KHK Kavgası ve Demokratik Kamuoyunun Tavrı

Çoğu yeri yamalı, yer yer çürümüş bir örtünün sökülmüş bir yeri dikmek için gerildiğinde örtünün başka bir tarafının yırtılıverip, alttaki çarpık, küflü muhtevanın açığa çıkması gibi; şu son KHK olayı Türkiye’de devlet mantık ve işleyişinin ürkütücü olduğu kadar derme çatma, tehlikeli olduğu kadar da laçkalaşmış gerçekliğini gözler önüne serdi.

Ancak şu noktada, hükümet, devlet ve onların “büyük medya”ya hâkim destekçileri, dikkatleri o yırtılan yerlerden uzaklaştırmayı büyük ölçüde becermiş görünüyorlar. Kararname onların devletteki uzantılarını temizlemek gerekçesi ile hazırlandığı için karşı çıkan FP ve dinî çevrelerde o yırtılan yerlerden görülen küflü “devlet” manzaramızı sorgulamaya açacak ne niyet ne moral ne de yaklaşım derinliğinin mevcut olması da bunu kolaylaştırdı.

Aslında Cumhurbaşkanı da istemediği, hattâ hiç beklemediği halde başka yönlere taşıverme ihtimali beliren bu sorunun karşılıklı yetkiler gibi usûl ve teamüle ilişkin “teknik” bir alana kaydırılmasından, bu dar alanda konuşulmasından rahatsız değildir. Onun için de ferahlatıcıdır bu. Gerçi, önce YÖK ve rektör atamaları sonra da bu KHK konusundaki tavır alışıyla devlet düzenimizin bırakın demokrasi ve hukuk ilkelerini; kendi Anayasasının o keyfîliğe pek müsait mantığını dahi rencide eden karakterini en üst düzeyde resmen faş ederek, bu devlet düzeninden yararlanan ve beslenen “siyaset erbabı”nı bu ortamda palazlanmış güç odaklarını fazlasıyla rahatsız etmiş durumda. Ondan hukuk ve demokrasiyi gerçekten ciddiye alan bir Cumhurbaşkanlığı istemeyen, beklemeyen, bu çevrelerin daha şimdiden onu -en azından- nasıl nötralize edebileceklerinin hesaplarına oturduklarını tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Şanlı büyük medyamız ağır başyazarları ve birinci sayfalarıyla işe koyuldular bile.

Ahmet Necdet Sezer’in bu hayli geniş, etkili, “yetkili” ve dişli ittifakı karşısında bulması için, o mahut KHK ile yapmak istediğiniz “tasfiye” operasyonunu daha az tartışmalı bir yasal çerçeveye oturtsanız iyi olur demesi yetmiştir. KHK’yı ilk iade gerekçesinde de söylediği üzre Cumhurbaşkanı KHK’nın tasfiye amaçlı oluşunu da tasfiye kıstaslarını da eleştirmiyor, hattâ bütün bunları şu yasa ve yönetmelik hükümlerince de yapabilirsiniz diye yol da gösteriyor. Karşı çıktığı şey, kararnamede Anayasa’nın KHK ile düzenlenemez dediği türden bazı “cezalandırıcı” hükümlerin de yer alması. Cumhurbaşkanı bu tür “önlem”lerin de alınabileceğini, ancak bunun yasa çıkararak, yani TBMM’den geçirilerek yürürlüğe konulması gerektiğini vurguluyor. Bunlar Anayasa ve idare hukuku açısından kimsenin karşı çıkamayacağı ve çıkmadığı son derece basit, temel kuralların hatırlatılması sadece.

