DSP-MHP-ANAP hükümeti, işbaşına geldiği günden beri gayet hızlı bir tempoyla çalışıp, sosyal güvenlikten eğitime, maliye ve ekonomiden ceza ve infaz hukukuna kadar geniş bir yelpazede, kısa bir süre içinde birçok önemli karar ve yasal düzenlemeyi yürürlüğe koydu ve koymak üzere.
Arada ufak tefek sürtüşmeler, atışmalar ve hattâ bir bakanın intihara teşebbüsü gibi “şok”lar da yaşanmış olmasına rağmen, koalisyonun bu “uyumlu” işleyişi, beklentilerin ötesinde sayılmalıdır.
Öyle görünüyor da peki beklentilerimiz neydi? Basitçe şöyle özetleyebiliriz herhalde: DSP ne de olsa “sol” bir partidir, en azından ona oy vermiş kesimlerin büyük çoğunluğunun iktisadî beklentileri açısından. Nitekim bir önceki ANAP-DSP koalisyonu esnasında çıkarılan yeni vergi yasası, en azından kayıt dışı servet ve ekonomik faaliyetleri ve rant gelirlerine vergi sistemine dahil etme niyeti ile “merkez-sol” etiketli bir icraat sayıldı. DSP bu kez üstelik koalisyonun en büyük partisi olmanın gücü ve nüfuzuyla bu yolda daha fazla adım atabilirdi. MHP’ye gelince: Onun da özellikle Anadolu taşrasında RP’nin “ürkek dindarlığı”nı hazmedememiş kesimlerden “erkek....” duruş adına oy devşirdiği söyleniyor, biliniyordu örneğin.
Oysa MHP Meclis açılışındaki türban krizinden itibaren FP’nin onu “erkekliğe” çağıran manevralarına kararlı biçimde direndiği gibi, en son Kur’an kursları ile ilgili yasada FP’lilerin “Kuran eğitimini yasaklıyorlar” ithamını bile sineye çeken bir tutum aldı. DSP de altı-yedi ay önce çıkartmakla övündüğü “vergi reformu” yasasının hemen tüm önemli maddelerini geri alan veya erteleyen bir yasa değişikliğini imzaladı. Biri sağda, biri “sol”da milliyetçilikleri ile maruf bu iki parti ülkenin yargı egemenliğiyle açıkça çelişen, “bu kapitülasyondur” denilen uluslararası tahkime cevaz verecek Anayasa değişikliğini de ANAP’la birlikte imzaya açıyorlar.
Dahası da var: DSP ve MHP, Meclis’teki partiler içinde oylarının önemli bir kısmını sosyal güvenliğe en fazla ihtiyaç duyan kesimlerden almış iki parti konumundalar. “Halkçı” söylem her ikisinin de ortak vasfı. Öteki ortak ANAP ise, emeklilik yaşının, primlerinin yükseltilmesi gibi “SSK reformu” düzenlemelerinden en fazla etkilenecek, tepki gösterecek kesimlerden oy alan, oy bekleyen bir parti değil. Elbette ilkin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın niye böyle bir partiye verildiği sorulabilir. Çünkü koalisyonlarda mutad olan söz konusu bakanlığın ortaklar içinde en “halkçı” sayılana verilmesiydi. Bu koalisyon geleneğinin, teamülün dışına çıkılması anlamlı bir işaret, olacakların habercisi imiş anlaşılan. Böylece DSP ve MHP, seçim arefesinde asla ağızlarına almadıkları türden bir “reform”la “halk”ın önüne çıkmayı, daha koalisyon pazarlıkları sırasında kabullenmiş olduklarını kanıtlamış oluyorlar. Tasarıyı kamuoyu önünde ANAP’lı bakanın savunması, onlar açısından belki bir “zevahiri kurtarma” çaresidir, ama yıllardır milliyetçilikle halkçılığın karmasından rant sağlamış bu iki partinin IMF gölgeli bu SSK reçetesini savunmaları perhiz lahana turşusu deyişini hatırlatmıyor mu?
