“Corruptio optimi pessima”*
Yeni bir toplumsal ekoloji diyalektiğini kurumlaştırma çabasının önde gelen isimlerinden olan Murray Bookchin’in, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi adlı yapıtı doğrusu beni oldukça büyük bir şaşkınlığa düşürmüştü. Bookchin, kitabın değişik bölümlerinde fırsat buldukça -daha doğrusu fırsat yaratarak- Eleştirel Kuram düşünürlerinin ve özellikle Adorno’nun anti-pozitivist görüşlerini oldukça şiddetli ve dikenli bir dille eleştiriyordu. Şaşırmıştım, çünkü Bookchin, doğanın bozulan ekolojik dengesinin yeniden kurulabilmesinin yollarını araştıran bir düşünür ve alanının en saygın isimlerinden biri olarak, çok ciddi bir tarihsel hata olduğunu düşündüğüm ve ‘bilinç sapması’ olarak adlandırdığım bir yaklaşımla, yeni ekoloji düşüncesini tümüyle pozitivist düşünceye dayanarak kurmaya çalışıyordu. Bunu en basit haliyle amaç-araç örtüşmezliği ile tanımlamayı yeğliyorum, ama bu gerçekten çok hafif kalıyor: Doğanın, hakkında yeni ekoloji diyalektiği çalışmaları yapılması gerekecek denli perişan hale gelmesinin en temel nedenlerinden biri, bilimsel pozitivizmdir. Kapitalizmin dayanaklarından biri durumuna gelerek meta fetişizmi kökenli yabancılaşmayı derinleştirirken doğanın sırf daha çok kâr amacıyla sömürülmesini meşrûlaştıran bir düşünce sisteminin bunun tam tersi bir amaca hizmet edebilmesi, hem de pozitivist bilimsel düşüncenin başlı başına ezici/manipüle edici bir iktidar odağı haline geldiği bu dönemde, mümkün müdür?
Murray Bookchin kitabında, çalışmalarıyla pozitivist aklın insan ve doğa üzerindeki yoğun baskısını büyük bir ustalıkla gözler önüne seren Frankfurt Okulu üyelerini karamsar bir tarihsel kadercilikle suçluyordu; bu arada kendisinin var olanı çözümleme ve daha önemlisi aşma eğilimi göstermeden, pozitivist ilerlemeci şematizmiyle ‘iyimser bir tarihsel kaderciliğe’ düştüğünü fark etmeyecek kadar da gözleri ve basireti kapalıydı. Adorno’nun “Evrensel tarih vahşilikten insancıllığa doğru gelişmez; sadece sapandan megaton bombaya doğru ilerleyen bir tarih vardır.” şeklindeki saptamasını “...(en) tek yanlı”, “(en) zararlı”, “şişirilmiş”, “(üzerinde) az düşünülüp taşınılmış”, “...insanlığın çirkin bir iblisleştirilmesine doğru bir adım” gibi, bilimsel eleştiri diline yakışmayan ifadelerle eleştiren Bookchin’in, temsil ettiği düşünce sistemiyle uyumlu biçimde, Marx’ın bir alıntısında yer alan iyimserlik ve kötümserliğe dair sözün iyi bir örneği olduğu görülüyor.[1]
Aslında karamsarlık olarak adlandırılan bakış biçiminin en çarpıcı örneklerini Eleştirel Kuram düşünürlerinden çok, distopik sanat ürünleri vermiştir. Örneğin Jean-Luc Godard’ın 1965 tarihli filmi Alphaville. Alphaville adlı gezegende gördüğümüz aslında tam da Bookchin’in savunduğu pozitivist düşüncenin insan üzerindeki korkunç baskısıdır. Alphaville’de gülmek, ağlamak gibi insanî ayrıntılar yasaktır. Her şey, her şeyi tasarlayan ve yöneten büyük bir bilgisayarın yönetimindedir. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, karısı öldüğü için ağlama suçu işleyen adamın kurşuna dizilerek idam edildiği sahnedir. Böyle korkunç bir toplumsal yapıyı düşünmenin bile saçma olduğunu, ancak aldatıcı iyimserlik sahipleri söyleyebilirler; hem, de sadece 20. yüzyılda bile, başta Stalin dönemi Sovyetler Birliği olmak üzere birçok örneği yaşandığı halde...
Sinemada değişik versiyonlarını izlediğimiz ünlü H. G. Wells öyküsü ‘The Island of Dr. Moreau’, aslında içinde bulunduğumuz kapitalist-bilimsel gelişme sürecinde zaten yaşamakta olduğumuz bir olayı anlatıyordu: Tam da pozitivist bilimsel düşüncenin yapabileceği haliyle, başka yaşam birimlerini kendi yaşam birimine dönüştürmeye çalışan bir bilimadamının -burada hemen aynı konuyu işleyen David Cronenberg filmi The Fly’ı da hatırlayalım- öykülendiği yapıt, günümüzün açık ya da gizli olarak yapılan tüm genetik araştırmalarına, canlı kopyalama tekniklerine, yani günümüzün karanlık gerçeklerine denk düşmüyor mu?
John Carpenter, 1988 tarihli çarpıcı filmi They Live’de oldukça karamsar (olması gerektiği gibi) bir bakış açısıyla parçası olduğumuz tüketim ideolojisini ve bunun köleleştirici boyutlarını anlatıyordu. Bize ‘çağdaş refah toplumu’ olarak sunulan yapı, gerçekten de, aslında egemen ideolojinin kitle iletişim araçları ve pozitivist akıl yoluyla rasyonalize edilmiş bir köleler toplumu değil midir?
Konunun en iyi örneklerinden biri, 1982 tarihli Cronenberg filmi Videodrome’dur. Devamlı halüsinasyonlar gören -ya da gördüğünü zanneden- bir program yapımcısının, yoğun ve gerçek şiddet içeren bir televizyon programıyla hem zihinsel hem de fiziksel düzeyde birleşmesini anlatan filmin gerçeğe dönüşmesi için çalışmalar sürüyor: Önümüzdeki birkaç yıl içinde hızla yayılması beklenen inter-aktif televizyon yayınları sayesinde, gündelik gerçeğimizi ortadan kaldırıp yerine kurmaca bir gerçeklik oturttuğumuzu fark etmeden programlara ve izlediğimiz filmlere müdahale edebileceğiz; filmler gerçekleşirken, gerçeğin de filme dönüştüğünü anlayamayacağız.