Bunlar, o kararnamenin hukuk devleti felsefesi ve ilkeleriyle açıkça çelişen, bunları çiğneyen niteliğine dokunmaksızın, bu düzeyin birkaç kat altında sırf yasallık boyutundan bakılarak yapılmış uyarı ve yol göstermeler. Ancak hükümet ortakları, “devlet” ve onları böylesine desteklemeleri için mutlaka bir de “özel” bir çıkarları, gerekçeleri olması gereken bazı -“büyük medya” gibi- güçlü çevreleri, bırakın hukuku, yasallığa riayet gibi bir “formalite”ye bile takılmak istemiyor. Cumhurbaşkanının gösterdiği gerekçeleri tartışmaya, kendi argümanlarını sunmaya dahi tenezzül etmeyerek, “sen imzala, sonra iptal için Anayasa Mahkemesi’ne müracaat et” diyebiliyorlar. Çünkü biliyorlar ki, bu ülkede hükümetlerin kanunlara aykırı olduğunu “domuz gibi” bildikleri bir işi yapmak ya da birilerine bir defada yüklü bir vurgun fırsatı vermek için, iptal edileceğinden yüzde yüz emin olunan bir KHK çıkarmak sık başvurulan bir yoldur. İptal kararı yürürlüğe girene kadar olan olur, kapkaç gerçekleşir ve hükümetlerden de hesap soran çıkmaz.

Kararnamenin usûl ve kuvvetler (yasama ve yürütme) ayrılığı ilkesi açısından şaibeli yanlarının gayet farkında olmalarına rağmen, bazı çevrelerin Cumhurbaşkanına sorun çıkarma, “istikrarı bozma” diyerek kararnamenin bir an önce yürürlüğe girmesi için telkin ve baskı yaptıklarını izliyoruz. Bunların bir kısmı daha da belden aşağı inerek Cumhurbaşkanının kendisini o makama oylarıyla getirmiş hükümet partilerine “diyet borcu” olarak bu kararnameyi hemen imzalaması gerektiğini söylüyor. Bazısı da baklayı nihayet ağzından çıkarmış gibi yapmak, kararnamenin aslında ordunun sıkıştırmasıyla, mürtecilerin devletteki köklerini tamamen kazımak için hazırlandığını, Cumhurbaşkanının bunu imzalamayarak hükümeti ordu karşısında güç duruma soktuğunu, böylece “istikrar”ı tehlikeye attığını iddia etmekte. Bu tür iddiaları daha geniş bir çerçevede ele alacağız. Ancak hemen belirtilmelidir ki ordunun böyle bir Cumhurbaşkanın seçilmiş olmasından hiç de memnun olmadığı sır değil. Nitekim, seçileceğinin belli olmasından itibaren, kendilerini öteden beri “devlet”in kadrosuz (?) küfürbazlığına atamış olanların Sezer’e karşı sürdüregeldikleri “eleştiri” kampanyası, bu KHK olayı sırasında büsbütün pespayeleşti. Hattâ bunlardan, -ismini okur sinek pisliğiyle karşılaşmış hissine kapılmasın diye yazmadığımız- biri, ısrarla Ahmet Bey dediği Cumhurbaşkanını “devlet”çe lanetli her tür siyasî sıfata bulamakla yetinmeyip, PKK yandaşı saydığı yayınlardaki “hukuk devleti”ni ve Cumhurbaşkanının hukukçu titizliğini öven yazıları “delil” gösterip Sezer’i neredeyse “PKK üyesi” diye ilân edecek oldu.

Şüphesiz söz konusu kararnamenin hazırlanışında ordunun 28 Şubat’tan beri ısrarla istediği “şeriatçıları devlet aygıtından tasfiye etme” talebi önemli ve görünür etken. Ancak tek etken değil. Özellikle İçişleri-Emniyet teşkilâtında, adliye ve gümrüklerde adi suç örgütleriyle “rutin ölçüler”i epey aşan bazı personelin de böylece tasfiyesi düşünülüyor galiba. Kendisinin de elbet bir “tasfiye edilecekler” listesi olmakla birlikte MHP, asıl olarak tasfiyelerin yaratacağı boşluklara dalma fırsatı bulacağı ve ayrıca bazı “şeriatçı” diye tasfiye edileceklerin kendisine sığınmalarıyla “devşirme” kadrolar elde edebileceği için “operasyon”un en sessiz ama en istekli taraftarı.

