Önce, şu “Yeni Dünya Düzeni” lâfının safahâtini bir hatırlayalım.
“Yeni Dünya Düzeni” lâfı, 1990/91’de, ABD ile müttefiklerinin Kuveyt’i işgâl eden Irak’a açtığı savaş sırasında ortaya atıldı. Müellifleri, ABD think-thank’leri idi ve bu esasen bir “Foreign Policy” (Dış Politika) tabiriydi. Aşağı yukarı şöyle bir nizamı tasvir, ilân ve ‘vaad’ ediyordu: Sovyetler’in çöküşüyle dünya jeopolitiğinde iki kutupluluk ortadan kalkmış, dünya tek kutuplu (veya iyimser ifadesiyle kutupsuz) hale gelmiştir; bundan böyle uluslararası siyasî anlaşmazlıklar bir tür ‘dünya iç politikası’ erkânı içinde, “uluslararası topluluk”un ortak iradesi ve organlarıyla çözülecektir; bu sayede de ihtilaflar askerî çatışma biçimini almayacaktır; olsa olsa, ‘dünya iç politikası’ mantığı çerçevesinde, meşrû şiddet tekeline sahip “uluslararası topluluk”un, kararlarını tanımamakla “terörist” konumuna düşen tarafı hizaya getirdiği “düşük yoğunluklu çatışmalar” vuku bulabilecektir.
Bu kurguda “uluslararası topluluk”un, merkezinde ABD’nin olduğu Batılı büyük güçlerin hegemonyası altında düşünüldüğü de açıktı. Bu Yeni Dünya Düzeni tasarımı, ABD’nin, Sovyet-sonrası dünyada mukayeseli üstünlük faktörü olan askerî gücünü kullanarak hâkimiyetini tesis etme maksadının ifadesiydi; ‘hediyesi’ ise, uluslararası ilişkilerde barış ve asayiş olacaktı.
Ancak Kuveyt/Irak operasyonunu uluslararası medya ve -olduğu kadarıyla!- uluslararası kamuoyu nezdinde iyi kötü meşrûlaştıran Yeni Dünya Düzeni konsepti, Somali’de, hele hele Yugoslavya/Bosna krizlerinde çuvalladı ve inandırıcılığını yitirdi. Bağdat bombardımanlarının üstünden bir yıl bile geçmeden, bu terimin “Yeni Dünya Düzensizliği” diye alaya alınmasına alışılmıştı. Bugün sanırım en gözü dönmüş Foreign Policy allâmeleri bile bu terimi kullanmıyor. Yeni Dünya Düzeni lâfının arkasındaki, uluslararası politikayı kontrol edilebilir bir “dünya iç politikası” nizamına dönüştürme arzusu bakî; fakat hiçbir ABD’li veya Batılı jeostratejist artık o kadar iddialı değil. Bosna krizinden itibaren açığa çıktı ki, Yeni Dünya Düzeni’nin ifade ettiği türden bir ‘âleme nizam verme’ cehdine galebe çalan bir kaygı var: o da, ekonomik ve siyasal ayrışmaların coğrafî sınırları lime lime ettiği koşullarda, Batı/Kuzey dünyasının refah adalarının emniyetini sağlamaktır. “Dünya iç politikası”, tıpkı günümüzün ulus-devlet iç politikaları gibi, cümle âleme huzur ve sükûn sağlamaya değil, huzursuzluk ve asayişsizlik kaynaklarını tecrit etmeye, ‘kibar muhitlerden’ uzak tutmaya azmetmiştir.
