Postmodernizm ve Kent

Postmodernizm, son yılların en sık konuşulan, üzerinde en çok tartışılan ve doğrusu pek çok yazarın üzerinde hâlâ görüş birliğine varamadığı bir akım. Bu denli gündemde olmasının ve yaşamın her alanına ilişkin söz söylemesinin sonucunda, bir yandan tartışıldığı alan genişlerken diğer yandan eleştiri oklarını da üzerine çekmektedir. Günümüzde, felsefede, sosyolojide, siyasette, sanatta, mimaride ve onunla bağlantılı olarak kentleşmede postmodernizm tartışmaları yürütülmektedir. Bu yazının konusu, kuşkusuz, postmodern akımın tüm bu disiplinlerde yarattığı etkiyi incelemek değildir. Burada, öncelikle postmodernizmin modernizme eleştirisi ve kentleşme alanındaki etkileri üzerinde durulacaktır.

Postmodernizm kavramı, 1960’lı yıllarda ve daha yoğun olarak, küreselleşme tartışmalarının da yapılmaya başlandığı 1970’lerde yazın dünyasında yer bulmaya başlamıştır. Postmodernistlere göre, son erekli bir tarih anlayışı yaratan Hıristiyanlık, Aydınlanma ve son olarak da Marksizm, Batı medeniyetine ve kapitalizme özgü üç dönemdi ve onların sonunun gelmesiyle modernizmin de sonu gelmiştir. İşte bu noktada postmodernizm başlıyor. Artık, vaadedilen cennetler yerine, kötümserlik, şizofreni ve melankolinin devridir. Dizgeyi, bir bütün olarak değiştirmeye gerek kalmamıştır; yenileştirmeye yapılacak katkılar her yerden gelebilir: Kişisel girişimlere ve farklılıklara kapılar sonuna dek açılmıştır. Postmodernizme göre modernizm sonrası yani “bugün”, sanal bir üst gerçeklik dünyasında yaşamaktayız ve bu dünyada artık büyük anlatıların yeri kalmamıştır. Yani kısaca, meydan artık bütünselliğin değil parçalanmışlıklarındır. Postmodernizmin, modernizmin bütünselliğine karşı çıkan, parçalanmayı, farklılaşmayı, eskiye dönüşü ve bu şekilde geçmişle bağları güçlendirmeyi savunan ancak bu sınırsız farklılık ve özgürlük savunusunu formüle etmeyen ya da edemeyen bir düşünce akımı olduğunu söyleyebiliriz. Postmodernistler, modernizmin insanı tektipleştirdiğini, yığınları buhrana ittiğini söylemekte, demokrasiyi ve özgürlüğü savunmakta, buna ulaşmada farklılıkları teşvik etmekte, ancak tüm bu hedeflere nasıl ulaşılacağını söylememektedir. Postmodernizmin bu “eksikliğe” getirdiği açıklama ise, “talimatsız” bir dünya isteğidir. Ancak durum böyle olunca, postmodernizmin “modern” dünyanın sorunlarına hiçbir çözüm getirmediğini, bu anlamda postmodernlerin “hiçbir şey söylemediklerini” savunmak pek de yanlış olmasa gerek.

Aslında bir şey söylemeyen, örtük olaraksa “bir düş alemi” resmi çizen postmodernizm, mimari ve kentleşmeye nasıl yaklaşmaktadır?

MODERNİZM VE POSTMODERN KENT

Sanatın tüm dallarında, felsefe ve kültür alanlarında, modernizme tepki olarak ortaya çıkan postmodernizm, kentleşme ve mimarlık alanlarında da modern kente tepki duymaktadır. Bu akımın tepki duyduğu kent nasıl bir mekândır? Sanırım bu tepkiyi daha iyi anlayabilmek için önce bu sorunun yanıtlanmasında yarar var.