En ürkütücü, en karamsar distopyalarından biri 1984’tür. George Orwell’ın bu anlatısı, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında kaleme alındı ve ve önce Michael Anderson tarafından 1955’te, ardından Michael Radford tarafından tam da 1984’te sinemaya uyarlandı.. İnsanın tüm hareketlerinin kontrol altında tutulduğu, devamlı olarak hatırlatılan “Büyük Ağabey Sizi Gözlüyor” gerçeğinin yaşamı dayanılmaz hale getirdiği bir totaliter toplumu betimleyen 1984, 1984’te olup bitmedi. 1984’te anlatılan -tarihin değiştirilerek yeniden sunulması gibi bilgisel manipülasyon teknikleri ve özellikle tele-screen aracılığıyla yönetilenlerin gün boyunca her an kontrolü, vd- insanlık tarihi boyunca, bir insanın başka bir insanı tahakkümü altına aldığı her yerde yaşanmış ve yaşanacak olan bir kontrol sistemidir. Bunun en iyi örneklerinden biri, Promis adlı bilgisayar programıdır. Yazılımı tümüyle Amerikan hükümetinin kontrolünde gerçekleştirilen Promis, özellikle Latin Amerika ve Ortadoğu başta olmak üzere birçok ülke hükümetine satıldı. Programa yerleştirilen özel arka kapılar sayesinde Amerikan hükümeti, bu ülkelerin yönetimlerinin en üst kademelerine kadar tüm olup bitenleri öğrenebiliyordu. Büyük Ağabey’in bizi gözlemesinin değişik yöntemleri de var: Alışverişlerinizde kredi kartı kullanıyorsanız, ne zaman nerede bulunduğunuz anında öğrenilebiliyor, cep telefonlarınız, çağrı ve fax cihazlarınız çok basit yöntemlerle dinlenebiliyor, eğer İnternet’e bağlıysanız bilgisayarınızdaki tüm yazılar okunabiliyor vs. vs. Üçüncü binyılda Büyük Ağabey, bilimsel gelişmeler sayesinde daha da güçlenerek gözlemeye devam edecek gibi görünüyor.
Bir başka karamsar anlatı, Ray Bradbury’nin yazdığı, François Truffaut’nun sinemaya uyarladığı Fahrenheit 451’dir. Fahrenheit 451, kitap kâğıdının yanmaya başladığı ısı derecesidir. Anlatı, kitapların tümüyle yasaklandığı, o güne kadar var olmayı başarmış kitapların bulundukları yerde yakılması için özel ekiplerin kurulduğu bir geleceği tasvir eder. Fahrenheit 451, genel olarak kitle kültürü ve kitle iletişim araçlarının sorgulanmadan kabul edilen yıkıcı etkilerinin yeni dünyadaki görünümlerini sunmakta ve sanki bir kehanetmiş gibi görünmekle birlikte, aslında sadece diyalektik düşünme tarzı çerçevesinde insanlığın gittiği ve bir süre sonra kesinlikle dönülemeyecek kadar ilerlemiş olacağımız tek yönlü yolu vurgulamaktadır. Bu, günümüzün gerçekliğidir: Tüm dünyada özellikle internet aracılığıyla, kitap kağıdının dokusundan uzaklaşmak, artık sadece bir moda olmaktan çıkıp bir üstünlük olarak tanımlanmaya başlamış durumda. Fahrenheit 451’in son zamanlarda kendisine sık sık göndermeler yapılan bir anlatı olmaya başlaması hiç de boşuna değil.
Son dönemin en etkileyici distopik filmlerinden biri, Wachovsky Kardeşler’in Matrix’iydi. Matrix’te anlatılan, gündelik yaşam gerçeğimiz zannettiğimiz şeyin egemenler tarafından kurgulandığı, yediğimiz şeylerin bile aslında yediğimizi sandığımız şeyler olmadığı, yaşadığımız dünyanın aslında tamamıyle mahvolmuş bir yer olduğu fakat bize normal gösterildiği idi. Bu, verili gerçekliğe bir başkaldırı ve insanın kendi gerçekliğini kendisinin ve yeniden tanımlaması gerektiğine dair karanlık bir çığlıktı.
Görülen o ki, karamsarlık, aslında gerçekçiliktir.
Peki, anti-ütopyalar hangi gerekçelerle sadece karamsar bir hayalcilik ürünü olarak suçlanır?
DÜŞLERİMİZİ KİMLER ÜRETİYOR?
“Kin Yeh, şöyle dedi: Kötü sanata karşı çıkmak,
daha iyi bir sanat istemek,
ya da halkın beğenisini aşağı görmek,
ne yararı olabilir bütün bunların?
Bunları yapacak yerde şöyle sormalı:
Halk neden uyuşturucu maddeyi gereksinir?”
Bertolt Brecht
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Günlük gerçeğimizi kimler üretiyor, ya da, Marx 20. yüzyılda yaşasaydı Kapital’i aynı biçimde mi yazardı?
Yeni ve tümüyle insancıl bir toplumsal sistemin formülünü emeğin ortadan kalkması ve üretim araçlarının bireylerin mülkiyet alanından çıkarılıp toplumsallaştırılarak tüm bireylerin özgür gelişimi için kullanılması şeklinde kuramsallaştıran insanlık tarihinin en çarpıcı düşünce sistemi hakkında sorulan bu soruya, pek tabiî ki, değişik bakış açılarından değişik cevaplar gelecektir. Ama, “Marx, kitle iletişiminin etkilerini, daha özel söylersek, teknolojik bir ürün olan sinemayı ve onun etkilerini görebilseydi...” biçiminde başlayan bir açıklama, bir yandan Marx’ın ‘işçi sınıfının devrimi gerçekleştirebileceği’ni ileri sürdüğü Almanya ve İngiltere gibi sanayileşmiş kapitalist iki ülkede devrimci dinamikleri statik konuma geçiren ‘ertesi güne hazırla/n/ma mekanizmaları’nın günümüz toplumlarındaki yoğunlaşmış biçimlerini inceleyerek; ve bir yandan da, her ne kadar sömürü kavramı sapasağlam ayakta olsa da, egemenlerin ve ezilenlerin yaşadığı niceliksel ve niteliksel değişimi tartışarak, yani çağa eleştirel bakışla yaklaşarak verilebilecek en akla yakın yanıtın (yapıtın meta fetişizmi, yabancılaşma, artı-değer gibi ana izlekleri olduğu gibi kalmak koşuluyla) ‘Hayır!’ olması gerektiğini gösterecektir.
ERTESİ GÜNE HAZIRLA(N)MA MEKANİZMALARI
“Londra’nın doğu yakasında Poplar, Milwall, Greenwich, Deptford, Limehouse ve Canning Town bölgelerinde, en az 15.000 işçi ile aileleri tam bir felaket ve yoksulluk içerisindeler. (Altı ayı geçen bir işsizlik ve çaresizlik döneminden sonra) 3.000 kalifiye makine işçisi işevinde taş kırıyor.
