Oedipus Karmaşası (48): Bir Hiç Olarak Başlarız Hayata
Erdoğan Özmen

Günümüzde bütün belirti ve işaretlerin çoktandır ve apaçık gösterdiği şey, insanın değişmez, verili bir öze/fıtrata sahip olduğunu söyleyen bütün dinlerin ve kapitalist ideolojinin ötesine geçerek kim ve ne olduğumuzu aynı ortak merakla birlikte düşünmek zorunda olduğumuz gerçeği değil midir? Bencil, yalnızca kendi bireysel çıkar ve iyiliğinin peşinde koşan, ötekilerle kıyasıya bir rekabet ve yarış içinde olan varlıklar mıyız sahiden de? Daha en baştan suçlu, masum, eşref-i mahlûkat (her ne ise) olarak yaratılmış olmaktan kaynaklanan ve kendini dayatan belli bazı yasalara bir ömür boyu tabi biçimde yaşamaktan gayrısı gelmez mi elimizden? İnsan fiziksel bir alan olan biyolojinin, etine/kemiğine çoktan kaydolmuş sefil içgüdülerin, fırsatçılığın ve yırtıcılığın ilelebet esiri olarak kalmaya mahkûm mudur? Ruhlarımıza hükmeden en temel duygu ve itkiler haset, nefret, düşmanlık, acımasızlık, açgözlülük, oburluk, kıskançlık, her şeyi kendine mal etme ve hak görme gibi olumsuz ve yıkıcı duygu ve itkiler midir? Salt kendi-merkezli bir bakışla, büyüklenmeci/megalomanik bir tavırla kendini her şeyde hak ve iddia sahibi görmek, kendi dışındaki tüm varlık âlemini, madde ve kaynakları, ve doğayı korkunç bir agresyonun/açgözlülüğün nesnesine indirgemek ve kendine mal etmeye çalışmak kaçınılmaz kaderimiz midir? Demek en nihayetinde asıl soru, kendimi karşılıklı bir borç ve yükümlülüğün, bir ortaklığın öznesi olarak mı, yoksa ötekilerin, çevrenin bana ilelebet borçlu olduğu inancına yapışarak yaşamak isteyen psikopat bir asalak olarak mı gördüğümdür.  

Ötekini/komşuyu yolumuza dikilmiş, gözünü benim olana dikmiş, benim olanı çalmış, mahrumiyetimin ve engellenmişliğimin faili olarak gören iflah olmaz psikopatlar, demek ki son kertede katil ve yamyamlar mıyız en içimizde? İnsanı düşüneceğimiz ve bulmayı umduğumuz yer, yalnızca kendinden, kendi evinden/bahçesinden/yurdundan, kendi haz ve zevklerinden sorumlu, ayrılmış, izole ve bağımsız, kendini tüm ötekilerin karşısında konumlandırmış, kendiyle sınırlı ve kendine gömülü narsisistik bireyin yeri midir? İyi niyet, sevgi, vicdan, şükran, merhamet, fedakârlık, işbirliği, dayanışma, yardımlaşma gibi duygu ve tavırlar benliğimize esasen yabancı mıdır? Öteki için, ötekinin özgürlüğü ve iyiliği için zemin ve imkânlar tasarlamak, mütemadiyen dayanışmacı ve kolektif varoluş biçimleri yaratmaya yönelmek, ötekine/komşuya açılarak, ötekini gözeterek, kendini ötekine emanet ederek, ötekiyle birlikte var olmak, ötekine teslim olmak, güvenmek ve inanmak, bağ ve ilişki kurmak en nihayetinde gelip geçici ve salakça insanlık halleri midir? İnsan insanın kurdu mudur sahiden? Bir başınayken her birimizin paylaştığı kırılganlık, zavallılık ve savunmasızlık zeminini, en temelde birbirimize muhtaç ve borçlu oluşumuzu, çaresizliğimizi, ortak zayıflık ve acizliğimizi, müşterek güçsüzlüğümüzü, en derindeki köken ve kader ortaklığımızı, demek insana ilişkin en katı gerçeği en açık haliyle ortaya seren acı travmatik karşılaşmalardan sonra bile, her şey olup bittikten sonra, zafer dansları ve şarkıları eşliğinde her şeyi unutup yeniden eski umursamazlığımıza, eski kayıtsızlığımıza ve bencilliğimize dönmek için can atmakta mıdır asıl hakikatimiz?

Daha önceki bir yazımdan aktararak söylersem:

