Nilgün Toker -ona selâm olsun(*)- Medyakronik’teki son yazısında, memlekette muhalefetin meşruiyetini “silmiş” olan 12 Eylül’ün bizzat muhalefet tarafından unutulmasının, ona alışılmasının nasıl bir zillet olduğu üstünde durdu, haklı olarak. (Kastedilen, mesela şimdilerde DYP’nin ifâ ettiği türden bir muhalefet nöbeti değil, sistem karşıtı, radikal ve esasen sol muhalefettir, elbette.)
Önce, pozisyona medya açısından biraz daha yakından bakalım.
Medyakronik’in ana sayfasında da üstüne varıldığı üzere, büyük-endüstriyel medya yirminci yıldönümünde 12 Eylül’le ilgili unutturmaktan da kötüsünü yaptı aslında: Magazinleştirdi. Bir yuvarlak yıldönümü olması münasebetiyle, her zamankinden daha farfaralı ve sulandırarak yaptı bunu. “12 Eylül’de daha doğmamış yeni kuşaklar”, medyaya baktıklarında, bu askerî idare rejiminde en “ölümcül” bahsin, paşaların ve Türkeş’in karşılıklı suikast fantezileri olduğu izlenimini alabilirler. 12 Eylül 1980’in yaprakları, çook eski bir defter gibi karıştırıldı - hani neredeyse Murat Bardakçılık bir çeşniymiş gibi. Hep hatırât kıvamında konuşuldu; 12 Eylül bir mesele, bir travma, bir “acı” olarak zamanaşımına uğramış kabul edildi. Bir “aktif unutturma stratejisi”nden mi söz etmeliyiz?
Türkeş’in kaçırılmasıyla ilgili planların ve o planlara bağlı suikast/intikam/kısas tasarılarının, 12 Eylül’ün 20. yıldönümünün “flaş/şok” olayı olarak öne çıkması, ülkücü basında homurdanmalara yol açtı. Onlara göre bu şişirme, medyanın Türkeş’i ve MHP’yi kriminal olaylarla bağlantılı gösterme alışkanlığından kaynaklanmıştı. Acaip bir alınganlık bu; zira subay emeklisi ülkücüler Türkeş’i kaçırmaya dönük planlarını iftiharla anlatıyorlar ve bu anlatılar, “Albay”ın 27 Mayıs’tan devreden “perde gerisindeki kudretli adam” hâlesinin ve bu kudretli adamın hep komplolara kurban gittiği efsânesinin devamlılığına hizmet ediyor. 12 Eylül’e özgü komplo tasviri, bu hayırlı harekâtın, Türkeş/MHP aleyhine çevrilerek yozlaştırıldığı, rotasından saptırıldığı doğrultusundadır: Meşhur “fikri iktidarda kendi zindanda” hikâyesi... “Türkeş’i nasıl kaçıracaktık” hatırâlarının berisinde, bu operasyonla 12 Eylül’ü doğru mecrâsına oturtulabileceği imâsı vardır hep. Ülkücü basın, 12 Eylül’e hiçbir vakit bu 20. yıldönümünde olduğu kadar sevgi göstermemişti. Necdet Sevinç’in 18 Eylül’de Kurultay’da yazdıkları yeterince açıktır: “Ben de bir general olsaydım 12 Eylül’ü ya bizzat planlardım, ya da katılırdım. Çünkü 12 Eylül’ün gerekçesi doğrudur, fakat bu harekâtın ülkücülere yönlendirilmesi yanlış olmuştur.” Ülkücü cenah, 1990’ların ortalarına dek süren 12 Eylül karşıtlığından, “12 Eylül’le barışıklık”tan da ileri bir noktaya gelmiş bulunuyor. Orada da “Yusufiyeliler [hapishanelerde yatanlar]”, “darağacında dokuz yiğit” edebiyatının miâdının dolduğuna karar verilmiş besbelli, bu tatsızlıklar yeni kuşaklara “kaza” diye anlatılacak.
12 Eylül 1980’le kurulan askerî rejim altında olanların başka bir cephesine dikkat çekmesi bakımından, Emin Karaca’nın Milliyet’teki yazı dizisini istisnâî bir iş olarak anmak gerekir. Karaca, sosyalist örgütlerin, 12 Eylül’den sonra yurtdışına kaçmak zorunda kalan ya da 12 Eylül koşulları nedeniyle geri dönemeyip sürgünlüğe mahkûm olan önder kadrolarından bazılarıyla görüşmüştü. Bu röportaj bilgi yanında hüzün vericiydi. Sadece insanların başına gelenler bakımından değil; bu hayat hikâyelerinin, bu “dertlerin”, medyadaki genel 12 Eylül takdimi içindeki olağanüstü yabancı duruşu ve “12 Eylül’de daha doğmamış yeni kuşakların” ezici çoğunluğu açısından muhtemelen egzotik-uzak bir hikâye gibi görünmüş olması bakımından...
Gelelim Nilgün Toker’in (sol) muhalefet açısından yerinmesine. Sahi, muhalefet neden ihmal etti, 20. yıldönümünde 12 Eylül’ü özel bir ehemmiyetle mesele etmeyi, muhalefet neden “alıştı” ona? Ahlâkî bir problem mi bu? Ya da 12 Eylül’ün kurumlaştırdığı “total kontrol” ve korku/terör rejiminin başarısının sonucu mu? İlki hassas bir tartışmanın konusudur, ama ikincisine uzatmadan evet diyebiliriz. Bununla da bağlantılı, 12 Eylül’ü unutma/ona alışma nedeni olarak bir başka noktayı tartışmaya açmak isterim: Rejimin bir restorasyonu olan 12 Eylül, kendi içinde de restorasyon gördü ve bu yeni restorasyon 12 Eylül’ün muhalif zihinlerde “eskimesinde”, “unutulmasında” bir etken olabileceğini düşünmeliyiz.