...
İşevinden ayrılınca, Poplar çevresinde pek çok görülen tek katlı küçük evlerin çevrelediği sokaklarda yürüdüm. Bana kılavuzluk eden, işsizler komitesi üyelerinden birisiydi. İlk ziyaretimizi yirmiyedi haftadır işsiz olan bir demir işçisine yaptık. Ailesiyle birlikte küçük bir arka odada oturuyordu. Odada az da olsa eşya vardı ve ocak da hafiften yanıyordu. Çok soğuk bir gün olduğundan, bu, küçük çocukların çıplak ayaklarının donmaması için gerekliydi. Ocağın önündeki tepside üstüpü vardı; çocuklar ile anneleri yardım alabilmek için bunu didikliyorlardı. Adam, işevindeki taş yontma yerinde biraz yiyecekle üç peni gündelik almak için çalışıyordu. Yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, bize, öğle yemeğine geldiğini, karnının zil çaldığını söyledi; önündeki yemek, üzerine domuz yağı sürülmüş birkaç dilim ekmek ve bir bardak sütsüz çaydı.
...
Çaldığımız ikinci kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı, tek sözcük söylemeden bizi arka yandaki küçük bir oturma odasına götürdü. Bütün aile, burada, gözleri sönmekte olan ateşe dikili, sessizce oturuyordu. Bu insanlarla küçük odalarını öylesine bir yalnızlık ve umutsuzluk havası doldurmuştu ki, böyle bir şeye bir daha tanık olmak istemem.
...
Daha sonra, kocası gene işevinde çalışan bir demir işçisinin karısını ziyaret ettik. Besinsizlikten hastalanmış, üstündeki giyeceğiyle bir şilteye uzanmıştı; yatak-yorgan gibi şeylerin hepsi rehine verildiği için üzerine bir kilim parçası örtmüştü. İki perişen çocuk güya analarına bakıyorlardı, oysa onların da en az anaları kadar bakıma gereksinmeleri olduğu besbelliydi. Ondokuz haftalık zorunlu işsizlik onları bu duruma düşürmüştü: geçmiş acı günleri anlatırken inleyen ana, geleceğe bağladığı bütün umutlarını yitirmiş gibiydi...
Dışarı çıkınca genç bir çocuk arkamızdan koştu, evine girmemizi ve eğer mümkünse kendisine yardım etmemizi rica etti. İçerde genç bir kadın, iki güzel çocuk, bir deste rehin makbuzu ve bomboş bir odaydı bize gösterdiği...”[2]
Yukarıdaki uzun alıntının kaynağı, bir Zola romanı değil; Marx, zaten berbat bir durumda olan İngiliz işçi sınıfının 1866 yılında yaşanan ekonomik bunalımdan sonra düştüğü içler acısı durumu, Morning Star gazetesi muhabirinin haberinden aktarıyor. Aynı dönemle ilgili olarak Marx’ın, Standard gazetesinin 5 Nisan 1867 tarihli nüshasından yaptığı alıntıyı da aktaralım:
“Başkentin bir kesiminde dün korkunç bir görünüm vardı. Doğu yakasındaki binlerce işsiz, ellerinde kara bayraklarla yığın halinde geçit yapmadılar, ama insan seli gene de çok etkiliydi. Bu insanların acılarının ne olduğunu bilelim. Bunlar açlıktan ölüyorlar. Yalın ve müthiş gerçek işte bu. Tam 40.000 insan bu durumda.
...
Bu şahane sanayi merkezinin bir mahallesinde -dünyanın şimdiye kadar gördüğü bu muazzam servet birikiminin hemen yanıbaşında- 40.000 çaresiz insan açlıktan ölümle yüzyüze. Bu binlerce insan şimdi diğer mahallere yayılıyor; yarı-açlıktan sefaletlerini kulaklarımıza ve gökyüzüne haykırıyorlar; sefalet içerisindeki yuvalarından bize, iş bulamadıklarını ve dilenmelerinin de yararsız olduğunu söylüyorlar. Buralarda oturan vergi yükümlülerinin kendileri de, kilisenin yüklediği yardım zorunluluğu karşısında sefalet uçurumunun kenarına gelmiş durumdalar.”[3]
İngiliz işçi sınıfının sefaleti, 1866 ekonomik bunalımı yüzünden başlamış değildir; bu dönemde olan, sadece sefaletin derinleşmesidir. Bunalımdan 23 yıl önce Bakan Gladstone Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada, son derece safdil biçimde nedenini bir türlü anlayamadığı garip bir durumu şöyle dile getiriyordu:
“Bu ülkenin toplumsal durumunun, her türlü yadsınmanın ötesinde çok hüzün verici bir görünüşü de, şu anda, halkın tüketim gücünde bir azalma olduğu ve yoksulluk ile sıkıntının yarattığı baskı arttığı halde, aynı zamanda, üst sınıflarda sürekli bir servet birikimi görülmekte, yaşam tarzlarında lüks daha büyük bir yer tutmakta, zevk ve eğlence olanakları artmaktadır.”[4]
Pek tabiî ki Gladstone’un hayretle ifade ettiği bu ‘garip’ zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul hale gelişi olgusu, tümüyle, sermaye sahipleri ile onların yandaşı olan burjuva hükümetinin uygulamalarından kaynaklanıyordu. Ortalama çalışma saati sabah 6’da başlayıp akşam 17.30’a kadar sürüyordu ve daha kötüsü, bu çalışma koşullarının işçi sınıfı[5] üzerindeki baskısı üretimin artması amacıyla devamlı yükselen bir grafikle daha da ağırlaştırılıyordu:
“...Bir sac levha fabrikasında bir çocuk, haftanın dört gecesi en az akşam 20.30’a kadar çalıştı ve bu böyle altı ay sürdü. 9 yaşında diğer bir çocuk bazen 12 saatlik ardarda üç vardiya çalışmış ve 10 yaşına geldiğinde aralıksız iki gün iki gece çalışmıştı. şimdi 10 yaşında olan bir üçüncüsü, sabah 6’dan gece 12’ye kadar üstüste üç gece çalışmış, diğer geceler 9’a kadar çalışmıştı. şimdi 13’ünde olan bir başkası...”[6]
Çalışma olanağı bulabilenlerin de bulamayanların da durumu öyle korkunçtu ki, vebadan kırılan Ortaçağ Avrupası’nı aratmayan kapkara bir sefalet bulutu İngiliz işçi sınıfının üstüne çökmüştü: 1864’te Londra’da ortalama olarak haftada 6 kişi açlıktan ölüyordu.