Ancak kararnamenin aslında en canalıcı ama “nedense” öne çıkarılmayan hükümleri, “operasyon”un devlet aygıtı ile sınırlı olmadığını, mahalli idareler ve sermayesinin % 50’den fazlası devlete ait işletmeleri de kapsamına aldığını gösteriyor. Hakkında düzenlenecek bir raporda “şeriatçı” veya “bölücü” ... sıfatı tescil edilerek ya da KESK gibi memur örgütleri gözetilerek düzenlenmiş maddelere sokularak memuriyetten atılacak olanlara herhangi bir kamu kuruluşunda yeniden işe girme yolunu tamamen tıkamak örneğine ancak tam faşist ve totaliter-otoriter rejimlerde rastlanır bir uygulama olmasına rağmen, bu konu pek de gündeme getirilmedi. Gerçi bu ülkede “rejim karşıtları”na karşı benzer uygulama, “özel teşebbüs”lerin de kulağı bükülerek zaten yıllardır fiilen yürürlükteydi. Ama eskiden bu uygulamanın mağdurları “solcular”dı. Bu ülkede “devlet” eğer isterse hedef aldığı bir “solcu”yu değil belediyede, herhangi bir işverenin yanında bulduğu işten de attırabilir ve hiçbirinden de “ben yaptığı işe bakarım” diyerek bir red cevabı almazdı. Ama şimdi “topun ağzına” gelenler, bir biçimde “şeriatçı” damgası yiyebilecek olan gayet geniş bir kesimdir. İçlerinde ANAP, DYP, MHP ve hattâ DSP’nin örtük veya bilinen tarikat bağlantıları üzerinden “kontenjan” olarak belirli devlet kuruluşlarına yerleştirilen, dindar, muhafazakâr ve RP-FP çizgisi hesabına değil, kendi partileri hesabına oralarda duranlar olduğu gibi, RP iktidarında onun kadroları olarak yerleştirilenler ile bazı tarikatların daha nötr yolları, olağan memuriyete giriş yollarının gereğini yerine getirerek yürüttüğü sistematik bir yerleşme, köşe tutma faaliyetinin “ürünleri” de var.

Bu son sözü edilen yolun stratejinin Fethullah Gülen cemaatine mal edildiğini yıllardır duymaktayız. KHK krizi tam gündemdeyken, ünlü DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Fethullah Gülen cemaati hakkında “çete” iddiasıyla iddianame tanzim ettiği, Fethullah Gülen’in tutuklanarak iadesi için ABD ile temasa geçildiği de ilân edildi. Ama hemen ardından da bilhassa bu “Fethullahçı”ları tasfiyeye matûf olduğu el altından söylenen o KHK’nın baş uygulayıcısı olacak Başbakan Ecevit’in bu soruşturma açılması işinden gayet rahatsız olduğunu kendi üslûbunca duyuran açıklaması geldi. Ecevit’in “Fethullah Gülen ve cemaati”ne karşı övücü sözleri zaten bilinmekteydi ve Ecevit’in MGK’da ordu temsilcilerinin “dokundurma”larına rağmen bu tavrını değiştirmediği de bilinmekteydi. Hükümetin diğer ortaklarının da Gülen cemaatine karşı tavırları, ilişkileri de olumluydu.

Ordunun kendi bünyesi içinde her yıl muntazaman budadığı “şeriatçı” subay, astsubay ve öğrenciler arasında Fethullah Gülen cemaati ile ilişki iddiasıyla atılanlar da vardı.

