Ahlâkın din dışında temeli olamaz mı? Ahlâkî değerleri kabul etmemiz için, o değerleri oluşturan bir ilk güce, Tanrı’nın varlığına inanmak zorunda mıyız? Daha genel olarak, insan olarak tanımladığımız canlı türünün insan dışından gelen bir doğası, bir özü, bir ruhu var mıdır? Mehmet Yılmaz’ın, “insanın özü olmadığı, içine doğduğu çevre ve tarih tarafından doğasının belirlendiği” iddiası üzerine inşâ ettiği Osman Durmuş çözümlemesine, Ali Bulaç’ın Yeni Binyıl’da verdiği yanıt önemliydi.
Bulaç, özetle, insanın ebedi ve evrensel bir özü olmadığı takdirde, insanın “birey” olamayacağını iddia ediyordu. İnsan, toplumsal çevre ve tarihin ürünü ise, “bu malzemeden ahlakî bir özne çıkmaz”dı. Doğası ve özü olmayan insanın tarihi, kendi elleriyle yaptığı bir tarih değil, onu belirleyen çevre ve tarihin tespit ettiği bir kader olabilirdi.
Bulaç, dinî bakışı usta biçimde özgürlükler perspektifinden ele alıp, genelde dine yöneltilen eleştiriyi tersine çevirmeye çalışıyor. İnsanın “yalnız olmadığını”, çünkü Allah’ın insanlarla konuşup, ona yol gösterdiğini, insana İndirilmiş Bilgi ve Öğretilmiş Bilgi yanında, Öğrenilmiş Bilgi (kültür) olanağı sunduğunu iddia ederek, kültürün insana özgü olduğunu ve bu üç bilgi türü ışığında insanların tarihi yaptığı görüşünü savunuyor. Bilindiği gibi, tarihi insanların yaptığı tezi, materyalist bakış açısının ve özel olarak Marx’ın ana tezlerinden birisidir. Bulaç’a göre, insan tarihi yapabildiği için, toplumun ve tarihin bir ürünü değildir; bir bireydir, daha da doğrusu bir öznedir. Ama insan, Allah ona böyle bir yetenek verdiği için tarihi yapabilir. Allah, canlılar içinde yalnız insana bu üç tür bilgi olanağını sunarak, onun bilinçli ve sorumlu tek canlı olmasını sağlamıştır. Bulaç, insanın canlı türleri içinde “kainattaki en mükemmel yaratık” olduğunu iddia eder.
Bulaç’ın din içinden geliştirmeye çalıştığı bu özgürlükçü yorum, özellikle tarihin insanlar tarafından yapıldığı yorumu, ortodoks bir İslâm anlayışının pek kolay kabul etmeyeceğini, bunu bir şekilde Allah’a şirk koşmak, onun yerine insanı koymak çabası olarak yorumlanacağını tahmin edebiliriz. Bu anlamda, söz konusu çabanın İslâm düşünü içinde önemli bir atılım yapmaya çalıştığını kabul etmek gerekir. Ama Bulaç, ahlâk ve özgürlük merkezli bu yaklaşımın tutarlı olabilmesi için genel olarak dinî, özel olarak İslâmî yorumu kabul etmenin şart olduğunu iddia etmektedir.
İnsanın ebedi ve evrensel bir özünün olmadığını elbette söyleyemeyiz. Bir canlı türü olarak insanın doğal bir özü vardır. İnsan ne dünyaya fırlatılmıştır ne de bir metafizik gücün üflemesiyle ruh kazanmıştır. İnsanın canlı türü olarak doğasını, onun genetik yapısı belirler. İnsan farklı bir hayvan türüdür. Bu doğal öz birçok açıdan belirleyicidir. Ama insanî olarak tanımladığımız özellikler, ne bütünüyle yaratılıştan kaynaklanır ne de bütünüyle doğuştan sonra kazanılmıştır. İnsan yavrusu, diğer hayvan yavrularından farklı olarak, çok eksik doğduğu, tamamlanmadan doğduğu için, çevre ve tarih tarafından biçimlendirilir. Ama bu biçimlendirmenin çok önemli sınırları vardır. Birçok biyolog, insan yavrusunun doğuşta kayıt yapılmamış bir plağa benzediğini belirtir. Plağın kalitesi, kayıt kapasitesi, ona kaydedilecek bilgiler kadar önemlidir. Taklit ederek öğrenen insan yavrusunun hayvanlardan farkı, davranışlarının önemli bir bölümünün içgüdüsel değil, anne, baba, aile, cemaat ve geniş toplumsal çevrenin ona bilerek veya bilmeyerek aktardığı bilgilerle belirlenir oluşudur. İnsanın psikolojik yapısı da biyolojik, kalıtımsal ve çevre etmenleriyle belirlenmiştir. Bu nedenle, aynı anne ve babadan doğup, aynı koşullarda, birlikte büyüyen çocukların davranışları çok farklı olabilir. Ayrı yumurta ikizlerinin de davranışları farklılaşabilir. Tek yumurta ikizlerinde ise, bilindiği gibi, sadece fiziki benzerlikler değil, davranış benzerlikleri egemen olmaktadır. Dolayısıyla, bir kadının yumurtasının döllenmesi anından başlayarak, insanın biyolojik ve psikolojik varlığı belirlenmeye başlar. Çevresel belirleme, çocuk ana karnındayken başlar ve doğumdan sonra devam eder.