Peki tüm bunların karşısında, yani Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş, kapitalizmin tüm görünür baskıcılığıyla işçi sınıfını gerçekten ve sonuna kadar sömürdüğü, sınıflararası farklılıkların -gerek altyapı ve gerekse üstyapı düzeylerinde- tüm boyutlarıyla yaşandığı bir İngiltere’de, işçiler niçin bir devrim gerçekleştirememişti?
Birçok cevabı olabilecek bu soruya, dönemin İngiliz burjuva yönetiminin üç pratiği çerçevesinde en temel yanıtı şöyle verebiliriz:
1. Çalışma saatlerinin düşürülmesi[7]
2. Ücretlere, küçük miktarda da olsa, yapılan zamlar
3. Kitle kültürünün yoğunlaşarak etki alanını genişletmesi
İlk ikisinden kat kat fazla güçlü olan üçüncüsünü, ‘ertesi güne hazırlama mekanizmaları’ şeklinde tanımlayabiliriz. Buna göre, genel olarak kitle kültürü (mass-culture) ve kitle iletişimi (mass-media) olarak adlandırdığımız çok yüzlü eğlenme yöntemleri, kitlelerin gündelik gerçekliğini oluşturan maddesel ve tinsel sıkıntıların unut/tur/ulmasına, ertesi gün aynı sıkıntıların içine -sanki hiç yoklarmış gibi- boşalmış biçimde ve yeniden girilebilmesine, gündelik yaşam üzerine yoğunlaşılmasını ve var olan problemler üzerine düşünmeyi -böylece hayatı değiştirmeyi - önlemeye, yani düzenin bekaına yönelik bir misyona sahiptir.[8]
Ertesi güne hazırla/n/ma mekanizmalarının izini Aristo’ya kadar sürebiliyoruz. Üst sınıfa mensup insanlara sunulan sanat ve eğlence etkinliklerinin onları daha da yükseltecek, ilerlemelerini ve gelişmelerini sağlayacak içerik ve biçimde yapılanması gerektiğini belirten Aristo, şunları söylüyordu:
“Tiyatroda iki türlü dinleyici vardır: Biri iyi eğitilmiş soylu baylardan oluşur, ötekiyse aşağı uğraşları olan kimseler, parayla çalışan işçiler ve benzerleri gibi avam takımından. Bu ikinci sınıfın dinlenmesi için de yarışmalar ve gösteriler düzenlenmelidir. Fakat bunların zihinleri çarpılmış, doğa durumundan uzaklaşmış olduğu için, uyumlarında kuraldan sapmalar ve melodilerinin tonunda doğaya aykırı abartmalar vardır. Her grup, kendi doğasına yakın olandan zevk alır. Onun için tiyatro yöneticilerinin bu sınıf dinleyicilere çekici gelen müzik türünü kullanmalarına göz yumulmak gerekir.”[9]
Aristo, verili toplumsal düzenin olduğu gibi korunabilmesi için rahatlatıcı/boşaltıcı eğlence modellerinin bu şekilde uygulanmasını tavsiye ediyordu.
Şimdi tekrar, Marx’ın, beşli şemaya da uygun olarak bir sosyalist devrimin önkoşullarını barındırdığını düşündüğü İngiltere’ye dönelim:
“...(Bu insan kalabalığı-UK) en yüksek derecesinde, kaçınılmaz olarak, insanlarla bedensel faaliyetlerin pis bir şekilde birbirine karışması, hayvanca cinsel bir çıplaklığın gözler önüne serilmesi gibi, her türlü ar ve haya duygularına ters düşen bir durum yaratıyor. Sürekli olarak bu gibi durumların etkisi altında bulunmak, insanda gitgide derinleşen yozlaşmaya yol açar. Bu lanetli durumun içinde doğan çocuklar, daha o anda, rezaletin ortasında vaftiz edilmişlerdir. Böylece koşullanan insanların, başka bakımlardan, özü fizik ve ruh temizliği olan uygarlık atmosferine heves edeceklerini beklemek, boş bir umuda kapılmak olur.”[10]
İngiliz işçi sınıfı hakkında hazırlanan bu sağlık raporuna yukarıdaki notu düşen doktorun göremediği (ki, bulunduğu konum ve üyesi olduğu sınıf itibariyle bunu kendisinden beklemek abes olur), altyapı-üstyapı kurumları arasındaki ilişkidir. İşliğinden -fabrika, maden, atölye vd.- yorgun-argın ve kirlenmiş olarak çıkan işçinin gittiği yerler, çok kalabalık bir nüfusun yaşadığı evi ve yine şamatacı bir kalabalığın doldurduğu, dönemin en temel ertesi güne hazırla/n/ma mekânı olarak eğlence yerleridir.[11] Söz konusu işçilerin eğitim durumları son derece düşüktür. Düşüktür, çünkü bu işçiler çok küçük yaşlarda başlamak zorunda oldukları çalışma rutininden ve toplumsal konumlarından ötürü eğitim görme olanağı bulamazlar.[12] Sonuçta ortaya, Avam Kamarası’ndan seçilmiş üyelerin oluşturduğu bir komisyonun, işçi sınıfı ile ilgili olarak hazırladığı rapor için yapılan sorgulamalardan birindeki şu diyalog çıkar:
“(Soru) Madencilerin genellikle öğrenimlerini geliştirdiklerini söyleyebilir misiniz; çalışmaya başladığından beri eğitimlerini büyük ölçüde geliştirenler olmuş mudur; yoksa bunlar gerileyip eski kazandıkları yararlı şeyleri de mi kaybediyorlar?
(Yanıt) Genellikle daha beter oluyorlar; geliştikleri falan yok; kötü alışkanlıklar ediniyorlar; içki, kumar ve benzeri şeylere alışıyor, mahvolup gidiyorlar.”[13]
Görüldüğü gibi maddi sefaletinin yanısıra İngiliz işçi sınıfı, düşünsel bir sefaleti de yoğun biçimde yaşamaktadır. Marx, Alman ideolojisini eleştirirken 11. tezinde, aslolanın, dünyayı anlamak değil, değiştirmek olduğunu söylüyordu. Tespit doğru olduğu kadar, incelediğimiz konu düzeyinde yarımdır da... Çünkü sağlıklı biçimde değiştirebilmek anlamayı, anlamak da bilmeyi öngerektirir; aynen bir hastalığı tedavi edebilmek için önce teşhis etmek gerektiği gibi. “Kurtuluş, kölelik bilincine varmaya bağlıdır.”[14] Tüm düzeyleriyle varoluşumuzu anlamlandırmamız, kaçınılmaz olarak çevremizi anlamlandırma biçimimizle bağlantılıdır. Oysa 19. yüzyılın İngiliz işçisinde gördüğümüz, ne a priori ne a posteriori, ne bilimsel ne de sağlıklı bir gündelik yaşamsal bilgiyi içselleştirebilmiş, aslında neredeyse tümüyle duyarsızlaşmış bir yığındır. Bu, bana göre, ertesi güne hazırla/n/ma mekanizmalarının gücünü en iyi gösterdiği örneklerden biridir.
