Yirmili yaşlarda iken yerli’ydim. Tıpkı ilkokul yıllarında düzenlediğimiz yerli malı haftası ürünleri gibi; yerli: ham, saf ve sıradan; belki biraz çıplak, masum ve dolayımsız. Tıpkı cennette Adem gibi. Ama yüreğinde kendisine sunulanla yetinmeyen, yetinmek istemeyen o yakıcı alevi duyan; dünyanın, dünyasının sınırlarına sefer etmek isteyen; bu sınırları çiğnemek ve aşmayı biricik ülkü olarak benimseyen; ütopyası olan ve yurdunu yüreğinde kuran tüm Adem’ler gibi ben de cennetimde bulunan o yasak meyveye, o kendi ufkumun sınırlarına uzattım ellerimi. Artık cennette değildim. Çıplaktım ve çıplaklığımın bilincindeydim. Aslına bakarsanız tüm yerliler çıplaktır. Ne var ki, Rousseau’nun o saf vahşileri çıplaklıklarını bile fark edemezler. Çıplaklık masumiyettir belki, ama bir o kadar da dolayımsızlık ve derinsizliktir. Ötesi, yani uygarlık ve uygarlaşma ise, deri ile bilinç arasındaki mesafenin giderek açılması, katmanlaşması ve karmaşık bir kültürler, ilişkiler ve psikolojiler alanı haline gelmesidir. O nedenle yerlilik ve uygarlaşma bir paradoksun iki veçhesidir. Bu yönüyle, yani ontolojik açıdan baktığımızda yerlilik diye bir kavram kalmayacaktır elimizde. Çünkü otantik tek yerli olan Adem, ancak cennette olduğu sırada yerli sayılabilecek; ancak o zaman da ne insan (!), ne de dünyalı (!) olacaktır. Gerçekte Adem’in özü, hammaddesi topraktandır. Yani ontolojik olarak o da bir dünyalıdır. Ancak bir insan olabilmesi için varlığının o saf yerliliğinin kabuğunu kırarak cennetinden dünyamıza adım atması gerekecektir. İşte bunu yaptığında ise artık aslî anlamda bir yerlilik (ilk-ellik) söz konusu olamayacaktır. Bundan sonra ise, yerlilik hususunda söyleyeceğimiz her şey görece yakıştırmalardan öteye gidemeyecektir. Yerlilik değil de ‘ne kadar yerlilik’ tartışılacaktır. Bu bağlamda ise soyluluk ve sahihlik anlamını artık yerlilik’e atfedilen o saf bozulmamışlıkta değil de, tarihin bu uzun yürüyüşünün dolayımından geçerek özgülleşmiş ve otantitesinin zeminini işte bu bir anlamda kaypak ve evrensel, bir anlamda ise zenginleştirilmiş bir içerikte bulacaktır. Bu durumda, yeryüzünün belki en katmanlı kültürel ve tarihsel coğrafyasında yaşayan bizler, yerli diyebileceğimiz şu metafizik öz’e ilişkin kimlik’i nerede bulabileceğiz. Öyle ki, tarihe vuracağımız her kazma darbesi bize hep daha derindeki bir yerelliği işaret edecektir. Nihai prototip ise hep elimizin altından kaçacaktır.
Günümüz Türkiye’sinin başat yerlilik niteliklerini oluşturan Türklük, İslâmlık ya da Batılılık gibi temel değerlerin hiçbiri, şayet yerlilik tıpkı bir bitki ya da hayvan örüntüsü gibi bu toprağın ürünü olmak anlamında ise, bu toprağa ait değillerdir. Ama insanoğlunun kendisi ne kadar bu toprağa aittir. Hangi halk gerçek anlamda herhangi bir toprak parçasının ürünü olarak tanımlanabilir. Hattâ hangi bitki veya hayvan örüntüsü bu anlamda yerli malı olarak nitelenebilir.