Avrupa’da, Ortaçağda, istenmeyen çocuğunu, bir yetimhane veya kilise kapısına bırakamayan genç kızlar, onları ıssız bir yere, bir orman kenarına bırakırlarmış. Çok istisnai olmakla beraber, bu çocukları bir dişi kurdun alıp, beslediği olurmuş. Hayatta kalmayı başarıp, daha ileri bir yaşta insanlarla karşılaşan bu çocuklar üzerine 18. ve 19. yüzyılda yazılmış monografilerden edindiğimiz bilgiler öğreticidir. Bu monografilere göre, doğuşunda terk edilmiş ve kurtların büyüttüğü çocuk, eğer dört-beş yaşına kadar kurt cemaati içinde kalırsa, artık geri dönülemeyecek biçimde konuşma yeteneğini kaybediyor ve “dört ayak üzerinde” iki ayak üzerindekinden daha rahat yürüyor. Yemek alışkanlıkları, elbette kurtlarınki gibi ve kurtlarınkine benzer sesler çıkarıyor. Bütün bunlar, o çocuğun kurt olduğu anlamına gelmiyor elbette. Tüm biyolojik, fiziki ve psikolojik yetenekleriyle insan olmaya devam eden, ama toplumsallaşması kurt cemaati içinde gerçekleştiği için kurt gibi bazı özellikler gösteren bir insan bu. O çocuğun insan olmadığını söyleyemeyeceğimiz gibi, tam anlamıyla insan olduğunu da söylemek zor. Zaten her durumda, kurtlar arasında yaşamını devam ettirse ya da bundan böyle insanlar arasında yaşamaya devam etse de, mutlak biçimde aykırı kalmaya mahkûm bir canlı bu.
İnsanla hayvan arasındaki farkı, bir de tersten ele alalım. Bir kurt yavrusunu veya maymun yavrusunu insanlar arasında büyüterek, bu canlılara insan türünün önemli özelliklerini kazandırabilmek mümkün değildir. Dünyada milyonlarca memeli hayvan, ve esas olarak kedi ve köpek, doğduklarından birkaç gün sonra annelerinden alınıp, insan sahiplerinin elinde büyütülüyor. Bu hayvanların, insana özgü özellikler elde ettikleri sanırım vaki değil.
İnsanın, kısmen fizyolojik olarak, esasen psikolojik olarak, diğer memeli hayvanlardan daha az tamamlanmış biçimde dünyaya geldiğini biliyoruz. Ama bugünkü bilgimiz, dünya canlılar tarihinde insanın atası olan türlerin ne zaman az tamamlanmış yavrular dünyaya getirdiklerini tam olarak söyleyemiyor. İnsan yavrusunun bu özelliği, insanın yaratıcılık kabiliyetinin kökeninde yatıyor.
Tanrı’nın varlığı bir inanç sorunudur. Bunun tözel içeriğinin tartışılması çoğunlukla anlamsızdır. Ama insanın ahlâki değerlerinin olmazsa olmaz koşulunun dinî bakışı benimsemek olduğunu iddia etmek, birçok açıdan tartışmalıdır. İyi, Doğru ve Güzel’in anlamının insana Tanrı tarafından verildiği için, ahlâkın evrensel olduğu tezi, antropolojik bilgisi çok zayıf, kendi kültürü merkezli bir tavra tekabül eder. Bulaç, bu tezi güçlendirmek için, “nasıl oluyor da bütün zamanlar ve bütün farklı insan toplumları için adalet, özgürlük, yoksula yardım, zayıfın korunması, eşitlik, anne ve babaya saygı, sadakat, ahde vefa, sözleşmelere bağlılık... gibi ilkeler olumlu ve yüksek ahlaki ilkeler oluyor?” sorusunu soruyor. Ama sorudaki tespit antropolojik olarak doğru değil.