Görülüyor ki, kitle kültürü -altyapıyla olan tüm doğrudan ve dolaylı ilişkileriyle birlikte-, gündelik yaşam gerçekliğini çok kolay şekilde başka gerçekliklerle değiştirebilmektedir. Ama burada sözünü ettiğimiz, gerçekliğin değişebilir doğası değil, biçim ve içerik düzeyinde ‘değiştirilen’ doğası...
GERÇEKLİĞİN DEĞİŞİMİ VE MEDYANIN BİR SİMULARK ARACI OLARAK PORTRESİ
Yeni bir körfez krizi geriliminin iyice tırmandığı ‘98 şubatında, Jean Baudrillard’ın yoğun biçimde dolaşıma çıkan ‘aslında bir körfez savaşı olmadığına, bizim (medyanın hedef kitlesinin) sadece bir tür bilgisayar oyunu izlediğimize, savaşta ölen 200.000 insan ile ilgili hiçbir şey görmediğimize, olan-bitenin sadece bir oyun (gerçeğin oyuna, oyunun gerçeğe dönüştüğü, Mobius şeridi’ne benzer açık-paradoksal bir oyun) olduğuna’ dair sözlerini hatırlarsınız.
Ted Turner’ın vahşi, kural tanımaz bir kapitalizmle halelenmiş başının altından çıkan bu ‘sanal savaş’ tabiî ki önemli bir tartışma konusu olabilir ama ben bu noktada asıl konuşulması gerekenin “1. Körfez Savaşı’nda ölen ikiyüz bin insanı TV ekranlarında görseydik ne değişirdi?” sorusunun yanıtı olduğunu düşünüyorum.
Bu soruyu ve olası yanıtlarını tartışırken gözönünde bulundurmamız gereken iki temel başlık var:
1. Algı evrenlerinde yaşanan parçalanma ve toplumsal afazi*
2. Simülasyon amaçlı bir medyatik sistem ve praxis simülasyonları
Düşünme sürecinin, artık sadece görsel kodlamalarla gerçekleştiği, varoluşun anlamlandırılmasında ‘bakış’ın -görmenin değil!- neredeyse tek başına bir iktidar odağı haline geldiği bu vizyonlar çağında görüntü ile gerçeklik arasındaki ilişki, daha önce Orwell’ın 1984’ü ya da Zamyatin’in Biz’i gibi anti-ütopyaları besleyecek biçimde bir gelişme gösterdi. Bu oldukça distopik içerimli garip tarihin temel dinamosunun anlamlandırma araçlarında yaşanan parçalanma olduğunu düşünüyorum.
İnsanın varoluşunu anlamlandırması, çevresini anlamlandırmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Her iki anlamlandırma sürecinin temelinde de, ancak ‘düşünme’nin çözümleyebileceği nesnel anlam yığınları bulunmaktadır. Bu anlam yığınları, düşünme düzeyinde nesnel olmakla birlikte, kendiliğinden bir değer ve anlam bütünü içermeyip, ancak anlaşılmak suretiyle içerik kazanır ve anlamlanırlar. ‘Çevre’, en başta ‘görüntü’ olmak üzere tüm uyaranlarıyla bu anlamlandırma sürecini besler. Görüntü, anlam ile temellenmiştir ve en önemli ve etkin anlamlandırma/bilgilenme süreci ‘görme’ ile başlayanıdır. Çünkü görme ve nesnesi olan görüntü, tüm iletişim -bir anlamlandırma/bilgilenme mekanizması olarak iletişim- modellerinin temelinde yer almaktadır.
1895’te Lumiere Kardeşler’in sinematograf’ı icadıyle birlikte görsel anlamlandırma yepyeni boyutlar kazanmıştır. Öncelikle yepyeni bir gerçeklik modelidir söz konusu olan: Resim aracılığıyla yapay olarak ve yapaylığı tümüyle bilinerek oluşturulan görsel gerçeklik yansıması, fotoğraf’ın bulunmasıyla, yaşanan gerçekliğin bir ‘an’ının zaman akışının içinden çıkarılarak yeniden-üretilmesinde mekanik bir kolaylığa evrilmiştir. Ama bu görsel gerçeklik yeniden-üretimini en çarpıcı ve en gerçekçi biçimde sunan, sinema olmuştur.
Asıl tartışma konumuzun odağını, sinemanın başlangıcında var olan sabit görüntünün, zamanla gelişen kurgu kuram ve tekniklerinin yardımı ve özellikle TV’nin yaygınlaşmasıyla yavaş yavaş parçalanmaya başlaması oluşturmaktadır. Tekno-kapitalist gelişim sürecinde hem neden, hem sonuç ve hem de belirleyici bir öge haline gelen hız, gündelik yaşamı bütüncül yapısından uzaklaştırırken diğer yandan görüntü üretiminde etkinleşerek algı evrenlerini paramparça etmiştir. Üstün bilgisayar ve hiper-hızlı kurgu teknikleri, görünenin ardındaki gerçeğe ulaşılmasına ket vuracak biçimde kullanılmaktadır. Halbuki, görünenin ardındakine ulaşabilmek için, önce görünende yoğunlaşılması, bu sayede gösteren-gösterilen ilişkisi çerçevesinde tüm düz ve yananlamlarıyla gösterilenlerin çözümlenebilmesi gerekir. Fakat düşüncenin obje üzerinde yoğunlaşma gücü, şok kurgu yoluyla paramparça edilmiş durumdadır. Bundan 5-6 yıl kadar önce ABD’de yapılan bir araştırmanın sonucu, durumun vahametini de göstermektedir: Ortalama bir izleyicinin sabit görüntüye dayanabilme süresi, 6-8 saniyedir. Bu düzeyde ortaya çıkan, sadece yoğunlaşma yoksunluğu değil, aynı zamanda ‘algıda gerçekliğe’ yabancılaşmadır. Algıda gerçekliğe yabancılaşma, insanın yaşadığı tarihsel yabancılaşmanın en yoğun olduğu bu dönemde yabancılaşma olgusunu kolayca kabullenilir hale getirmektedir. Görünenin ardındaki gerçeğe ulaşma çabasının bu görüntü üretim biçimiyle ortadan kalkmış olması, kitlenin verili toplumsal-siyasal-kültürel evrene sorgusuz-sualsiz itaatini de beraberinde getirmektedir.
