Nedir ihtiyacımız olan şey? En merkezî ihtiras ve ideallerimizle, bedenimizin ve ruhumuzun mekân içinde bir birim ve zaman içinde bir süreklilik oluşturduğuna ilişkin deneyimimizin bir bütün oluşturduğu duygusu.
Zaman eksenindeki o birlik ve aynılık duygusunun beslendiği kaynağı nerede aramalıyız ki başka; tarihsel tutum alma yeteneğimizde değilse eğer? Tarihsel bir tutum alma yeteneğimizle, yani kendimizi hatırladığımız bir geçmiş içinde tanımamız ve muhayyel bir geleceğe yansıtabilme yeteneğimizle. Şöyle de söyleyemez miyiz öyleyse? Genel olarak intihar, zamanın olanca merhametsizliği ve geçmişin bütün yüküyle üzerimize göçüvermesi ve oradan hiçbir çıkış imkânı, hevesi ve umudunun kalmamış olmasıdır. Tekrar tekrar üstümüze kapanıvermesidir zamanın.
Hikmet Uluğbay’ın intihar girişiminin ardından, olabilecek herkes; eski sağlık bakanı Yıldırım Aktuna’dan gazetecilere, psikiyatri kürsü başkanlarından politikacılara kadar, kişilik tahlilleri yaptılar, teşhisler koydular, intiharının nedenlerine ‘indiler’, tedavisine ilişkin önerilerde bulundular, her birisi kendi meşrebine ve tıynetine göre...
Çok mu yersiz acaba; Türkiye toplumunun son yirmi yıllık macerasının aynı zamanda bir başkalaşım öyküsü olarak yazılabileceğini ileri sürmek? Toplumdaki sınıfsal, bölgesel, dinî, etnik bütün farklılıkları enlemesine kesen ve -ne mutlu ki!- yekpare bir bütün halinde röntgenciliğin bütün vasıflarını edinmemizi sağlayan bir süreçten söz ediyorum. Psikiyatrideki anlamıyla; bir cinsel sapkınlık (perversion) türü olan ve cinsel doyuma başkalarının cinsel etkinliklerinin seyredilmesiyle ulaşılan klasik röntgenciliği kastetmiyorum. Gerçi röntgenciliğin klasik biçiminde de, bazı korkularla bağlantılı bir endişe hali karşısında, o endişeyi savuşturmaya matuf savunmacı bir çaba/kaçış yok değil. Yine de burada, deyim yerindeyse bakmanın/seyretmenin şehvetinin, gözün iştahının inanılmaz ölçülerde artmış olduğu röntgenciliğin yüceltilmiş -rafine mi demeli?- bir biçimi söz konusu: Bakmanın handiyse bir varoluş kipi olarak yaşandığı, röntgenciler olarak her birimizin de ilgili tablolarda, çerçevelerde zaten bulunduğumuz ve oradaki varlığımız ve bakışımızın hazla büyülenmemize yol açtığı bir röntgencilik türü. Devasa şirketler, kurumlar, devletler vb. karşısında kendimizi çaresiz/başarısız hissettiğimiz bu mutlak çaresizlik ve her şeyi kuşatan başarısızlık zamanında, belki de içine düştüğümüz küçük düşmeyi ve utancı silmek, dağılmış, parçalanmış benliklerimizi bütünleştirmek arzusuyla, dışımızdaki her şeyi nesneleştirerek bizlere bir özne pozisyonu sağlayan bir röntgencilik.
Biz uzunca bir zamandır ve halen, dur durak bilmeyen bir açlıkla hepimizin türdeş kılındığı bir pratikler silsilesi dahilinde her şeyi seyrediyor, her şeye göz atıyor, her şeye bakıyoruz. Vitrinlere bakıyoruz; vitrin, bir iletişim, bir toplumsal ilişki statüsü ediniyor. Vitrin düzeyinde kurulan iletişim, ‘aynı nesneler sisteminde aynı göstergeler sisteminin ve aynı hiyerarşik değer kodunun okunması ve tanınmasıyla tüm bireylerin kendi aralarında kurdukları genelleşmiş bir iletişim’ halini alıyor. Çok satan kitaplar-çok seyredilen filmler listelerinden de belli değil mi; kitaplara, dergilere, filmlere bakıyoruz; onların bakılmaya, göz atılmaya müsait hale getirilmiş olanlarını tercih ediyoruz. Birbirimize bakıyoruz; her birimizin kendi koridorunda kalmaya, eylemsizliğe mahkûm edildiği, sakat bırakıldığı bir hayatı ‘mış’ gibi yaşıyor; sürekli, derinlikli insan ilişkilerinin imkânları azaldığı ölçüde sadece bakarak, bakışarak birbirimizi tanımaya, ilişki ihtiyacımızı gidermeye çalışıyoruz. Hayatı ‘hiiiç, öylesine bakıyordum işte’ kipinde yaşıyoruz. Savaşlara, ölümlere, açlara hiç vicdanımız sızlamadan, hiçbir sorumluluk duymadan öylece bakıyoruz.