Antropolojinin incelediği birçok kabile, çeşitli nedenlerle, bizim İyi, Doğru ve Güzel tanımımızın tamamen tersi değerleri benimsemiştir. Afrika’da yaşayan İk kabilesi, yukarıda sayılan değerlerin çoğunu kabul etmeyen, yalanın, başkasına yapılan kötülüğün, “egoist” davranışların kötü olarak tanımlanmadıkları bir insan topluluğudur. Birçok “ilkel” kabilede, kabile dışından olanlar insan sayılmadıkları için, yukarıdaki değerler bu “yaratıklar” karşısında geçerli addedilmez. Afrika’da Hıristiyanlar ve Müslümanlar, asırlar boyunca, bu insanlara Allah’ın kendi ruhundan üflemediğini, dolayısıyla bu insanların yaratık olduğunu kabul ederek, bu zencilerin esir ticaretinin nesnesi olabileceğini iddia edebilmiş ve dinen bu mübah kabul edilebilmiştir. Dönemsel bir nedenle, bizim kötü olarak tanımladığımız bu tür davranışlar, bir insan topluluğu tarafından makbûl kabul edilmiş olabilir. Bu örnekler elbette, evrensel kanıtlar olamaz. Ama bize İyi, Güzel ve Doğru’nun insan toplulukları tarafından tanımlanmasının nasıl göreli olduklarını gösterir. İnsan toplulukları bazı değerleri üstün tutarak, insanî varoluşlarına bir anlam verirler. Ama toplumların akıllarının bize göre çivisinin çıktığı dönemler vardır ve bu dönemlerde insanların insanlara yapabilecekleri zulmün sınırı yoktur. Bu zulmün, İyi ve Güzel arayışı içinde yapılabileceğine 20. yüzyılda şahit olduk.
Ali Bulaç, elini güçlendirmek için, dindışı düşünceyi karikatürize etmekten çekinmiyor. Onu tarih ve çevrenin esiri, mekanik insanların varlığına inanan, bütünüyle kaderci, sorumluluğu ve özgürlüğü insanların elinden alan bir yaklaşım olarak tanımlıyor. Halbuki ateist (tanrıtanımaz) yaklaşım, ahlâk ve özgürlük konularında, dinî tefsirden çok daha tutarlı ve iddialıdır.* Örneğin Tanrının insanı kendi suretinde yarattığı iddiası, Tanrıyı veya tanrıları insan kendi suretinde yarattı iddiasından daha zayıftır. Çünkü varlık âleminin ontolojik anlamı Tanrı’ya indirgenemez. Ontolojik soru, doğanın veya diğer canlılar âleminin değil, sadece ve sadece insanların sorusudur. Doğa veya Tanrı değil, insanlar o ontolojik sorunun kaynağıdır. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir evrende, insan türü küçük bir parantezdir. Ama bilinçli yaratıcılığın evrende bugüne kadar bildiğimiz tek türü olduğu için, insan ve sadece insan kendi suretinde Yaratıcıyı yaratmıştır. Bulaç’ın doğru olarak belirttiği olgu, yani kültür ve tarihin sadece insana özgü olması, insanların Tanrı’yı kendi suretlerinde yaratmalarının önemli bir kanıtıdır.
Dolayısıyla bir ateist için, insana dış bir gücün emrettiği ve hikmetinden sual olunmaz biçimde kabul etmekle yükümlü olduğu bir ahlâk değil, insanların yarattıkları ve her zaman değiştirebilecekleri etik değerler vardır. İyi, Güzel ve Doğru’nun içerikleri tarihötesi değildir. Bizim onama ya da yadırgama hislerimizin yansımasıyla, İyi ve Kötü belirlenir. Bir kısmı doğuştan edinilmiş insanî özelliklere uyum gösterir, büyük bir kısmı ise, doğduktan sonra kazanılmış değerlerdir. Anne ve babaların çocuklarıyla ve çocukların kendi aralarında cinsel ilişkiye girmesi yasağı, insanlık tarihinin belli bir döneminde insanların getirdikleri bir yasaktır. Doğru ve Güzel’in evrensel tarifi yoktur ve Bulaç’ın iddia ettiği gibi, biz bunların mahiyetini “dünyevi doğamızda içkin bulunan İlahi doğamız, yani ebedi ve evrensel özümüz sayesinde değil”, içinde yetiştiğimiz, kısmen değiştirip, kısmen saklayarak yeniden ürettiğimiz kültür ve tarih sayesinde biliriz.