Modernizmin Kenti

Modernizmin ortaya çıkışı ve gelişmeye başlaması 18. yüzyıl Aydınlanmacılığına kadar götürülebilir. 19. yüzyılda, sanayi ve teknoloji alanındaki gelişmeler modernizmin önemli yapı taşlarıdır. Özellikle teknoloji alanındaki hızlı gelişim, yapı teknolojisinde betonun ve çeliğin kullanılmaya başlanması, otomobilin yaygınlaşması, dolayısıyla ulaşım ağlarının gelişmesi, modern kentin yaratılmasında belirleyici etmenler olmuştur. Tüm bunlarla birlikte, kente “hız” girmiş, kentsel dönüşümler, kentin yeni tanıştığı bu hız olgusunun etkisiyle gerçekleşmiştir. Kentin yerleşim birimleri değişmiş, eski tekil evlerin, yapıların yerini büyük apartmanlar almaya başlamış, ‘klasik’ olanlar eleştirilerek, ‘yeni’ olan benimsetilmeye çalışılmıştır. Otomobil ile birlikte kent sokakları, kaldırımlar, ana yollar, bu hızlı aracın rahatça hareket edebileceği şekilde yeniden inşâ edilmeye başlanmıştır. En önemlisi de kuşkusuz, 19. yüzyıldan itibaren kentin sınıfsal yapısının değişmeye başlamasıdır. 20. yüzyılın sanayi kenti, artık eskisinden farklı olarak, daha kozmopolit, işçilerin giderek kalabalıklaşmaya başladığı ve örgütlendiği, yaşam koşullarının bozulduğu son derece sorunlu bir kenttir. Gelişen teknolojiyle birlikte, yeni üretim kalıpları doğmuş, üretimin ve tüketimin şekli ve boyutları değişmiş, günümüz gelişmiş toplumlarının birer “tüketim toplumu” haline gelmesinin ilk tohumları atılmıştır. Bu dönemde, kentte altyapı çalışmaları hızlanmış, gaz, elektrik, su gibi ‘modern’ unsurlar günlük yaşama girmeye başlamıştır. Kentin kalabalıklaşması, mekânsal olarak giderek büyümesi, kapitalist dizge içinde, mekânda “daha işlevsel” alanların ortaya çıkması, alınıp satılması, ortaya “rant” sorununu da çıkarmıştır. Dolayısıyla, 20. yüzyılın başındaki kentin, daha hızlı ve kalabalık, teknolojiyi yoğun olarak kullanan, büyük ve kuşkusuz eskiye göre çok daha sorunlu olduğu söylenebilir.[1] İşte tablonun bu halde oluşu, modernizm içinde yeni arayışların ortaya çıkmasını da zorunlu kılmıştır. Bu yazıda, bunların tamamına değinmeye gerek ve olanak yok. Ancak, arayışların içinde en önemli ve etkili olanın, bugün de güncelliğini koruyan “planlama” çabası olduğu belirtilmeli.

Plan düşüncesinin yaratıcısı Sovyetler Birliği olmuştur. Ekim Devrimi’yle birlikte Sovyetler’de “yaşamı değiştirmek için kenti değiştir” sloganı ortaya atılmıştır. Yani, yeni bir yaşam ve toplumsal örgütlenme için öncelikle kentlerin dönüştürülmesi gerektiği düşüncesi gündeme gelmiştir (bu düşüncenin kaynağında ise, Marx’ın kuramında önemli yer tutan, kır-kent ayrımının ortadan kaldırılması hedefi yatmaktadır: Sınıfsız toplumun sınıfsız kenti). Bu dönemde pek çok aydın (A. Kopp, Çernişevski....) Sovyet kentinin nasıl olması gerektiği yolunda kafa yormuştur. Komün evleri, komün yaşantısı düzenlenmeye çalışılmıştır. Sovyet planlamasının en temel özelliği, sistem özel mülkiyete izin vermediği için, kentte sınıfsal ayrımların bulunmayışı, herkesin benzer olanaklardan, topluluk anlayışı içinde eşit olarak yararlanabilmesiydi. Mülkiyetin olmayışı doğal olarak arazi spekülasyonunu da engelliyordu. Devrimin kente en önemli katkısı ise yukarıda da belirtildiği gibi, “plan” düşüncesinin kente sokulmasıdır. Plan 1930’larla birlikte, Amerika dahil olmak üzere çok sayıda ülke tarafından benimsenmiştir. Planlama, kente müdahaleyi, ortaklaşa yaşam alanlarının yaratılmasını ve toplumsal özgürlüğü içeriyordu. Bu nedenledir ki, yukarıda söz edilen kentsel bunalımın, hastalıkların tedavisi olarak yaygın kabul görmeye başlamıştır.

