Marx ve İnsan Doğası Üzerine Kısaca

“Bir punduna getirip Marx’a çakma” arzusu nasıl bir şey olmalı? O yüzer-gezer arzu? Yazıdan/konuşmadan daima taşan, o fazlalığıyla bir kenar süsü gibi tasarlanmış. Ya da bir itibar nesnesi gibi görülen. Süreklilik arz eden ve hiç umulmadık zaman/yerlerde belirti veren böylesi bir arzu, bilinçdışının hangi yataklarında akıyor? Ya da, insanda merak/merhamet karışımı bir duygu uyandıran o arzunun öznelerine, böylesi bir arzuya ilişkin hakikati tanımaları bahsinde hangi öneri işe yarar? Bir kolaylık filan, olur mu mesela?

Diyelim ki, ihtiyaçtan tamamen farklı olarak sorun, belirli bir arzu için yeni ifade araçları aramak, tesis etmek değilse; insanın arzusunu tanımasının tek olası yolu, arzunun konuşma içinde eklemlenmesi, vücut bulması ise; arzu yalnızca ötekinin varlığı halinde formüle edildiğinde ve adlandırıldığında gerçek anlamda anlaşılabilirse... Belki de, bazı gövdelerde, tam bu yüzden; yani hem arzuyu adlandırmak dünyada yeni bir varlık yaratmak olduğundan, hem de ötekinin varlık hanesini kolayca ihmal etmeye, eritmeye izin veren, örneğin ilahi bir referanslar dizisi yüzünden arzu tanınmasını imkânsız kılan bir kılığa bürünüyor, “Marx’a çakma” arzusu uç veriyor, “umutsuz vaka” oluyor.

Yine de yerimizi daraltmamalı ama. Şunlar da var çünkü: Bir taraftan arzu bütün konuşmalarda belli ölçülerde var olurken, diğer taraftan konuşma arzuya ilişkin hakikatin tümünü asla eklemleyemez. Bir artık, bir fazlalık, konuşmayı aşan bir şeyin varlığı daima oradadır. Arzu ile konuşma arasında temel bir tekabüliyetsizlik, bir uygunsuzluk giderilemez karakteriyle, sırıtır durur. Temel güçlük şurada belki de: Arzudan söz ettiğimizde, asıl önemi, içerimleri ve uzantıları bakımından daima bilinçdışı bir arzudan söz ediyoruz. Ama bilinçdışı, adı üstünde işte, labirentimsi bir şeydir ve bilinçdışı arzu bütünüyle cinseldir. O yüzden şununla yetinmeli: Belki de arzu, insanın özüdür, ya da öyle söylemeyi dilerseniz, insanın doğasıdır. İnsanî varoluşun kalbidir arzu.

Yani şu: Eğer insan doğasından söz edeceksek önce doğa sözcüğü ile ne kastettiğimizi bilmeliyiz.


Bir de o yazılar var işte. ‘Nasıl yani’ dedirten. Hakkında tam bir fikir ediniyormuşsunuz izlenimine kapıldığınız anda her türlü aralığı tekrar kapatan, her türlü farkı şiddetle silen, kendisiyle özdeş yazılar. Bir diyalog geliştirmeye çalışırkenki o yapışkan samimiyetsizliğini birden açığa vuruveren. Tümel, mutlak bir referansa kapıldığı ölçüde insanda olgusal yanlışlarına bile işaret etme hevesi bırakmayan. Tam o değil ama, iyi niyetiyle ilgili şüpheye kapılmamıza yol açan.


İlk olarak, doğa bir şeyin aslî özelliklerine işaret ediyor olmalı. Bu anlamıyla insan doğasının kişilik (karakter) kavramına karşılık geldiğini düşünebiliriz. Kişiliğin kuruluşunu düşündüğümüzde, tarihin, tarihsel kaydın orada olduğunu zaten biliriz. Şöyle deriz: İnsanın özünü, doğasını insanın tarihi boyunca yaptığı özdeşimler belirler. Özdeşimler, yani içselleştirme süreçleriyle bir imgeyi üstlendiğimizde/benimsediğimizde içimizde meydana gelen dönüşümler. Burada belki ilk özdeşim durağı olarak Lacan’ın ünlü “ayna evresi”nden söz etmek iyi olabilir.