Dinî düşünce, Tanrı’nın dünya için bir ahlâkî tasarımı olduğunu ve bu tasarımın onun yaptığı yasalara yansıdığını ısrarla savunmak zorundadır, çünkü ahlâkın insanlar tarafından yaratılmış olduğu olgusunun gerçekliğinden ürker. Bu ürküntünün nedeni ise, özellikle tektanrılı dinlerde, dinî düşüncenin, son tahlilde insandan korkmasıdır. Dinî düşünceye sarılanlar, kendi içlerindeki insandan mı korkarlar, bilemeyiz, ama Tanrı’nın varlığı bir biçimde yaratıcı sorumluluğunun insanın üzerinden alınmasını sağlar. Dolayısıyla ne kadar samimiyetle özgürlükçü olmaya çalışsa da, son tahlilde dinî düşüncenin epistemolojik sınırını, yaratıcılığın insana mı, Tanrı’ya mı ait olduğu sorusuna vermek zorunda olduğu cevap oluşturur.
Ateistler için yaratıcılık, canlıların dünyasında esas olarak insanlara özgü bir özelliktir. Bazı hayvan türlerinde, sınırlı da olsa yaratıcılık örnekleri vardır elbette. Ama bunlar, çok sınırlı canlı türlerinde ve rastlantısal olmaktan öteye geçmeyen, örneklerdir. Buna karşılık, bütün insanlar yaratıcıdır. Sadece potansiyel olarak değil, fiilen yaratıcıdır. Yaratıcılık, insanın doğasının mümkün kıldığı, bunun kullanımının ise insanların yeteneklerine, içinde bulundukları tarihî ve toplumsal koşullara bağlı kaldığı bir özelliktir. İnsanlar, simgesel dünyalarını da yaratırlar ve din bu anlamlar dünyasında, içinde bulunulanı tefsir etme biçimidir. Tek tefsir biçimi değildir.
Dinî anlam dünyasından hareketle insan hakları, demokrasi ve benzeri dünyevi değerler veya çok soyut ve “ulvî” bir özgürlük kavramını savunmak mümkündür. Ama dinî düşüncenin, dinî anlama ihtiyaç olmadan da bunları tutarlı bir biçimde savunulabileceğini kabul edememesi, ne kadar onu “eşref-i mahlukât” olarak tanımlasa da, insana karşı duyduğu ontolojik güvensizliğin bir sonucudur belki. Ateist dünya görüşü için, insan iyilik ve kötülüğün, güzel ve çirkinin, doğru ve yanlışın yaratıcısıdır. Ve bunları insanlar yarattığı için, bunları değiştirmeye de insanlar muktedirdir. Ne yapmamız lâzım geldiğini düşünmek için dine ihtiyacımız olmadığını müminlerin kabul edememesi elbette doğaldır ve kanımca bu, ciddi bir sorun yaratmaz. Dindar kesimin, İyi, Güzel ve Doğru’ya ulaşmak için ne yapmamız lazım geldiği önerisini, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu tartışmasından ayırabilirsek, özgürlüğü, eşitliği ve benzer ahlâki değerleri önemseyen inananlar ve inanmayanlar arasında bir ortak zemin bulabiliriz.
Sorun, müminlerin inandıkları dinin emrettiklerini, kendi adlarına değil, Tanrı adına, başkalarına empoze ettikleri zaman ortaya çıkar. Çünkü Allah, Yaradan, Tanrı, Ata adına konuşanların hâkim olduğu toplulukda demokrasi mümkün değildir. Bize emredildiği için değil, biz bilerek seçtiğimiz ve yaptığımız için, yaptığımız bir kader değil, bizim ortak sorumluluğumuzdur
Ali Bulaç’ın ustaca tersine çevirmeye çalışarak savunmaya çalıştığığı sorumluluk ve özgürlüğün dinden ve sadece dinden neşet edebileceği iddiası, ne tarihî olgular ışığında ne de düşünsel olarak doğrulanmaktır. Ama demokrasi, toplumsal tüm değer ve olgularda doğrunun mutlak olmadığı bir düzendir.
(*) Radikal 2’nin 6.8.2000 tarihli sayısında aynı başlıkla yayımlanan yazının değiştirilmiş ve genişletilmiş versiyonudur.
(*) Bu konuda ilginç bir çalışma için bkz.. Robin Le Poidevin, Ateizm, İnanma ve İnanmama Üzerine Bir Tartışma, Ayrıntı Yayınları, 2000.