İşte, kenti daha yaşanabilir kılmaya yönelik bu modernist, bütüncül planlama anlayışı, 1960’lara kadar farklı şekillerde de olsa sürmüştür.[2] Bu tarihten sonra, planlı, modern kent anlayışının başarısı, daha doğrusu başarısızlıkları yoğun olarak tartışılmaya başlanmıştır.[3] Kentin sağlıksız gelişmesi, gittikçe kalabalıklaşması ve sınıfsal farklılıkların çatışmaya dönüşmesi, giderek kötüleşen yaşam koşulları, özgür iradenin kalabalık içinde gittikçe silikleşmesi, bireyin ve toplumun bunalımıyla birlikte, kentsel buhranlara da yol açmaya başlamıştır. Daha doğrusu yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi olan çatışmaları iyice tırmandırmıştır.[4] 1960’ların sonunda çıkan öğrenci olayları dünyayı ve kenti değiştirmeyi hedeflemiştir. Yine bu yıllar, tekelleşmenin dört nala gittiği, büyük balıkların küçükleri yuttuğu ve bir sonraki on yılda kızışacak olan “kahraman bakkalların süpermarketlere karşı savaşlarının” da habercisi olan yıllardır. Tüm bu toplumsal savaşımın mekânı ise, boş zamanın, ikincil ilişkilerin, toplumsal, siyasal örgütlenmelerin, sınıf çatışmalarının fideliği olan kentti. İşte postmodernizm ve postmodern kent düşüncesi tam da kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu bu modernist kentin orta yerinde yeşermiştir.[5]

Postmodern Kent

Harvey, mimarlık ve kent tasarımı alanında postmodernizmin anlamını şöyle açıklamaktadır: “...kabaca, planlama ve gelişmenin geniş ölçekli, metropol çapında, teknolojik bakımdan rasyonel ve etkin kent planları üzerinde yoğunlaşması gerektiği konusunda ısrar eden ve bunu kesinlikle yapmacıklıktan uzak bir mimari ile destekleyen modernist düşünceden bir kopuş...”[6] Postmodernistlere göre, kentin tamamını kontrol altına alabilmek olanaksız olduğuna göre, kent tasarımı, tikellerin isteklerine, geleneklere, bireylerin birbirlerinden çok farklı düşlerine göre şekillenmelidir. Yani, genel, kapsayıcı bir plan yerine “müşterilerin keyfini dikkate alan”, eski ve yeni olanın özgürce harmanlandığı bir kentleşme tarzı önerilmektedir.

Modernistlerle postmodernistler arasındaki görüş ayrılığı, mekânı algılayış farklılıklarından kaynaklanmaktadır: “Modernistler, mekânı, toplumsal amaçlar uğruna biçimlendirecek bir şey olarak görürken, postmodernistler için mekân, belki zaman dışı ve hiçbir çıkar gözetmeyen bir güzelliğin kendi içinde bir amaç olarak elde edilmesi hedefi hariç, her şeyin üzerinde yükselen bir toplumsal amaçla zorunlu hiçbir bağı olmayan hedef ve ilkelere göre biçimlendirilecek bağımsız ve özerk bir şeydir.”[7] İşte postmodernistlerin bu mekân anlayışının, “yeni bir yaşam için, yeni bir kent yaratmak” sloganından tam anlamıyla bir sapma olduğu söylenebilir. Postmodernizme göre, büyük anlatıların sona erişiyle, bu masalların hedefledikleri toplumsal değişim de sona ermiştir. Dolayısıyla, artık bütüncül bir plan anlayışına gerek kalmamıştır. Bu savununun, “bırakınız yapsınlar”cı felsefenin kente yansımış hali olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerek.