Böylesi bir teknik fonun üzerinde işleyen içeriklerse, kaçınılmaz olarak egemen ideolojik yapının yansımaları olup, “duygular üzerinde egemenlik kurulmasını sağlayan anlıksal işlevin birörnekleştirilmesi, teksesliliğin yaratılması için düşünmeye boyun eğdirilmesi”[15] ve böylece egemen ideolojinin toplumsal bir karakter kazanmasını sağlayacak biçiminde yapılanmaktadır.
İşte tam da bu tür bir iletişim ortamında gerçekleşen, anlamlandırma/bilgilenme yoksunluğu ve kaçınılmaz olarak bir tür toplumsal afazi olacaktır. Bu afazik toplumsal durumun bir ayağını algı parçalanmasını devamlı olarak yeniden-üreten ‘biçim’, diğer bir ayağını ise gösteren-gösterilen ilişkisinin tüm düz ve yananlamlarını altüst eden ‘anlatım’ oluşturmaktadır.
Görüntü üretiminin, algıyı şok edici kurgu teknikleriyle (örneğin son zamanlarda çok kullanılan flaş tekniğinin hipnotik bir etki içerdiği biliniyor) ve düşük zeka yaşlarına ya da çocuklara hitabedercesine video ve bilgisayar oyunları formatında gerçekleştirildiği, içeriklerin neredeyse tamamen dramatize ve estetize edilerek sunulduğu (sadece ‘reality show’ denilen program türünde değil, ana haber bültenlerinde bile artık film gibi sunulan dramatik havalı kanlı-canlı ‘haber’ler ortada...) bir medya ortamında hiçbir olgu ve olay aslî gerçekliğini koruyamayacak, bir ‘oyun’a dönüşecektir. ‘Reality Show’ kavramının trajikomik kapsamı burada iyice belirginleşmektedir: Gerçekte yaşanmış olaylar öyle bir biçimde sunulur ki, gerçek olmaktan çıkıp algı evrenlerinde sadece dramatik ‘show’lara dönüşür. Film gerçekleşmez ama gerçek filmleşir. Bu sayede, yemek yerken ya da aile ortamının sıcaklığında çayımızı içerken, parçalanmış insan görüntülerini ya da mahkeme veya hastane koridorlarında acı çığlıklar atan insanları gönül rahatlığıyla izleyebiliriz. İzleyebiliriz çünkü zedelenmiş algı evrenimizde bu görüntüler sadece bir filmden pasajlar olarak belirmektedir - artık TV’ler reality show programı yayınlamıyorlar çünkü yayın listelerini dolduran tüm yapımlar, haber bültenleri de dahil olmak üzere, ayrıca bu programların yapılmasını gereksiz kılıyor.
Konuyla ilgili olarak Susurluk örneğini verebiliriz: 1996’nın Kasım ayında bir kazayla ortaya çıkan inanılmaz gerçekler, ‘devletin toplum için değil, toplumun devlet için var olduğu’ Anadolu Yarımadası’nda yaşanan birçok olumsuzluğu ortadan kaldırmak için kullanılabilecekken, ne yazık ki, medyanın yeni film malzemesi haline geldi. Böylece, ‘96 Kasım ayından itibaren, bir zamanlar TRT’de gösterilen Köstebek, Smiley’nin Dönüşü gibi usta işi casusluk dizilerinin Türkiye versiyonunu izlemeye başladık. Medyanın ‘derin devlet’ şeklinde kavramsallaştırılan hukuksuzluk çemberini bu biçimde sunuşu, bizi ne yazık ki, ontolojik yabancılaşmaya yönelik bir özdeşleşme mekanizmasının ortasına fırlattı. (Bunu daha önce de defalarca yaşamıştık. Örneğin Parsadan Olayı sırasında yaşananları hatırlayabiliriz: O günlerde ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan eğitimsiz ve düşük gelir seviyeli medya izleyicisi kitlenin “Oh, ne güzel yapmış! Devletin malı deniz, yemeyen domuz!”, “Ah, keşke ben olsaydım..!” gibi, toplumsal yabancılaşma ürünü söylemleri nasıl da içselleştirdiklerini, sunuş biçiminden kaynaklanan özdeşleşme batağına nasıl da saplandıklarını görmüştük.) O günlerde yapılması gereken şeylerden biri, belki de, Abdullah Çatlı isimli uluslararası teröristin ve suç ortaklarının, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan zihniyet ve algı çerçevesinde nasıl algılandığını, bu heyecanlı casusluk filminin onları nasıl etkilediğini görmeye çalışmaktı. Çünkü medyanın burada yaptığı, Derin Devlet ve Sırları filmini tam da özdeşleşmeci (mimetik) bir karakterle izleyicilerine sunarak, tüm özdeşleşmeci filmlerde olduğu gibi alternatif bir yaşam biçimi üretmek, gerçeği simülasyona dönüştürerek derin devlet düşüncesini toplumsallaştırmak ve bunu gündelik bir davranış biçimi haline getirmekti.
Gerçeklik kavramının ciddi bir tartışma konusu haline gelmesine neden olan bir başka örnek olgu, internet ortamıdır. Gündelik dilde diğer ismi ‘sanal alem’ olan bu enformasyon ağı, belirleyici bir öge olarak toplumsala dayatılan pozitivist bilimsel bilgi iktidarının kendini devamlı yeniden-ürettiği üçüncü binyıl eşiğinde inanılmaz bir hızla yayılarak ekonomiden aşka, politikadan kültüre kadar birçok bireysel ve toplumsal ilişki biçiminin gerçekten de sanal düzeyde yaşandığı, bildiğimiz haliyle maddi gerçekliğin geçerliliğini yitirdiği yeni bir dünya yaratmış durumda. Artık aşklar simülatif ortamlarda ve en temel insanî/maddi gerçekliklerden çok uzak bir yerlerde yaşanıyor.