12 Eylül’ün en önemli restorasyonu, 1991 sonrasındaki düşük yoğunluklu ve kısmen gayrınizâmî unsurlar içeren savaş koşullarındaki olağanüstü hal rejimi içinde gerçekleşmiştir. Bu rejim, öncelikle 12 Eylül’e karşı birikmiş ve hayli yayılmış muhalefeti iptal etmiştir: Millî tehdit/bölünme alarmıyla, 12 Eylül’ün ihdas ettiği rejimin “sivil”-”parlamenter” araçlarla sürdürülmesini meşrûlaştırmıştır. 1991 sonrası olağanüstü hal rejimi, 12 Eylül’ü pekiştirmiştir: Demokratik inisyatif ihtimallerini boğan mekanizmaları yıkayıp yağlamış, mevzuatı tahkim etmiştir. 1990’ların ortalarındaki “gözaltında kaybetme” sayısının yanında, 12 Eylül dönemi istatistiği “diğerleri” sütunu gibi kalır. Bu restorasyon rejimi, “total kontrol” yeteneği bakımından 12 Eylül’ü aşmıştır: Halkla ilişkiler performansını profesyonelleştirmiş, “sivilleştirmiş” , “şenlendirmiştir” - zira medyayı “kazanmıştır”.
İkinci bir restorasyon hamlesi, 28 Şubat’tır. 28 Şubat, din/laiklik politikası bakımından 12 Eylül’de “teknik” bir düzelti yaparken, “total kontrol” ve halkla ilişkiler performansını üst düzeyde modernize etmiştir.
12 Eylül-1991 sonrası rejim - 28 Şubat sürekliliğinin medyadaki nevi şahsına münhasır bir delili, Ertürk Yöndem’dir. 12 Eylüllük bir durum olduğunu, bir irade çıkarıldığını kendisinin TRT’deki Perde Arkası programlarındaki şevklenmeden, celâllenmeden anlarsınız. Herhangi bir modernleşme düşünmeden, asrî bir halkla ilişkiler tekniği peşine de düşmeden kafalara kakılan bu program, 12 Eylül’ün hep devam ettiğini dosta düşmana gösterir.
Ahmet Çiğdem -ona selâm ve senâlar olsun- belirli bir toplumsal zamanda, tarihsel bağlamda olmuş olayları, ezelî-ebedî bir takvimin soyut vaktine taşıyarak “27 Mayıs”, “28 Şubat”, “12 Eylül” diye anmamızın, “bilinci ve dili körleten, soru sormayı erteleten” bir yanı olduğunu ve kollektif bilincin unutmaya yatkınlığını gösterdiğini yazmıştı (Birikim 131, Mart 2000, s. 22). 12 Eylül’le ilgili unut(tur)ma stratejilerinde de bu “kötü alışkanlığın” payı inkâr edilmez. Beri yandan bilhassa 12 Eylül, dönemsel bağlamından, milâdî niteliğinden ayrışan bir sürekliliğe (de) sahip değil mi? (12 Eylül için değil ama bir yanıyla onun mutasyonu da olan 28 Şubat için böyle bir ezelî-ebedîliği açıkça ilân ediyorlar netekim.)
Kısacası, 12 Eylül 1980’deki askerî müdahaleyle beraber ihdas edilen rejimin sürekliliği ve yenilenmesi/tazelenmesi, “dar anlamda” ve bir yıldönümü olarak 12 Eylül’ün unutulmasının bir sebebi olabilir. Hattâ (“dar anlamda”) 12 Eylül’ü değil de 12 Eylül’ün restore edilmiş biçimlerini veya söz konusu sürekliliği iş edinmenin muhalefet açısından daha anlamlı olduğu ileri sürülebilir. Nilgün Toker’in, Birikim’in de 12 Eylül’ü unutmasından duyduğu rahatsızlık, bu mülahazalarla belki azaltılabilir; zira Birikim “geniş anlamda” 12 Eylül’ü sorunsallaştırma mesâisini fasılasız sürdürüyor.
Fakat sanırım Nilgün Toker’in eleştirisinin haklılık payı yine de bakî kalacaktır - zira “dar anlamda” 12 Eylül yine de önemlidir. 12 Eylül’ün siyasî ve hukukî bir milâd olma özelliği önemlidir; dahası, içsel kendini yenileme yeteneği itibariyle belki de 12 Eylül rejiminin “otantikliğinden”, ilkselliğinden söz etmek lâzımdır... Keza “dar anlamda” 12 Eylül rejimiyle, diyelim ki, Yunanistan veya İspanya veya Şili örneklerine benzer (“dar anlamda”) bir hesaplaşmanın, Türkiye’de demokrasi bilinci, yurttaşlık rüşdü ve muhalefetin meşrûiyeti açısından çığır açıcı olacağı açıktır. Herhalûkârda, 12 Eylül 20. yılında suret-i mahsusada ele alınmayı “hak ederdi”, sevgili Dinarlılar!
* Aynı zamanda geçmiş olsun: Kendisi bir cerrahî müdahaleye marûz kalmıştır ve ne denmiştir: “Bıçak bıçaktır”.