Postmodernistlerin eğilimi, modern kentin, olumsuz, insanı yorucu, tüketici ve planlamaya dayanan tektipleştirici yönlerini vurgulamak yönündedir. Oysa modernizmin kenti ve şimdilerde çokça şikâyet konusu olan bütüncüllük düşüncesi, yukarıda da belirtildiği gibi, toplumsal, ekonomik ve siyasal zorunlulukların ürünüdür. Postmodernistler bu gerçeği ısrarla görmezden gelmekte, neden ve çözümler üzerine kafa yormak yerine, daha çok sonuçlar üzerinde durmaktadırlar. Modern kentler kurma çabaları, özellikle iki büyük savaş sonrası yıkıma uğrayan kentlerde ve toplumlarda, çözüm arayışlarının sonucunda belirgin olarak artmış, herkese, daha insanca yaşamanın olanakları sunulmaya çalışılmıştır. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu kuşkusuz tartışmalıdır. Ama postmodernistlerin iddia ettiği gibi, tamamen başarısız olduğu ve kentleri bunalıma ittiği de sanırım fazla acımasız bir yorum olacaktır.

İki savaş arasında kentleşme alanında yapılanların, modernist akımın, planlama çabalarının nedenlerinin kavranmasında bize yardımcı olabilecek belki de en önemli belgelerden biri Atina Anlaşması’dır. 1933 yılında Atina’da Uluslararası Modern Mimari Kongresi toplanmış -33 kentin incelenmesiyle- kentleşme alanındaki sorunlar tartışılmış ve bazı temel ilkeler saptanmıştır. Bu ilkeler, toplantıdan sekiz yıl sonra, 1941’de, Alman işgâli altındaki Paris’te, Atina Anlaşması başlığı altında yayımlanmıştır. Önsözlerini, Le Corbusier ve Jean Giradoux’un yazdığı bu anlaşmada, iki dünya savaşı arasında, kentlerin yaşadığı bunalımların, insanların mutsuzluğunun, plansızlığın nedenlerini ve sonuçlarını irdelenmiştir. Toplantıda üzerinde durulan başlıca konular; konutlar, kent planlaması, kentte boş zaman yaratılması, çalışma mekânları, ulaşım, tarihsel kalıt ve bu kalıtın nasıl değerlendirileceğidir. Çıkış noktaları ise, yukarıda belirtildiği gibi, bu dönem kentinin ve kent insanının buhranıdır. Bu yazıda, Anlaşma üzerinde uzun uzadıya durulmayacaktır. Önemli olan nokta, yaklaşık 70 yıl önce yapılan bir mimarlık ve kentleşme toplantısında ele alınan konuların, bugünün kent ve kentlisinin de gündeminde olmasıdır. Atina Anlaşması, makineleşmenin, kapitalizmin ve ‘bırakınız yapsınlar’cı felsefenin, insanları kötü koşullarda yaşamaya mahkum edişinin irdelenmesi ve çözüm önerme çabasıdır. Toplantıda, kentsel sorunlar ayrıntılarıyla ele alındıktan sonra, herkesin daha iyi koşullarda yaşaması için planlamaya, kentsel kaynakların düzenlenmesine gereksinim olduğu sonucuna varılmıştır. Bu sonuca varılmasında kuşkusuz, yukarıda sözü edilen Sovyet planlamasının da etkisi olmuştur. Ancak vurgulanması gereken asıl noktanın, toplumsal iyileştirmenin kenti değiştirmeden, iyileştirmeden yapılamayacağının ve bunun da ancak koşulları gözönünde bulunduran bir planlamayla gerçekleştirilebileceğinin anlaşılmış olduğu söylenebilir.[8]