Fakat, herhalde çok daha dikkat çekici olması gereken şey, o deyişin kasdettiği durumların şu son yıllarda sık sık gündeme gelmesi, hattâ “adet” olması. Hatırlayalım örneğin, Refahyol koalisyonu sırasında da, yıllardır İsrail’e karşı demediğini bırakmayan RP (FP), İsrail’le en kapsamlı bir işbirliği anlaşmasının kararını imzalayan hükümetin başındaydı. 28 Şubat’ın ünlü “irticaya karşı tedbirler” paketini, kerhen de olsa imzalamayı bile kendine yedirebildi RP. 1991’de “şeffaf karakol”dan “konuşan Türkiye”ye, Kürt sorununa demokrasi ile “çözüm” projelerine kadar yığınla kulağa hoş gelen vaatlerle yüklü bir söylem ve programla işbaşına gelen DYP-SHP (CHP) hükümeti, TC’nin tek parti ve askerî rejim dönemlerinde bile görülmedik bir hukuksuzluğun, vahim hak ihlâllerinin yaşandığı bir “icraat dönemi”ni keyifle sürdürmedi mi?
Dolayısıyla şimdi de DSP’li-MHP’li koalisyon, alamet-i farikaları olan “milliyetçilik” ve “halkçılık” ile kabili telif olmayan bir dizi icraatı, partileri içinde sözü edilir bir sorun yaşamadan yürürlüğe koyuyorsa; aslında ’80’li yıllardan beri “alıştığımız” bir “öyle söyleyip böyle yapma” tarzını sürdürüyorlar demektir. Gerçi bu bahsettiğimiz dönemde o tarzı benimseyerek iktidar olmuş partilerin tümü de bunun bir sonraki seçimlerde yararını görmedi. 1991 arefesinde % 30’lara varan bir oy gücüne sahip SHP’nin (CHP) sonu malûm. O seçimin % 24 oy oranıyla galibi DYP’nin düştüğü durum da öyle. % 25’lik oy oranıyla 1995’te birinci parti olan ve daha o zaman % 40’lara bile varabileceği söylenen RP (FP), dört yıl geçmeden, üçüncü parti konumuna indi ve oylarının neredeyse yarısını kaybetti. Sıra şimdi de 1999’un “yükselen değerleri” DSP ve MHP’de mi?
Görünüş ve gidiş öyle gibi. Ama bu o kadar da memnuniyetle izlenecek, beklenecek bir sonuç mudur? Bu, durmadan parti “tüketen” süreç, bu partileri söylemlerinin, “imajları”nın tersine işler yapmaya bu denli kolay “yatıran” çark düşündürücü, hattâ ürkütücü değil mi? Bu süreci, çarkı gereğince tanıyor, bu “tüketme” ve uydurma kuvvetinin “esrarı”nı kavramış sayıyor muyuz kendimizi?
Yığınla soruyu da davet eden ve hazır cevaplarımıza güvenmemeyi, yeni ve köklü bir sorgulamayı kendiliğinden davet eden sorular bunlar kanımızca.
Ama belki de bu çap ve derinlikteki bir sorgulamayı, tartışmayı yapabileceğimiz zemini tasarlayabilmeliyiz ilkin. Partilerin ve genel olarak siyasetin şu son yıllarda aldığı “garip” biçim ve gidişat, öncelikle partilerin ve siyasetin söylemi, sözleri ile icraat arasında giderek çarpıcı çelişkilerin sıklaşması ile dikkatimizi çekiyorsa örneğin, söz ve siyasetin bu çarpıklaşmış ilişkisini kaale almadan kurulabilir mi o platform? Siyasetin, özel olarak modern siyasetin “söz” ve “sözler” toplamı olarak ideoloji ile özsel, eşanlı ilişkisi göz önüne alındığında bu sorunun ne denli hayatî bir noktaya parmak bastığı kendiliğinden beliriverir.
O nedenle Birikim’in bu ayki kapağında yer alan “söz bitti mi?” sorusu aslında siyaset ve siyaset yapma derken kasdedegeldiğimiz temel araç ve kurumları yeni baştan düşünmeye davet çağrısıdır. Şükrü Argın’ın bu soruyu odağına alan gayet etraflı ve zengin çağrıştırmalarla yüklü yazısı bu çağrının yankısız kalmayacağı konusunda umutlandırıyor bizi.