“Demek ki, henüz hareket ve beslenme bağımsızlığı olmayan bebeğin, insan yavrusunun kendi yansıyan imgesini böyle coşkuyla kabullenişi örnek bir durumda sembolik matriksi sergiler gibi görünmektedir. Buna göre özne-ben (yani I), başkasıyla özdeşleşmenin diyalektiğinde henüz nesnelleşmeden ve özne olarak işlevini dil yoluyla evrensel düzeyde yeniden kazanmadan önce en ilk biçimiyle söz konusu o sembolik matriks içinde çökelmekte, oluşmaktadır.”

İnsan doğasının çekirdek özelliğini kendilik (self) ile dünya arasındaki ilişki içine yerleştirmek de mümkün. Kendiliğin dünyanın dönüştürülmesi aracılığıyla yaratıldığını ve ifade edildiğini söylediğimizde yaptığımız gibi. Burada, bir tür kendini yaratma ve ifade etme sürecinden ve tasarısından söz ettiğimiz ölçüde, verili olmayan ve asla tamamlanmayacak bir kendilik tanımlamış oluyoruz: Hiçbir zaman tamamlanmış sayılamayacak, hep bir zayıflık ve eksiklikle malûl olacak, belki de tam bu yüzden sürekli idealler besleyecek bir kendilik. Doğamızda yazılı olduğunu düşündüğümüz ahlâkı, ahlâklı olma kapasitesini burada, yani hiç tam olarak insan olamama halinde aramalıyız.


Marx, kesin ve temelli bir insan doğası kavramına sahipti. Tarih içinde ifade edilen ve dönüşen bir insan doğası kavramına; başka türlüsü nasıl olur ki.

İşte “Feuerbach Üzerine Tezler”in altıncısı:

“Feuerbach, dinsel özü (essence) insan özünde çözümlüyor. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.

Bu gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla şunları yapmak zorunda kalmıştır:

1. Tek başına, soyut bir insan bireyinin varlığını önceden kabul ederek tarihin akışını hesaba katmamak ve dinsel düşünüşü değişmez, kendinde bir gerçeklik olarak ele almak.

2. Özü, yalnızca ‘tür’ olarak, içsel, dilsiz ve çok sayıda bireyi doğal bir biçimde birbirine bağlayan evrensellik olarak kabul etmek.”

Norman Geras’ın Marx&Human Nature isimli kitabında uyardığı gibi son cümleye dikkat: Marx Feuerbach’ı insanın doğasını yalnızca tür olarak, yani doğal bir biçimde bireyleri birleştiren bir içsel (inner) genellik olarak kavradığı için eleştiriyor. Marx’ a göre Feuerbach, insanı içsel, genel, türsel özellikleri uyarınca anladığı için değil, yalnızca bu terimlerle anladığı için yanılıyor. Bakış açısının tek boyutluluğu nedeniyle. Nitekim “Tezler”den iki yıl önce aynı Marx’a göre “Feuerbach doğaya çok fazla, politikaya çok az göndermede bulunuyor”dur.

Bitirmek için, Geras’ın yukarıda adı geçen kitabında ayrıntılı bir biçimde tartıştığı Marx’ın cümlesinin üç farklı alternatifini aktaralım:

1. Gerçekliği içinde insanın doğası (nature of man) toplumsal ilişkilerin bütünü tarafından koşullanmıştır (conditioned).

2. Gerçekliği içinde insan doğası (human nature), veya insanın doğası toplumsal ilişkilerin bütünü içinde belirtik hale gelmiştir (manifested).

3. Gerçekliği içinde insanın doğası toplumsal ilişkilerin bütünü tarafından belirlenmiş, veya toplumsal ilişkilerin bütünü içinde çözülür (dissolved).

Tamam; basitlik ihtiyacı duyabilir, saydam, tümel, mutlak referans arzusu taşıyabiliriz. Yine de başkaları karşısında daha adaletli olmaya gayret edebiliriz. Doğamız/özümüz buna izin verecektir.