Dolayısıyla günümüzde, postmodern düşüncenin yadsıdığı “plan” düşüncesinin zorunlulukların sonucunda ortaya çıktığı belirtilmelidir. Kanımca bu zorunluluk günümüzde de geçerlidir. Çünkü Atina Anlaşması’nda savunulan planlama düşüncesinin, tam anlamıyla başarıya ulaşamamasının ve benzer sorunların bugünün kentlerinin de gündeminde olmasının nedeninin planlama mantığının yanlışlığından çok, bir türlü gerçekleşmemesi ya da gerçekleştirilmemesi olduğu savunulabilir. Neden gerçekleşemediğini yine Atina Anlaşması’na başvurarak anlamaya çalışmak yararlı olacaktır. Anlaşma’da yalnızca planlamayla, ‘arazi kanunları’nın zorunluluğunu kabullenmekle ve bazı yapı ilkelerini benimsemekle ideal kentin yaratılamayacağı özellikle belirtilmektedir: “...arzu edilene uygun gelecek şekilde, ileriyi gören, problemleri kavramış, önceden düşünülmüş ve planları hazırlanmış en iyi hayat şartlarını gerçekleştirmeye kararlı bir politik kuvvet; uzmanların, kendisi için düşünmüş olduğu şeyleri anlama, arzu etme, isteme gücüne sahip aydın bir halk; bazıları çok büyük çapta olacak işleri başlatabilmek ve yürütebilmek imkanını verecek bir ekonomik durum.”[9]

Görüldüğü gibi, yaşamı değiştirecek bir kentin yaratılabilmesi için bu üç koşul bir arada bulunmalıdır ve bu gereksinim her dönemde geçerlidir. Eğer bunlar birarada değilse -ki neden olmadıkları başka bir yazının konusu olabilir- yalnızca tüzel alandan çözüm beklentisi içinde olmak bir işe yaramayacaktır.

İşte postmodernistler, bu tarihsel zorunlulukları biraz da görmezden gelmeyi tercih edip modern kentin insanı mutsuzlaştırdığı sonucundan hareketle, bu mutsuzluğun kaynağının kentsel alanda planlamanın sonucu olan “renk yoksunluğu” olduğunu savunmaktadır. Peki onların düşledikleri renklilik nasıl bir şeydir? Jacobs’un, 1945 sonrası kentsel manzarayı betimleyen şu sözleri, postmodernistlerin modernizmin kentine nasıl baktıklarını ve ne istediklerini açıklıyor: “Sözde yerini alacakları yoksul mahallelerinden daha kötü birer suç, vandalizm ve genel toplumsal umutsuzluk odağı haline gelen sosyal konut projeleri. Gerçek bir sıkıcılık ve toplumsal kontrol harikası olan, kent yaşamının her türlü canlılığına ve hayati yerine karşı titizlikle korunmuş orta gelirliler için konut projeleri. Ahmaklıklarını yavan bir vülgerlikle hafifleten ya da hafifletmeye çalışan lüks konut projeleri. İyi bir kitabevine tahammül edemeyen kültür merkezleri. Gezinecek başka yer bulamayan serseriler dışında herkesin gitmekten kaçındığı kamusal merkezler. Altkentlerin standartlaşmış mağaza zinciri alışverişinin donuk taklitleri olan alışveriş merkezleri. Hiçbir yerden başlayıp herhangi bir yere gitmeyen ve kimsenin gezintiye çıkmadığı gezinti yerleri. Kentlerin bağırsaklarını deşen çevre yolları. Bu, kentleri yeniden inşâ etmek olamaz. Bu kentlerin yağlamalanmasıdır.”[10]