Kısacası Yeni Dünya Düzeni lâfı, dünya sisteminin büyük güçlerinin uluslararası politikaya nizam verecekleri iddiasıyla kalkıp, çok geçmeden geri oturdukları bir ‘parlama’ ânının lâfıdır. Uluslararası politikanın berisinde, global kapitalizmin kaotik yapısını açığa vurur. Uluslararası politikanın arkaplanında, kapitalist sistemin işleyişinin ‘düzensizliğinden’ bahsetmek lâzımdır: kapitalizm kuşkusuz regülasyon ihtiyacından ve mekanizmalarından (başta devletlerden) feragat etmiyor, fakat örneğin akışkanlığı olağanüstü hızlanan ve bünyesi itibariyle kontrolü zor olan malî sektörün kazandığı ağırlık nedeniyle kaotikleşen bir gidişle baş etmek durumunda. Esnek üretim ve enformasyon teknolojileri, ağ tipi örgütlenme... gibi, merkez-çevre ilişkilerini her düzlemde karmaşıklaştıran başka etkenleri de sayabiliriz.
Ekonomik süreçlerin ötesinde, kapitalist sistemin işleyişinde temel düzenleyici mekanizma olan ekonomi-devlet (siyaset) ilişkisinin kendisinde bir karmaşıklaşma (‘düzensizleşme’ de diyebiliriz) söz konusudur. Zaten kapitalist sistem, tarihsel olarak, sıkı, düzgizgisel bir merkez-çevre örgütlenmesi içinde gelişmemiştir; ulusal ve yerel birikim ve regülasyon şebekelerinin birbirleriyle eşitsiz ve eşzamansız ilişkileri çerçevesinde örgünleşmiştir. Kapitalist ekonomi, kendi kendini düzenlemez, düzenleyemez; düzenleyici bir sistem olarak devlete ihtiyaç duyar - belirli bir devlete: piyasayı, emek arzını ve tüketicileri tanzim eden kapitalist devlete, bu da ulus-devletin ta kendisidir.
Hiçbir tarihsel örnekte ‘arı-duru’ kapitalist rasyonellere uymayan kapitalist gelişmenin farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda ilerleyişine yardım eden toplumsal, bölgesel, ulusal, ırksal, cinsel ayrışma ve sömürü biçimleri, esas itibarıyla, devlet politikası eliyle ‘ayarlanır’. Bu sistem, hem sınıfsal-toplumsal mücadeleler tarafından hem de siyasal ve ekonomik ağlar arasındaki karmaşık ilişkiler tarafından etkilenmeye, kendi içinde değiştirilmeye açık bir sistemdir. Kapitalizmin globalleşme olarak tanımlanan yeni evresinde, kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin yayılması ve içselleşmesiyle, bu karmaşıklık ve belirsizlik düzeyi artıyor. (Tabiî ki mutlak bir belirsizlikten değil, kapitalist sistemin kendi içinde düzenlenmesine ilişkin bir kayganlıktan, hızlı değişimden söz ediyoruz.) Ulusal piyasaların sınırlarının -içe ve dışa doğru- çözülmesiyle, devletlerin düzenleme yeteneği azalıyor; yerine konacak başka bir düzenleme mercii de ortada görünmüyor. Bu koşullarda devletler sistemin yeniden üretimi açısından hayatî fonksiyonlarda yoğunlaşırken birçok toplumsal alanı ve coğrafî bölgeyi ‘kendi haline’ bırakıyorlar, ki bu da kaotikliği salt makro (uluslararası) politika düzleminde değil gündelik yaşamda da büyütüyor. Neticede, elbette problemler yaratan, ama sistemin pekâlâ birlikte yaşayabileceği bir kaosla karşı karşıyayız.
Şimdi; “Yeni Dünya Düzeni” lâfını bu genel çerçeveyi gözeterek kullanmanın anlamsız olmayacağını düşünüyorum. Buna karşılık, bu lâfın sosyalist/sol söylemde “göze fer, batna cilâ, derde deva” bir analiz terimi olarak bol kepçe kullanılmasıyla ilgili şüpheler taşıyorum. Kimi metinlerde “YDD” diye kısaltmasıyla anılacak kadar sık kullanıldığında şüphem yoğunlaşıyor; zira anlatımı kısaltmalara emanet etmek risklidir: kısaltılan kavramın içeriği ezbere alınmış olur, içeriği indirgenir - hatta bir bakarsınız unutulmuş bile.