Eğer ordu devletin öteki aygıtları içinde de başta “Fethullahçı”lar olmak üzere, öncelikle “şeriatçılar”ı temizlemek için hükümete baskı yapmış ve bu KHK’nın hazırlanışında başlıca amil olmuş ise; “cemaate karşı tavrı, tutumu belli böyle bir hükümetin o KHK’yı ordunun istediği biçimde uygulayacağından emin olabilir mi? Emin olmak için hükümeti gerçek bir telaş ve korkuya iten bir “önlem”e mi hazırdır? Ecevit o nedenle mi Cumhurbaşkanı KHK’yı imzalamazsa devlet krizi çıkar demiştir?

Bunları bilmiyoruz, bilmemiz de gerekmiyor. Bildiğimizden gayet emin olduğumuz bir şey var, o da ordunun bu tasfiye meselesinde son derece kararlı olduğu yolundaki iddianın son derece abartılı olduğudur. Dolayısıyla şu yukarıdaki türden soruların dikkatleri başka yöne çekmekten başka pek anlamı yok. Şimdiden iddia edebiliriz ki, Cumhurbaşkanı o KHK’yı imzalayıp, yürürlüğe soktuğunda ne kitlesel bir “şeriatçı” tasfiyesi olacak ne de özel olarak “Gülen cemaati”nin üzerine gidilecektir. Fiilen tasfiye edilen zaten mahkemelik bazı “şeriatçı” memurlar bölücü yaftası yemiş olanlar bazı “azılı” memur sendikacılar elbette olacak, bu arada marifetleri ayyuka çıkmış emniyet, gümrük ve tapu memurlarına da yol görünebilecektir.

Ama kararnamenin önemsiz olduğu anlamına kesinlikle gelmez bu. Onun asıl işlevi bir Demokles kılıcı gibi olmasında. Bu kılıcın özellikle şu önümüzdeki dönemde memurların tepesinde ve iktidar sahiplerinin elinde olması gerekiyor. Geçerken belirtelim ki iktidar sahipleri derken “büyük medya”yı da unutmamak gerek. Memurların iki müfettiş raporuyla atılabildiği bir koşulda “büyük medya”nın hedef tahtasına girmek bir atılma raporunu yarı yarıya doldurmak anlamına geleceği için özellikle orta dereceli memurlar, o Demokles kılıcının kabzasında medyanın elinin de olduğu bilgisiyle hareket edeceklerdir.

Asıl meseleye dönelim. Bu yazının başlangıcında çizilen devletin durum tablosu -aynı açılardan şüphesiz değil ama- hiçbir ciddi siyasal gücün, ileriye dönük hesap ve projeleri olan hiçbir güç sahibi veya çevresinin varlığına uzun boylu tahammül edebileceği bir yapı değildir. Bu yapı bu haliyle herhangi bir düzeni taşıyamayacak, koruyamayacak ölçüde laçkalaşmış, hantallaşmış, paslanmış ve neredeyse boylu boyunca yolsuzluk, usulsüzlük batağına batmıştır. Türkiye, -şu anda en fazla dikkate alınan alternatifler üzerinden konuşacak olursak- ister AB’ye katılmaya gerçekten kararlı bir yol izlesin, ister AB ile mesafeli, kendi özel ulus-devlet çemberini korumaya azimli iktidarlarla yoluna devam etsin, bu yapıyı ciddi bir revizyondan geçirmek zorundadır.

Böyle bir “konsensus” vardır, ama şüphesiz sorun o revizyonun kim tarafından ve nasıl bir amaç doğrultusunda yapılacağıdır.

Türkiye’de siyasal ideoloji ve öncelikler açısından devlete, devlet aygıtına özel bir önem ve ağırlık tanıyan iki siyasal güç -ordu (Atatürkçülük)/MHP (Türk milliyetçiliği)- şu anda hükümet düzeyinde ilişkidedirler. Devlette kadrolaşma ve bunun sağladığı siyasal ağırlık her ikisi açısından da stratejik bir değer taşır. Şüphesiz hiçbir partinin siyasal gücün devletteki kadrolaşmayı önemsiz sayması söz konusu değildir ama; başka tüm faktörler bir yana, kalıcı bir kitle desteğine hiçbir zaman sahip olmayan ve artık ummayan Atatürkçülük ile gerçekçi düşündüğünde görüp göreceği en kalıcı kitle destek oranının % 25’i aşamayacağını bilen bir MHP için bu nokta, başkalarıyla kıyaslanmayacak kadar önemlidir.

