yapıyoruz,” diyordu yani Goebbels, “bizzat propaganda uğruna propaganda…” İnsanları etkileme, ‘avuçları içine alma’ azminin, gerçeklikten, değerlerden tamamen boşandığı bir andır bu. İnsan boşuna Goebbels olmuyor!

***

Korkunç Nazi tecrübesi, -ve onu Stalinist propaganda aygıtıyla birlikte “totaliter yönetim” parantezine kapatan “hür dünya” söylemi-, propaganda kavramını itibardan düşürdü. Propaganda artık genellikle, bilgi vermekten, argümantasyon geliştirmekten, rasyonel ikna çabasından kopmuş, tamamen rıza üretimine adanmış, bunun için her yolu kullanan, çarpıtmadan, yalandan sakınmayan kitle iletişim tekniği olarak anlaşılır oldu. Basbayağı, “beyin yıkama” olarak…

Soğuk Savaş’ta, “psikolojik harp” terimiyle aşağı yukarı eş anlamlı kullanıldı. McCarthyci cadı avının resmî adı: “Amerikan aleyhtarı propaganda faaliyetlerinin araştırılması” idi. Propaganda “kötülerin” yaptığı bir “beyin yıkama” faaliyeti olarak kodlandığından, “iyilerin” yaptığı iş karşı-propaganda olarak tabir edilmeye başladı – sadece savunma için! Ceza kanunlarında da suç mahalline yerleşti: “Terör propagandası,” “örgüt propagandası”, (eskiden!) “komünizm propagandası,” “milli duygulara aykırı propaganda…”

***

Propaganda kavramının itibar kaybına bağlı olarak ticarî reklamcılığın ve “halkla ilişkiler” faaliyetinin bu terimden uzaklaştığını söylemiştim. Ama altını çizelim: tabii ki reklamlar, propagandadır. Çok kaba konuşmama izin verirseniz, neticede kapitalizm propagandası.

Çok sevdiğim bir arkadaşım anlatmıştı… “Eski”-Yugoslav kayınpederi ne iş yaptığını sorup “halkla ilişkiler“ cevabını alınca “nedir o?“ diye üstelemiş. Arkadaşım  halka ilişkiler işini anlatmaya girişmiş, kayınbirader kesmiş sözünü, “Haa,“ demiş, “propaganda, yani!” Halkın sağduyusu.

***

Propaganda lâfı itibardan düşmekle beraber, yakın zamana kadar Türkiye’de siyasî partilerin “propaganda” tanımından sakınmamış olması dikkate değer. Tabii, hızla ondan uzaklaşmaları da dikkate değer.

Adalet ve Kalkınma Partisi, ‘o işler’ için, tüzüğünde de yazılı, “tanıtım ve medya” tanımını tercih etti. CHP ve MHP, çok daha yakın zamanda, “propaganda”dan “halkla ilişkiler”e geçtiler. CHP’de, 2011’de “Propagandadan sorumlu genel başkan yardımcısı” olan Gürsel Tekin’in sıfatının, 2012’de “İletişim, tanıtım ve medya ile İlişkiler” diye değiştiğini görüyoruz. MHP’de de “basın ve propaganda”dan sorumlu genel başkan yardımcısının iş tanımı, takip edebildiğim kadarıyla 2018’de “Medya, halka ilişkiler ve tanıtım” diye değişmiş.

Mecliste grubu olanlardan, propaganda tanımından sakınmayan iki parti var: İYİ Parti (“Medya ve propagandadan sorumlu genel başkan yardımcısı”) ve Halkların Demokratik Partisi (“Basın, yayın ve propagandadan sorumlu eş başkan yardımcısı”).

“Propaganda”nın yerine “halka ilişkiler”i koymanın bize anlattığı bir şey var elbette. Partilerin kendilerini örgütleri vasıtasıyla anlatmaktan ziyade profesyonel reklamcıların tertiplediği kampanyalarla anlatır hale gelmesiyle alâkalı bir değişim bu. Partilerin halkla ‘zaten,’ ‘organik’ bir ilişki içinde olmaktan uzaklaşıp, bunu bir profesyonel “halka ilişkiler” faaliyetine havale eder hale gelmesiyle alâkalı.

Lekelenmiş propaganda lâfından sakınmak, onun ‘salih’ anlamından, yani kendi hakikatini, kendi derdini, meramını, meselesini anlatma azminden uzaklaşmak anlamına geliyor olmasın?

***

Ernst Bloch’un, Nazi propaganda aygıtının tam gaz çalıştığı bir zamanda, 1936’da, propaganda üzerine yazdığı bir makale var.[2] “İnsanın kendi akıllı olması, akıllı olmanın yarısıdır,” diyor; akıl-fikir, muhatabına da ‘geçtiği’ zaman tamamlanır. “Hakikatin işitildiğinde anlaşılmış olacağını kim söylemiş?”  diye soruyor; “Hakikatin yolunu kendiliğinden açacağı, bir bâtıl inançtır,” diyor. Propagandacılar, Nazi propagandasının yaptığı gibi, aklın kendisini bir bâtıl inanca dönüştürebiliyordur zira. Bloch’a göre, 1789 burjuva devrimi  ‘saf’ aydınlanma diliyle, ‘saf’ akla hitaben konuşabilirdi (ki, Rousseau’nun duygusal itkisi olmasa, yine eksik kalırdı, ona bakılırsa!). Çünkü bilmenin iktidarı burjuvazinin egemenlik talebinin bir parçasıydı. Ayrıca,  karşı çıktığı eski egemen sınıf, aristokrasi, tabanın duygu ve düşüncelerine hitap etme imkânlarına sahip değildi, zaten böyle bir derdi de yoktu. Kapitalizmde, öyle değildir, der Bloch; egemen sınıf, akıllara, gönüllere, duygulara hitap etmenin yollarını yordamlarını teknikleştiriyordur.

Yani, propagandadan vazgeçilemez Bloch’a göre. Buradan, Nazizme muhalif sol propagandanın zaaflarına gelir. “Popülerleştireceğim” diye aşırı basitleştirmeden ve kabalaştırmadan uzak durmalıdır ona göre. Bilimsel olarak veya “tarihsel haklılıkla” doğrusunu biliyor olmanın güveni veya kibriyle konuşmamalıdır; muhataplarının mahrumiyet hislerini, hayallerini, özlemlerini dikkate almalıdır. Bu hislerin, hayallerin, özlemlerin ifade bulduğu zihniyet evrenine vakıf olmalıdır. Bloch, “Sokratesçi” bir propagandaya özlem duyar: bazen bilmiyormuş gibi konuşan, diyaloğa açılan, soru soran ve dinleyen bir propaganda. İnsan boşuna “umut filozofu“ olmuyor!



                                      
[1] Joseph Goebbels, Tagebücher (5 cilt), s. 960, Piper, Münih 2003 (3. Baskı), s. 960.


[2] Ernst Bloch, Von Hasard zur Katastrophe – Politische Aufsätze. Suhrkamp, 1972, s. 103.