Ya insan, dünyanın, belki de kâinatın bu en trajik varlığı; bu belki ayaklarını yere basan ama aklı ve yüreğiyle tüm kâinatı kavrayan; bir yönüyle yeryüzünün en aşağılık, ama bir yönüyle de en seçkin varlığı olan insan; acısını, düşlerini, düşüncelerini kendi kalıplarına bile sığdıramayan bir varlık hangi yerlilik ve yerellik sınırlarına hapsedilebilir ki? Hattâ bu anlamda yabancılaşmak; yani bir tür yerlilik bozumu, insanın belki biçimsel ve ham sahihliğinden uzaklaşması, ama yaratılışının temel amacı olan bir edimsel-yaratıcı sahihlikten pay alması anlamında gerçek anlamda yerlilik, yerellik, dünyalılık’tır.
Yerlilik, dar kültürel kalıpların zebunu olan insanın belki ilk korunağı; tıpkı ocak, ev, toprak ya da şehrin görkemli surları gibi. Ama her korunak, çevremizde yükselttiğimiz her duvar ve sur, bir başka açıdan bakıldığında ise zindana dönüşebilecektir. Tıpkı Ali Şeriatî’nin bahsettiği şu tarih, toplum ve insanın kendi egosunun (nefsinin) oluşturduğu zindanlar gibi. Ama tüm bu söylenenlerin karşı anlamı, ayağın herhangi bir yere basılmaması değildir. Trajik bir gerçeklik de olsa insan ayağını bir yere basmak mecburiyetindedir. Önemli olan bu mecburiyeti bir özgürleşme potansiyelinin imkânına ve zeminine dönüştürebilmektir. Bu ise yerlilikin belli bir tarihsel, kültürel, etnik veya dinsel tanımın dar kalıplarında sıkıştırılmasıyla değil de, tüm bu gerçekliklerden beslenen ve zenginleşen bir dolayımsallıkla mümkün olacaktır. Bugün artık yerli statüsüne yerleştirdiğimiz tüm değerlerin tarihsel bir miladı bulunmaktadır. Ama bu değerleri kutsamak kadar bu değerlerle boğuşmak da bize yalnızca vakit ve enerji kaybettirecektir. Zira evrensel değerlerden yararlanmanın koşulu, hep öyle anlaşılmaya çalışıldığı gibi, yerel değerlerin tasfiyesinden ziyade, bu değerlerin açılımı ile daha verimli ve uygar bir anlama kavuşabilecektir. Oysa günümüz Türkiye’sinde yerlilik kadar evrensellik, otantisite kadar uygarlaşma da hep biçimsel bir mahiyette kavranılmaktadır. Kılıç kalkan ekibinin yerli oluşuna karşı 9. Senfoni dinlemenin uygarlığın nişanesi olması gibi...
Elbet bu ülke keskin bir bıçak sırtının üstünde durmakta ve binlerce yıldır Doğu-Batı çatışmasının, sonuçlandırılamayan bir savaşımın alanını oluşturmaktadır. Muhammed’i (a.s) izleyenler Marx’ı, 9. Senfoni dinleyenler arabeski, hamburger yiyenler lahmacun’u, kot giyenler şalvar’ı kaal’e almamaktadırlar. Oysa, özgür ve sorumluluk sahibi bir insan olarak, rastlantısal olarak doğduğum bir ülke’ye ait kimi şeyleri reddetmek veya inkâr etmek kadar paylaşmak ve savunmak gibi bir önyargıya sahip olma mecburiyetinde de hissetmiyorum kendimi. Bu, her şeyden önce, bilinç sahibi ve seçme özgürlüğüne sahip bir insan olduğum içindir; yoksa özgürleşmenin illâ da yerellikle çatışmak ya da bir Ödip kompleksiyle kendi öncesini, kendini var kılan (!) nedenleri inkâr etmek anlamına geldiği için değil. Kaldı ki, insan sıradan bir ürün değildir ve onu var kılan da tikel anlamda yerel koşullar olsa da aslî ve otantik anlamda doğrudan Tanrı’dır. Dolayısıyla, bu anlamda kendimi borçlu hissettiğim insanlık tarihinin zirveleri, benim gerçek yurdumdur. O nedenle kendimi herhangi bir toprak parçasına, ulusal külte veya lidere, ulusal dostluklar ve düşmanlıklara, genel geçer yerel veya evrensel değerlere ait hissetmemin veya refere etmemin; bu, özgür, olumlu ve anlamlı bir borçlanmanın veya kalıtın yarattığı bir hissiyata dayanmayacaksa, bunun salt kurmaca ve duygusal bir duygudaşlıkla bana dayatılmasına, elbette özgür ve bilinç sahibi bir varlık, bir insan olarak boyun eğmeyeceğim, isyan edeceğim demektir.