Şüphelerimi sıralayayım.
• “YDD” terimine, çok kere, taşıyamayacağı kadar şumûllü bir anlam yükleniyor. Çok zaman, “globalleşme” kavramıyla eşanlamlı veya bitişik kullanılıyor. Bazan buna “postmodernizm” de ekleniyor ve “YDD-globalleşme-postmodernizm” üçlemesi, her nevi güncel fecaatin sebebi olarak metinler ve söylevler boyunca sarf ediliyor. Kapitalist sistemin kendi içindeki değişim sürecinin birçok veçhesi, yeni/yeniden modernleşme dalgasının muhtelif görünümleri ve “dünya iç politikasındaki” karambol, böylece cem edilmiş oluyor. Bu düzeyler arasında elbette bir rabıta var, fakat düzeyleri tefrik etmeden, üstelik bunları tek-merkezli ‘komple’ bir programın insicamlı bütünlüğü içinde şablonlayarak hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir.
• “YDD” ayrıca, kapitalizmin ‘bildik’ yüzünü perdeleyen bir kandırmaca , bir boya anlamına da alınabiliyor. Ezcümle: “Dünya değişti diyorlar, değiştiği falan yok, sınıf çelişkileri duruyor, umut hâlâ sosyalizmdedir...” Kapitalizmin temel mantığının, metalaştırma/’değerleme’ sürecinin, üretim ilişkilerinin doğasının, sınıf çelişkilerinin vb. esas itibarıyla yürürlükte olmasıyla rahata ermek ve gerisini teferruat sayarak ilgilenmemek, softaca ve aslında apolitik bir bir imanın belirtisi olmuyor mu?
Teknolojik yeniliklerden sosyal ilişkilerdeki dönüşümlere kadar yığınla fenomenin, kapitalizmin eski zamanlarından çok farklı bir duruma yol açmadıkları müteârifesiyle yetinmeden çözümlenmesi, anlaşılması gerekiyor. Bu fenomenlere dikkat vermenin, onlar karşısında hayranlığa kapılmaktan ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye ışıldamaktan başka bir yolu-yordamı yok mu? Olmaz olur mu: globalleşme ve postmodernlik diye tanımlanan süreçlerle ilgili gözlem, bilgi ve yorumlar, bilinemezci bir postmodernizme, sınıfsız ve çatışmasız bir tekno-ütopya füturolojisine inhisar etmiyor ki! Bu fenomenlere gösterilen yegâne alâkanın, bir aldatmacaya, bağlılarını bir komploya karşı uyaran mürşidin tembihatçı alâkası tarzında olmasının faydası nedir? Ortalıkta “yeni dünya gerçekleri”yle ilgili bir güzelleme, bir reklam söylemi olmasaydı, sosyalistler bu fenomenlerle ilgilenme gereği duymayacaklar mıydı?
Geleneksel/muhafazakâr sosyalistler için galiba öyle: zira bu fenomenlerin pek çoğunun ortaya çıkması on ilâ yirmi yıl geriye gidiyor ve birçok sosyalist çevre, bunlara ancak 1989-sonrası ‘yeni’ zamanda ilgi gösterme gereği duydu - çoğunlukla ya teslimiyetçi bir hayranlıkla, ya da reaksiyoner bir hiddetle...
Zor koşullara rağmen sosyalizm cehdinde ısrar etmek, arifâne bir inatçılıktır. Buna karşılık, ‘yeni’ ve ‘değişmiş’ olan üzerine sahiden kafa yormaya, ezber bozulmasın kaygısıyla ayak diremek reaksiyoner/gerici bir inat oluyor. Bu türden inat, son kertede, status quo ante’yi, yani hali hazırdaki statükodan önceki statükoyu (1989-öncesini) özlemektir; ki status quo ante’cilik, muhafazakârlığın kestirme bir tanımıdır.