Jacobs’a ve kent ile ilgili görüşlerini bu çerçeve üzerine kuran postmodernistlere göre bu sıkıcı kent, bunaltıcı ve karmaşık planlama, insanın doğasında olan çeşitliliğe eğilimi engellemektedir. Önemli olan, kentlerde bu farklılıkların ifade edilebilmesidir. Bunu gerçekleştirebilmek için de, modernistlerin sıkıcılığından kurtulmak, dayatılan çözümlere karşı çıkmak gerekmektedir. Günümüzde ulaşılan yüksek teknoloji düzeyi, iletişim araçlarının hızlı gelişmesi, klasik ‘zaman ve mekân’ sınırlılığını ortadan kaldırmış, mekânın çeşitlendirilmesi, farklılaştırılması önündeki teknik sınırlar ortadan kalkmış, yayılmış, daha az yoğun kentsel mekânlar yaratılması, her zevke uygun ürün vermek olanaklı hale gelmiştir. Postmodern mimar, farklı müşteri gruplarıyla çok kolay iletişim kurabilir, farklı taleplere yanıt verebilir durumdadır artık.

Planları reddeden, herkesin keyfine uyma peşinde olan bu anlayışın, daha çok, gelir düzeyi yüksek olan grupları tatmin ederken, yoksul ya da orta halli insanları daha da sağlıksız koşullarda yaşaması sonucunu doğurabileceği savunulabilir. Çünkü sınırsız özgürlük, her türlü farklılık talebine, toplumsal çıkarlar gözetilmeden ‘evet’ denmesi, plansızlık ve örgütsüzlük durumlarında, toplumsal çatışmaları, parçalanmaları önlemek olanaksızlaşacaktır. Kentte yaşayan çeşitli grupların, toplumsal katmanların birlikte yaşayabilmelerinin yolu, sınırları belli olmayan bir çeşitlilik, yalnızca vaadedilen bir özgürlük düşüncesine saplanıp kalmak değil; bu insanların, eşitlikçi ve demokratik bir planlama içinde, insana yaraşır şekilde yaşamaları için gerekenlerin yapılmasıdır.

Postmodernistler, kendilerini modernizme karşı tanımladıkları noktada ‘eskiye özlem’ duymaktadır. Postmodern mimarlıkta, geçmişin tarzlarına göndermeler yapma eğilimi vardır. Bugünün bunalımından kurtulmak ya da ‘yumuşak geçişlerin’ gerçekleşmesi için geçmişle kurulacak bağlantı büyük önem taşımaktadır. Çünkü geçmiş, bireysel ve toplu kimliğin, ulusal kimliğin zeminidir. Bu nedenle, geçmişin nesneleri bugünü yaşayanlar için bir anlam kaynağıdır. Geçmiş günleri yaşatmak, buhrandaki bir toplum için devamlılık duygusu yaratacağından, insanların, çürümeyle, hızlı teknolojik gelişmelerin yarattığı güvensizlikle başa çıkmasına yardımcı olacaktır. Bu eskiye dönüş özlemini Robins şöyle değerlendirmektedir: “Bu postmodern tasarım, özünde romantizmin yeni bir biçimidir. Ondokuzuncu yüzyıl romantizmi, büyük kentin zeminsiz ve yabancılaşmış yaşamına, toplum ve özgünlükle tanımlanan idealleştirilmiş bir kırsal yaşam imgesi yarattı. Yeni kentsel romantizm de, kent yaşamının gerçek çelişkilerini ve gerilimini reddeden, onun rahat, hoş ve arındırılmış bir uyarlamasını istiyor görünmektedir.”[11] Aslında bu reddedişte, somut gerginlikleri görmezden gelerek önerilen yeni bir yaşam biçimi ve kent söz konusudur. Modern dünyada yaşayan ve onun olanaklarından yararlanan insanların elindeki almaşıkları, geleneksel olanla buluşturma çabasıdır. Yani rock dinleyen, kovboy filmleri izleyen, öğlen hamburger akşam Çin yemeği yiyen ve Gotik mimari örneği bir evde, uzay gemisini andıran eşyalarla yaşayan bir “çorba insan” yaratılmaktadır. Bu, eklektik dünyanın eklektik insanıdır. Bu insanların yaşadığı kent de kuşkusuz bir “çorba kent” olacaktır. Postmodernistler bu şekilde, modernizmin evrenselleştirici güçlerinin aynılaştırıcı etkisine karşı, evrensel değerleri savunan bir insan tipinin doğacağına inanmaktadırlar.