İslâm ise, binlerce yıllık bir nebevî geleneğin nihaî temsili; peygamberler, özellikle bulundukları toplumun puta tapıcı tiranlarına karşı eşitlikçi ve özgürlükçü bir savaşım veren; bu anlamda ise yerelliğe karşı Tanrısal bir bildirim ve bir’liğin (Tanrısal birliğin) altında duran bir evrenselliğin savaşçılarıdır. Ama, tıpkı, kendisine ulaşan tüm kolları o gür ve kesintisiz akışında birleştiren bir ırmak gibi, otantik ya da devrimci bir gelenek de, temel insanî özgürleşim amaçsallığı doğrultusunda farklı gelenekler ve felsefelerden de yararlanmasını bilebilmelidir. Müslümanların Marx, Freud veya Darwin’den öğrenecekleri çok şeyler bulunmaktadır. Çünkü peygamberlik sona erse de tarih sona ermemiştir. Dolayısıyla kâinatı anlama, yorumlama ve değiştirme çabası sürmektedir. Bu çaba ise, açıktır ki Müslümanlar tarafından gerek toplumsal gerekse zihni bir perspektif açısından olsun, yeterli düzeylere taşınamamıştır. Öte yandan ise ‘yerli’ olmadığı vurgulanan, yani henüz ‘yerli’ addedilecek kadar eskitilememiş, aşındırılamamış, özümlenememiş ve benzeştirilmemiş eğilimlerin de, sözgelimi Marksistlerin de Muhammed’den öğrenecekleri çok şeyler vardır ve bu hususta onların da komplekse girmeleri ya da irtica sendromuna kapılmalarının sahih bir anlamı yoktur. Anlamak ve anlaşılmak, dolayısıyla özgülleşmek, özgünleşmek ve özgürleşmek için her şeyden önce biribirimizi anlayabileceğimiz sahih bir dil ve bir anlaşılırlık zemini oluşturmamız gerekmektedir. Gerçek anlamdaki, yegâne ve olumlu bir yerlilik kavramsallığını oluşturacak tek yerli zemin de işte bu dil, anlama ve anlaşma zemini olabilecektir. Onun ötesinde, herhangi bir yerlilik söylemi doğrultusunda, tarihselci bir perspektif tarafından yerlileştirilmiş ya da sıradanlaştırılmış bir geleneğin, sözgelimi İslâm’ın ya da sosyalizmin tüm devrimci, eşitlikçi ve özgürleştirici yönlerinin yoksanarak ehlileştirilme çabası, bütün egemen sistemlerin doğal bir alışkanlığıdır. Bu alışkanlığın farkına varmamak ise, egemen sistemlerce kullaştırılmanın ve boyuneğmelerin hazlaştırılmasıdır. Egemen sistemin sağladığı görece refah veya baskıcı bir yıldırıyla suskunlaştırılan, ya da mazosadistik bir hazzın iğrençliğinde doyum bulan kitlelerin düzeysiz bir kitle kültürü yoluyla yerlileştirilmesi (kitle kültürünün mastürbasyonu), tipik bir Üçüncü Dünyacı siyaset ve sömürü tarzının örneğidir. Bunun açıklaması ise ne tarihte, ne coğrafyada, ne jeopolitikte, ne de ekonomik göstergelerdedir: doğrudan egemenlerin ve bu egemenlerle kullar (!) arasında oluşturulmuş ve tüm toplumsal süreçleri yoksullaştırmış olan tarihsel kalıt üstüne oturan toplumsal diyalektiktedir.