“Freud, insanın maruz kaldığı üç temel narsisistik yaralanmadan, insanlığın benlik-sevgisine yönelmiş üç temel sarsıntıdan söz eder. İlki kozmolojiktir ve yeryüzünün, insanın yurdunun evrenin merkezi olmadığını ilan eden Kopernikçi devrimdir. Diğeri, biyoloji kaynaklıdır ve insanın hayvanlar âleminden tümüyle farklı ya da onlardan üstün olmadığını, dahası diğer hayvanlarla paylaştığı ortak kökenlere sahip olduğunu ileri süren Darwinci kopuştur. Ve nihayet son darbe, insanda ego ve bilinçliliğe merkezî, indirgenemez ve sabit bir konum atfeden geleneksel psikoloji anlayışını, insanın kendini kavrama ve temsil etmesinin yürürlükteki biçimlerini alt üst eden psikanalizin temel keşfiyle (bilinçdışının keşfiyle) ilişkili olan darbedir: Nitekim, ‘Ego kendi evinin (bile) efendisi değildir’ denecek, ve, ‘Hiç şüphe yoktur ki, bu yüzden ego psikanalize hiç de iyi gözle bakmayacak ve ona inanmayı inatla reddedecektir’ diye eklenecektir. İnsan-merkezli bakışı yıkıma uğratan, insanı merkezsizleştiren, onu -deyim yerindeyse- merkezkaç kuvvetler karşısında savunmasız bırakan, söz konusu narsisistik yanılsamayı parçalayan; ve bunun kabulünü, insanlığın kendi için bambaşka bir hikaye yazacak, kendine yepyeni bir tarih yaratacak olmasının ön koşulu sayan dördüncü bükülmeyi de not etmeliyiz buraya demek ki, Marx’ın buluşunu. Althusser’in yorumuyla söylersek; ‘Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir, bir motoru vardır ve o motor sınıf mücadelesidir.’ İnsanın kendi tarih-öncesini sonlandırarak nihayet kendi hikayesini yazacak olması, -paradoksal bir biçimde demek ki- ancak aynı narsisistik hak/yetki vehminden uzaklaşması ve kendini kolektif bir çabanın içinde var ve temsil etmeyi arzulaması ölçüsünde mümkün olacaktır.”

Demek şimdiki virüs salgınıyla anlam evrenimizin tümüyle çökmesi, gündelik gerçekliğimizi oluşturan ve çerçeveleyen bütün koordinatların ve algılama biçimlerinin dağılması karşısında, önümüzde açılan bu dehşetli boşluk/yarık karşısında, gerçekliğin kendisindeki yapıp-etmelerimizi, faaliyetlerimizi ve alışkanlıklarımızı aynı şekilde sürdüremeyiz artık.  

Belki de kendimizle sahici bir karşılaşma ve yüzleşmenin vakti çoktan gelmiştir. Kendi gerçek/hakiki benliklerimizle, arzumuzun Gerçek’iyle. Belki de devasa bir yanılsamaya yaslanan, grandiyöz/megalomanik bir yanılsamanın zavallıca ve ısrarla muhafaza edilmesinden ibaret olan ve var olan toplumsal gerçekliğe bir tür uyum temelinde yapılanan sahte benliklerimizle hesaplaşmanın tam zamanıdır.

İnsanın kim ve ne olduğunu düşünmekten, kendimizi yeni kavram ve anlayışlarla yeniden bulmak, inşa etmek ve keşfetmekten daha acil bir görevimiz yok artık. Yaşadığımız felaketi, yıkım ve acıları, güçsüzlük ve çaresizliğimizi, anlam ve gerçeklik evrenimizde açılan dehşetengiz boşluğu bundan sonrası için umut, güven, moral ve cesaret verecek, ve hepimizi ortak bir geleceğin vaat ve ışığıyla teskin edecek bir bakış açısı ve ufkuyla kavramak istiyorsak eğer, ihtiyacımız olan bambaşka bir şeydir artık: Bambaşka bir insanlık medeniyetinin ufku ve bakış açısı. Başka bir insanlık tasavvuruna, başka bir insanlık kaidesine yaslanan, başka bir sorumluluk, ortaklık ve benlik etiğini varsayan bambaşka bir medeniyet.           

Velhasıl, bugünkü felaketimizi, bütün insan varlıklarının aynı insanlığın ortak evinde/bahçesinde oturduğu, aynı kökeni ve kaderi paylaştıkları inancı ve bilgisiyle bambaşka bir medeniyet tercihi için kutlu bir sahneye dönüştürmek, bu fırsatı ıskalamamak elimizdedir.

“İnsan varlıkları, sadece ortak bir kökeni paylaşmıyorlar. Ortak bir kaderi de paylaşıyorlar. Yeryüzündeki bu kader ortaklığı bugün karşımıza, tüm derinliği, kapsamı ve güncelliğiyle çıkmakta. Bütün insan varlıkları yok olma kaderini paylaşıyorlar. Bütün insan varlıkları hayatın ortak bahçesinde yaşıyor, insanlığın ortak evinde oturuyorlar. Hepsi, dünyasallaşmış çağın ortak macerasının tarafıdırlar. Hepsi, bugüne özgü ölüm-kalım durumunu yaşıyor.”[1]

Zizek’in fazla naif bulunarak alayla karşılanan önerisini bir de ben tekrar edeyim: Ya hep yapageldiğimiz üzere güçlü olanın hayatta kalma ilkesinin en vahşi mantığını kabul edeceğiz ya da küresel işbirliği, dayanışma, yardımlaşma, cesaret, heves ve arzuyla bambaşka bir şeye gözümüzü dikerek yeni bir komünizm icat edecek ve onu uygulamayı seçeceğiz.

İnsan çünkü, kendini mütemadiyen ve yeniden yeniden icat eden, keşfeden, yapan bir varlıktır.


[1] E. Morin ve M. Ceruti, Bizim Avrupamız, çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, 2014, s. 143.