Bakmanın/gözün şehvetini engelleyemiyoruz: Televolelere, magazin foreverlara, şamdanlara habire bakıyoruz. Her şeyi didik didik ediyor, daha çok görsel malzeme için mesela; hiçbir anlama, dinleme kaygısı gütmeden, bütün ötekileri derhal afişe ediyor, kirli/temiz her türlü çamaşırı ortaya seriyoruz. Malzeme azalmaya yüz tutar gibi olduğunda imdadımıza uzmanlar yetişiyor. Her türlüsü: Beslenme uzmanları, psikiyatri uzmanları, politika uzmanları, profesörler, modacılar, reklamcılar, borsa uzmanları, kamuoyu araştırmacıları, gazeteciler, köşe yazarları... Bu sefer onlar başlıyorlar didiklemeye. Dönem ahlâkın, ahlâki sınırların, kişi/kişilik haklarının değil, histerik gösterilerin ve röntgenciliğin dönemi ya. Hiçbir yerde durmuyoruz: Vejetaryanlık, onur intiharı, ‘keşke daha dirençli olsaydı’, ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’, ‘ekonomiyi düzelteceğine kafasına kurşun sıktı’, ‘asıl depresyon şimdi başlıyor’, araba markası, evin krokisi, genlerimizi ele geçirecekler, son sözleri, ‘ruhsal zedelenme yaşamış olabilir’...vb. Dinmez bir açlıkla her şeyi seyrediyor, her şeyi sonsuz bir dedikodu zincirinin parçası kılıyoruz.
Sizler, medyaya meftunlar, rezil politika erbabları, doçent-profesör beyler, eski sağlık bakanı efendiler, diyelim ki; bizim hiç anlamadığımız bir ‘ahlâki’ kaygıyla bir intihar üzerinde yargıda bulunmak istediniz. Bunu mideniz kaldırıyor diyelim. Hiç mi bilmezsiniz; o durumda o intiharın nedenini bilmek mecburiyeti vardır. Ve bütün psikiyatrik kategorizasyonların/kavramsallaştırmaların ötesinde somut bir intiharın nedeni yüzlercesi arasından çok özel, çok farklı olan birisidir. Tam da somut bir intihar söz konusu olduğu için, belki de aramızdan hiçbirimiz o nedene ya da nedenler yumağına vakıf olma, anlama imkânına hiçbir zaman sahip olamayacağız. Sizler, neler atıp tutuyorsunuz öyle, ne hakla? Hiç mi haberdar değilsiniz, hiç mi duymadınız, sizi hiç mi uyaran olmadı; Hasta Hakları diye bir şey vardır. Dünya Tabipler Birliği bildirgeler yayınlar bu konuda: “Hastanın sağlık durumu, tıbbi durumu, tanısı, prognozu, tedavisi ve kişiye özel diğer tüm bilgiler ölümden sonra bile gizli olarak korunmalıdır. İstisna olarak hasta yakınlarının kendileriyle ilgili sağlık risklerini öğrenmeleri açısından bu bilgilere ulaşabilme hakkı olabilir. Gizli bilgiler sadece hastanın açık izni veya mahkemenin kesin isteği üzerine açıklanabilir. Hastanın açık olarak izin vermediği durumlarda bu bilgiler sadece bilgilendirilmesi gereken diğer sağlık personeline verilebilir. Hastanın kimliğine ait tüm bilgiler korunmalıdır. Bu bilgilerin korunması usulüne uygun yapılmalıdır. Bu tür verilerin alındığı insan ürünleri de aynı şekilde korunmalıdır.”
Peki, sizler hiç halden de mi anlamazsınız? Sormaz mısınız hali nicedir diye?
Hiç mi farkında değiliz, bu barbarlığın, yıkıcılığın, terbiyesizliğin? Ne zaman, ne kadar çabuk öğrendik böylesine çürümüş, kirlenmiş olmayı? Nasıl başardık içimizi tamamen boşaltmayı, sadece kabuktan ibaret kalmayı? Bundan sonra daha ne olacak bize, bizi daha neler bekliyor ki? Biz nasıl kurtulacağız? Ne yardım edecek bize? Ahlâk mı, daha çok, daha çok ahlâklı olmak mı, ama hangi ahlâk, kimin ahlâkı? Bir yazıyı derin bir umutsuzluk eşliğinde yazmış olmak ne kadar acı.
Görmek, daha çok, daha çok mu görmek istiyorsunuz? İyi öyleyse, bakın, daha çok bakın, ama kendi bakışınıza baksanıza.
ERDOĞAN ÖZMEN