Birikim’in daha önceki sayılarında ordu ve MHP arasında bir yakınlaşmayı mümkün kılan konjonktürel ve ideolojik nedenlere birkaç kez değinmiştik. O yazılarda bahsedilen bazı “doku uyuşmazlıkları” ve ayrıca tahmin edilebilir nedenlerden dolayı, bu yakınlaşma, aleni bir ortaklık, ittifak görüntüsü ve söylemi ile değil, aksine “mesafeli” bir paralel yürüyüş biçiminde olabilecek.

Şu KHK olayında MHP uzun süre hiç öne çıkmadı. Onunla ilgisi yokmuş, ilgilenmiyormuş gibi göründükten sonra ne zamanki olay Ecevit ile Cumhurbaşkanı arasında bir çekişme konusu noktasına gelince, MHP’nin Ecevit’ten de “ılımlı” bir üslûpla devreye girdiği görüldü. Ama Ecevit’in kendini Cumhurbaşkanı/hükümet çatışması vitrinine iyice yerleştirmiş olmasından itibaren MHP’nin “sazı eline alıp”, Cumhurbaşkanına karşı aleni ve sert bir kampanya üslûbuna geçmesi, hattâ onu zımnen “bölücü ve yıkıcı”ların hamisi olarak göstermesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

DSP-Ecevit ve ANAP’ın, MHP üzerine az önce söylenenleri dikkate alan bir tavır içinde oldukları söylenemez. Anlaşılan ya MHP’nin geleceğe matûf hesapları ve bu hesaplar içinde şu KHK’nın işlevini çok daha farklı ve birbiriyle ilişkisiz görüyorlar. Ya da -en azından parlamentoda- demokrasi konusunda en duyarlı sayılan partiler olarak, ne devlet aygıtındaki zorunlu revizyonun mahiyeti ne de -rahatsız olduklarını birkaç kez belirttikleri- “28 Şubat süreci”ni izale etmek için tutarlı bir perspektif ve projeleri var.

Hatırlanacağı üzre Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde Birikim’de yapılan analizde bu kimlik ve kişilikteki bir Cumhurbaşkanının, “sivil siyaset”, özellikle de DSP ve ANAP gibi partiler açısından çok ciddi bir “imkân” olabileceğini belirtmiştik. “28 Şubat süreci” ile ordu lehine siyasal ağırlığı -dolayısıyla iktidar payı- hayli azalan bu partilerin Cumhurbaşkanlığı desteği ile durumu lehlerine çevirecek önemli adımlar atabileceklerini, 17 Ağustos sonrası hissedilir biçimde güçlenen demokratik kamuoyu nezdinde de ciddi bir prestij ve güç kazanabilecekleri öne sürülmüştü.

DSP ve ANAP ya buna “tenezzül etmedi”ler ya da böylesi bir “misyonu” taşıyacak niyet, mecal ve ruhtan yoksundular. Yapabildikleri, Çankaya’da, dürüst, tutarlı ve titiz bir hukukçu olarak, “hukuk devleti” kavramını ve bu ülkenin resmî diskurunu süsleyen “demokratikleşme” amacını ciddiye alarak işini yapmaya çalışan o Cumhurbaşkanını “kurtların önüne” atmak oldu. Bakalım, o partilerin “kazanmaya değer vermedikleri” bu ülkenin demokratik kamuoyu ne yapacak? Kurt korkusu mu, kurda kuşa yem ettirmeme erdemi mi galip gelecek?