İçinde bulunduğumuz gerçeklik parçalanması faciasının iyice görünür olduğu çok etkileyici bir başka örnek, 1999 kış sezonunda sinemalarımızda gösterilen Blair Witch Project/Blair Cadısı adlı filmdir. Film gösterime girmeden aylar önce İnternette, bir cadı söylencesi hakkında belgesel film çekmek amacıyla belirli bir bölgeye giden üç gencin fotoğrafları yayınlandı. Habere göre bu üç genç, çekim yaptıkları derin ormanlarda kaybolmuşlardı ve onlardan haber alınamıyordu. Bir süre sonra İnternet ortamında başka bir haber dolaşıma çıktı: Kayıp üç gencin amatör kameralarla yaptıkları çekimlerin kasetleri bulunmuştu ve kurgulanarak gösterime girecekti. Film, tümüyle aktüel çekimlerden oluşmuştu ve bu biçem, bahsi geçen olayın gerçekliğinin görsel kanıtıydı. Bu gerçeklik yanılsaması öyle tuttu ki, filmin jeneriğinde üç gencin ismini (bunlar oyuncuların gerçek isimleriydi) gören izleyicilerin büyük bir kısmının, sinema çıkışında şöyle konuştuklarına da şahit olduk: “Bak, gördün mü? Gerçek!” Bu, gündelik gerçeklik ile sinematografik gerçekliğin nasıl da örtüştüğünü, dahası iki gerçekliğin yer değiştirip birinin (gündelik yaşamsal gerçekliğin) nasıl da ortadan kalktığını gösteren dehşet verici bir örnektir. Verili tüm biçim ve biçemleriyle görsel üretim, gerçek yaşamı simülatif bir karaktere büründürmekte ve simülatif olanı sadece algıda değil, pratikte de gerçeğe dönüştürmektedir!
KİTLELER VE GERÇEK YALANLAR
Şimdi gerçeklik parçalanmasının bir başka düzeyine bakabiliriz.
Sanayi Devriminin getirilerinden biri, bir tür mimari devrim olduğunu söyleyebileceğimiz apartmandır. Apartman, sadece yatay gelişmiş bir ilişkiler sisteminin dikeyleşmesine değil, aynı zamanda hayatın kompartmanlara bölünmesine de etken nedenlerden ve diyalektik sarmalda değişen toplumsal ilişkiler bütününün sonuçlarından biri olarak okunmalı; çünkü apartman, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından birinin, Sanayi Devrimi’nin yoğun biçimde yaşandığı dönemin imzasıdır.[16] Hayatın kompartmanlara bölünmesine dair tarihsel veriyi okurken karşılaştığımız en önemli gerçeklerden biri, kapitalizmin ilerleyişiyle birlikte kentleşme ne kadar hızlı gerçekleşirse bireysel ve toplumsal parçalanmanın da o kadar hızlandığı şeklindedir. Kentleşme, kitleleşmenin tarihidir. Kitleleşme olgusuna Comte’un formülasyonuyla bakalım: Sanayi Devrimi’ni izleyen dönemde ortaya çıkan toplumun en genel niteliği, aşırı uzmanlaşmadır:[17] İşin giderek artan biçimde ussallaştırılması + Sınırsız bir verim arayışı + teknoloji ve bilim sayesinde üretimin artması + çağdaş çalışma biçimine bağlı hiyerarşik bir toplumsal örgütlenme = Birbirine daha bağımlı ve birbirine daha çok yabancılaşan bireyler =>> Kitle.[18] Toplumlar bu süreçte, giderek teknik ilişkiler, karşılıklı hizmet ve zorunluluklar içine gömülen kitlelerin oluşturduğu yapılara dönüşür.
Kitleleşmeyi, köleleşmenin derin bir düzeyde yeniden-üretilmesi olarak da adlandırabiliriz. Ve böyle derin bir düzeyde, köleleştirilen bireylerin bu duruma katlanabilmelerini sağlayacak mekanizmaların yaratılması da şarttır.
Problem sadece işçi sınıfının, içinde bulunduğu sefaletten, tam da aynı sefalet ve kendisine sunulan boşalma mekanizmaları yüzünden bir türlü kurtulamaması değildir. Teknik ve bilimin ilerleyişi, sınıf mücadelesinin içeriğinde çok derin değişimlere, boşluk ve yaralanmalara yol açmıştır. Marx makineleşmenin neden olduğu işsizliğin korkunç sonuçlarına değinmişti. Fakat yine de üretim araçlarının el değiştirmesi sonucu bu makineleşme, olsa olsa işçi sınıfının kendini sadece maddi refah düzeyinde değil, aynı zamanda düşünsel düzeyde de geliştirebileceği bir dönemin anahtar kavramlarından biri haline gelecekti. Bu, hiç gerçekleşmedi ve görünen o ki, hiç olmayacak. Bir kere, tekniğin ilerleyişi başta emek kavramı olmak üzere, günlük yaşamın tüm alanlarını içeren ontolojik bir yabancılaşmayı tarihin hiçbir döneminde olmadığı denli derinleştirmiştir. Gerekli el değişimiyle işçi sınıfının boş vakitlerini arttırarak gelişmelerini sağlayacağı düşünülen bilimsel teknik -biz onu yeniden adlandıralım: pozitivist bilgi-yoğun teknoloji-, en derin egemenlik düzeylerinden biri haline gelmiş ve kitle kültürü olgusunu da yanına alarak, tarihin dinamosu olan ‘işçi sınıfının bilinci’ni yine aynı sınıfın beyninde bir yerlere gömmüştür. Artık söz konusu olan, bilinçsiz sürüler olarak kitlelerdir; tam da Wilhelm Reich’ın tanımladığı biçimiyle:
“ Kitleler gerçekte, toplumu oluşturma işlevlerini çoktan yitirmişlerdir. İstendiği gibi yoğrulabildikleri, bütün yönetim biçimlerine, bütün alçaklıklara ayak uydurabilecekleri, her kalıba sokulabilecekleri, bilinçsiz oldukları ortaya çıkmaktadır. Tarihsel bir görevleri yoktur. 20. yüzyılda, zırhlı araç ve radyo çağında, böyle bir görev yoktur, kitle, toplumsal oluşum sürecinin dışında bırakılmıştır.”[19]
19. yüzyılda dans ve gösteri salonları, futbol sahaları ve birahaneler gibi oldukça kısıtlı bir alana yayılmış olan ertesi güne hazırla/n/ma mekanizmaları, günümüzde hem yukarıdaki biçimleriyle ve hem de başta televizyon olmak üzere hayatımızın istisnasız her düzeyine sızmış yeni biçimleriyle, gücünün doruğundadır.