SONUÇ OLARAK

Aslında postmodernizmin diğer alanlarda olduğu gibi, mimarlık ve kentleşme alanında da elle tutulur bir şey söylemediğini, bazı sorunların varlığını saptadığını, ancak saptamakla kaldığını, gözle görülür kentsel ve toplumsal sorunlara çözüm üretemediğini, özgürlük ve demokrasi söylemlerinin ise, somut düzeyde yalnızca “söylem”den ibaret olduğunu savunmak sanırım yanlış olmayacaktır. Kentsel yaşamın bir buhran içinde olduğu söylenebilir. Ancak bunu, postmodern yöntemlerden başka şekilde tedavi etmek olanaksız mı? Robins, postmodern kentin kentsel ütopyacılık olduğunu belirtmektedir. Yazara göre doğru olan, “...kentsel modernizmin bir parçası olduğumuzu kabullenmek, modern kentin çelişki ve belirsizlikleriyle uzlaşmaktır: Modern metropol her zaman yabancılaşma ve yönünü yitirme duyguları yaratmıştır, fakat ötekilerle karşılaşma ve dayanışma için yeni olasılıklar sunmuştur.”[12]

Robins’in uzlaşma önerisi çok tartışılır olmakla birlikte, yazarın ikinci savına katılmamak kanımca olanaksız. Çünkü, postmodernizm, kentte ve mimarlıkta, “karman çorman” bir görüntünün dışında bir şey sunmamaktadır. Modern bir kentin tam ortasına, Rönesans tarzı bir yapıyı, onu, tarihsel ve coğrafi alanından koparıp yaniden inşâ etmenin nasıl bir hedefi olabilir ki? Bu durumda sözü edilebilecek olan olsa olsa kentsel sorunlara hiçbir katkı getirmeyecek olan, seyirlik bir mimaridir. Bu tarz bir kent dokusunun yaratacağı etki ise olsa olsa, düş dünyasında yaşamanın vereceği şarhoşluk duygusu olabilir. Her şarhoşluk gibi, bu da geçici olacaktır.

Aslanoğlu, Rana (1998), Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa, Bursa.

Atina Anlaşması (1969), Çev: Ayda Yörükan, Haz: Milletlerarası Modern Mimari Kongresi, İmar ve İskan Bakanlığı Mesken Genel Müdürlüğü Sosyal Araştırma Dairesi, Ankara, s.1-111.

Bozdoğan, Sibel (1998), “Sıhhatli, Konforlu, Kullanışlı Evler: 1930’lar Mimarlığında Modernlik Söylemi”, Osmanlı’dan Cumhuriyete (Sempozyum), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.344-352.

Bozkurt, Nejat (1988), 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, 2. Bası, Sarmal, İstanbul.

Bumin, Kürşat (1990), Demokrasi Arayışında Kent, Ayrıntı, İstanbul.

Harvey, David (1997), Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, Metis, İstanbul.

Jacobs, J. (1961), The Death and Life of Great American Cities, New York; İçinde: Harvey, a.g.e., s.93.

Lyotard, Jean François (1990), Postmodern Durum, Çev: Ahmet Çiğdem, Ara, İstanbul.

Mulgan, Geoff (1995), “ Kentin Değişen Yüzü”, Yeni Zamanlar, Der: S. Hall- M. Jacques, Çev: Abdullah Yılmaz, Sarmal, İstanbul.