• YDD’nin, YDD’yle kastedilen globalleşmenin, emperyalizmin merkezlerinden neş’et eden dışsal bir süreç olarak kavranışının da çok örneği var. “Yeni Dünya Düzeni”, masonik hücreler, oligarklar, çokuluslu şirketler, ABD vb.’nin dünyanın iplerini oynattığı bir müthiş entrika gibi düşünülüyor.
Bunun arkasında, oldukça geri bir emperyalizm kavrayışının izleri var. Marksist kuramda emperyalizm, Lenin’den beri, kapitalizmin en yüksek aşaması ve kapitalist üretim ilişkilerinin sadece dünya sathında değil toplumlar sathında da yaygınlaşması olarak düşünülür. Emperyalizmi esas itibarıyla sömürgeciliğin, hatta kadim fetihçiliğin, talancılığın çağdaş devamcısı olarak görmek ve çevre ülkeler (veya Güney) açısından dışsallaştırmak, modern emperyalizmi anlamamak demektir.
Evet, kapitalizm eşitsizlikleri büyütüyor, ayrışmaları derinleştiriyor; Kuzey-Güney dünyaları arasında devasâ bir uçurum var. Elbette çokuluslu sermaye ne kadar heryerli olsa da hâlâ daha çok belirli ‘yer’lerin yerlisi. Zengin ülkeler ve yoksul ülkeler var. Bununla beraber, Kuzey’le Güney arasındaki bir büyük sınırdan başka, Kuzey’in ve Güney’in kendi içinde coğrafyaların ‘benek benek’ hale geldiğini gözden kaçırmamalı: Üçüncü Dünya sosyal ve kültürel dışlanmışlığıyla Batı’nın en zengin metropollerinde de temsil edildiği gibi, Üçüncü Dünya’nın ‘anayurtlarında’ da eskinin kompradorluk manzaralarıyla kıyaslanmayacak kadar müreffeh ve mâmur fânuslar var. Zira “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak emperyalizmin yüksek aşamaları, yineleyelim, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması, daha derine nüfuz etmesi, yeniden üretim sathını genişletmesi demektir. Elbette gayet bariz zengin-yoksul, egemen-tâbi, metropol-çevre zıtlıkları mevcuttur ve bunlar siyasal açıdan yeterince önemlidir; fakat emperyalizm sadece Pentagon, ABD, çokuluslu tekel merkezleri vs.’de mukim değildir.
• Son olarak, daha çok sol-Kemalist çevrelerde rağbet gören, yine geri bir emperyalizm kavrayışı çerçevesinde, “YDD”ye karşı ulus-devletçi bağımsızlıkçılığı çıkartan anlayış... Ulus-devletin başından beri kapitalizmin yerel/ulusal formatlanmasının -ki kapitalizm her zaman yerel/ulusal özgül bağlamlarda formatlanmıştır- mercii oluşu, global kapitalizmin -ki kapitalizm her zaman tabiatı icabı globaldi, şimdi değişen, bu tabiatın kemale ermesidir- ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri ulus-devlet vasıtasıyla gerçekleştiriyor oluşu, ulus-devletin artık millici sosyal refah devleti değil neo-liberal asayiş ve rekabet devleti suretinde zuhur ediyor oluşu, bu anlayışın görüş mesafesinin dışındadır. “YDD”ye karşı ulus-devletçilik, apaçık bir status quo ante’cilik, bir eski statüko nostaljisi, bir muhafazakârlıktır.
“YDD” formülüyle özetlenen ‘şeyler’ karşısında yerel/ulusal/bölgesel alternatifler geliştirmenin vasatı, ulus-devletin tarihsel geleneği içinde aranamaz - bir ‘yeni/den kuruluş’ olmak zorundadır.