Robins, Kevin (1996), “ Kent Tutsakları: Post-Modern Kent de Ne Ola ki?”, Çev: Türkan Yöney, Yitik Ülke Sorunları, Kimlik ve Yer Sorunları (Derleme), Sarmal, İstanbul.

W. Murphy, John (1995), Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodernizm Eleştiri, Eti, İstanbul.

[1] 1920’lerin kentsel yaşamından kesitler ve kapitalizmin kentte yarattığı etkiyi, sinema yoluyla görebilmek için iki örnek verebilirim: F. Wilhelm Murnau’nun 1924 yapımı “Son Adam” ve Robert Siodmak’ın 1929 yapımı, “Pazarları İnsanlar” adlı filmleri.

[2] Bu düşüncenin yansıması olan Atina Anlaşması’na ileride yeri geldiğinde değinilecektir.

[3] İki dünya savaşı arasında, Türkiye’deki modernleşme çabalarının kente yansımaları konusunda bkz. Sibel, Bozdoğan (1998), “Sıhhatli, Konforlu, Kullanışlı Evler: 1930’lar Mimarlığında Modernlik Söylemi”, Osmanlı’dan Cumhuriyete (Sempozyum), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.344-352.

[4] Harvey, modernizmin kentsel yaşamdaki olumsuz yüzünü şöyle dile getirmiştir: “...yüksek modernizmin asıl ters yüzü, insanlığın bütün özlemlerini cisimleştirmeye yeterli bir efsane olarak etkin makinaya tapınmanın yeniden su üstüne çıkması biçimi altında, tekelci bürokratik iktidar ve rasyonalitenin gizliden gizliye kutsanmasında yatıyordu. Mimarlıkta ve planlamada bu, süsten ve kişiselleşmiş tasarımdan kaçınma biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu, öyle noktalara varıyordu ki, toplu konutlarda kiracıların kişisel ihtiyaçlarını karşılamak üzere çevreyi değiştirmelerine izin verilmiyordu; Le Corbusier’in yaptığı Pavillon Suisse adlı öğrenci yurdunda, mimar estetik nedenlerle perde takılmasına izin vermediği için öğrenciler, yazları pişiyorlardı.” David, Harvey (1997), Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, Metis, İstanbul, s. 51.

[5] Harvey’e göre modernizm, kentlerin sanatıydı; doğal meskenlerini kentlerde buluyordu. Yani 19. yüzyılın ortasından sonra, büyük ölçüde kentsel bir olguydu modernizm. Kentte büyümenin patladığı, kırdan kente yoğun göçün olduğu, sanayileşme ve makineleşmenin, politik hareketlerin yaşandığı kentlerde ortaya çıkmıştı bu akım. Yani eleştirel ve teknoloji vurgulu bu hareket için uygun toprak mevcuttu. Aynı şekilde postmodern moda da, modernizmin buhranından doğuyordu aslında. Harvey, a.g.e., s.21.

[6] Harvey, a.g.e., s.85.

[7] Harvey, a.g.e., s.84-85.

[8] Atina Anlaşması (1969), Çev: Ayda Yörükan, Haz: Milletlerarası Modern Mimari Kongresi, İmar ve İskan Bakanlığı Mesken Genel Müdürlüğü Sosyal Araştırma Dairesi, Ankara, s.1-111.

[9] Atina Anlaşması, s.108.

[10] J., Jacobs (1961), The Death and Life of Great American Cities, New York; İçinde: Harvey, a.g.e., s.93.

[11] Kevin, Robins (1996), “ Kent Tutsakları: Post-Modern Kent de Ne Ola ki?”, Çev: Türkan Yöney, Yitik Ülke Sorunları, Kimlik ve Yer Sorunları (Derleme), Sarmal, İstanbul, s.79.

[12] Robins ,a.g.e., s.81.