Pozitivist bilgi-yoğun teknoloji ve kitle kültürü işbirliğinin oluşturduğu derin egemenlik düzeyi, üretici güçler dengesinde bundan 100 yıl önce hayal bile edilemeyecek denli yoğun bir niceliksel-niteliksel değişim gerçekleştirerek, anlaşılan o ki, radikal bir paradigmatik değişim yaşanmazsa dünyanın son gününe kadar sürecek olan sömürüyü derinleştirmekle kalmayıp, var olan sömürü düzeninin sömürülen kitleler tarafından sorgusuz-sualsiz kabulünü kabulünü sağlama yetisine de sahiptir.
Herbert Marcuse, ‘ileri işleyim uygarlığı’ olarak adlandırdığı Amerika’nın toplumsal yapısını ve sınıfların ‘yeni’ konumlanışını şöyle irdeliyordu:
“..İleri endüstriyel toplum, eleştiriyi kendi ana temelinden yoksun kılacak bir durumla karşı karşıya bırakır. Tahakküm ve koordinasyon sistemini kapsayan teknik gelişim yeni yaşam (ve iktidar) biçimleri yaratır.
... 19. yüzyılın ilk yarısında, alternatifler kavramının yeni yeni işlenmeye başladığı dönemde; endüstriyel toplum eleştirisi, teori ile pratik, değerlerle gerçekler, ihtiyaçlarla amaçlar arasında elle tutulur bir tarihsel aracı durumuna gelmişti. Bu tarihsel aracılık, toplum içinde karşı karşıya gelmiş iki büyük sınıfın, burjuvazi ile proleteryanın bilincinde ve politik eyleminde ortaya çıkıyordu. Kapitalist dünyada, bi iki güç yine temel sınıfları meydana getirir. Ancak kapitalist gelişim, bu iki sınıfın yapısını ve işleyişini öylesine değiştirmiştir ki, artık bunlar tarihsel değişimin birer ögesi olmaktan çıkmışlardır.”[20]
İşte bu, çağın en garip gerçeklerinden biridir. Artık ne burjuva eski tanımıyla burjuvadır ve ne de proletarya, adının içeriğini koruyabilmiştir. Üretim düzeyinde olmasa bile özellikle kitle kültürü çerçevesinde tüketim düzeyinde iki sınıf birbirine oldukça yaklaşmış durumdadır. Üretim araçlarının sahibi hâlâ işçi sınıfı değildir ama işçilerden oluşan kitle, örneğin Eczacıbaşı ya da Koç Ailesi’nin tükettiği ürünlerin önemli bir kısmını tüketebilmektedir. Arada nicelik farkı olmakla birlikte artık işçi sınıfı da salam-sosis yiyebilmekte -hipermarketlere şükürler olsun!-, kitle iletişim araçları sayesinde aynı eğlence programlarını seyredebilmekte ve aynı konularda bilgi sahibi olmakta, aynı ortak yaşama alanlarını paylaşabilmekte, bir işçi çocuğu da -tanık olduğum için örnek olarak veriyorum- biraz para biriktirerek burjuva çocuğunun gittiği ‘rock bar’a gidebilmekte, sinemada onun izlediği filmleri izleyebilmektedir.[21] Tam da böyle bir tarihsel dönemde işçiler bir yandan hâlâ -göreli de olsa- sefalet çekmekte, diğer yandan kendilerine sunulan ertesi güne hazırla/n/ma mekanizmaları ve refah aldatmacasının ürünü olan tüketim maddelerini kabullenerek içinde bulunduğu sefaleti rasyonalize ederek katlanılır hale getirmektedir.
Ama yukarıda söylediklerim, kesinlikle sınıf kavramının ortadan kalktığı ve sınıf mücadelesinin bittiği şeklinde algılanmamalı. Marcuse bu konuda şu vurguyu yapar:
“ Burada, sınıf ayrımlarının eşdüzene getirilmesi denen eylem, ideolojik fonksiyonunu ortaya koyar: İşçi ve patron aynı televizyon programını seyrediyor ve aynı sayfiyelere gidiyorlarsa; daktilo kızın makyajı, patronun kızının makyajı kadar çekici ve güzelse; zencinin bir Cadillac arabası varsa; hepsi aynı gazeteyi okuyorlarsa, bu benzerlikler, sınıfların ortadan kalktığını göstermez. Sadece, kurulu düzenin korunmasına yarayan ihtiyaç ve doygunlukların temeldeki halk tarafından ne denli geniş ölçüde paylaşıldığını gösterir.”[22]
Bir yerlerde hâlâ servetler biriktirilmekte ve bu, başka bir yerlerde yoksulluğun derinleşmesine neden olmaktadır. Başka bir düzeyde, sınıf mücadelesi devam edecektir; çünkü “gerçeği olgusallaştırmanın somut koşulları değişebilirler, ama gerçek aynı kalmakta ve kuram onun en son gözeticisi kalmaktadır”[23]
VERİLİ ESTETİK ORTAM VE DÜŞLERİMİZ
Theodor Adorno, Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamayacağını söylemişti. Bunu, başta Adorno olmak üzere Eleştirel Kuram düşünürlerinin genel karamsarlığının bir yansıması olarak algılayabiliriz. Ama aynı Adorno, bireyi verili baskı ortamının ve derin egemenliğin baskısından kurtarabilecek gücü ‘özgür sanat’ta gördüğünü de söylemişti.[24]
Peki özgür sanat dediğimiz nedir?
Marcuse’e göre sanat, belki de baskılanmışın en görülebilir geri dönüşüdür... Sanatsal imgelem başarısızlığa uğramış kurtuluşun, tutulmayan sözün ‘bilinçsiz anı’sını şekillendirmektedir.[25] Bunun, var olana dair çok da gerçekçi bir sanat tanımı olduğunu söylemek mümkün müdür? İlk olarak sanat, tam da Walter Benjamin’in tarihsel yanılgısında görüldüğü gibi, tekniğin olanaklarıyla çoğaltıldıkça ezilen sınıfların düşünsel özgürleşim araçlarından biri olmak yerine, sanatsallığından çıkıp metaya, bir değişim nesnesine dönüşmektedir. Var olan sanat anlayışı, ekonomik-kültürel-siyasal tüm kurumlarıyla verili toplumsal yapıyı devamlı yeniden-üreten, kabullenilir hale getiren bir konumdadır.[26] Sinema salonlarını dolduran insanlar, karşılarında global dünyada neredeyse tümüyle egemen hale gelmiş ideolojik yapının yansımalarını ve bu yapının sunduğu alternatif yaşam biçimlerini görmektedir. Ve görülenler sadece salonlarda kalmayıp, özdeşleşmeci (mimesis) ve arınmacı (katharsis) estetik üretim sayesinde, gündelik yaşamımızı en ince ayrıntılarına -damak tadından giyim tarzına, konuşma dilinden aile ilişkilerine- kadar biçimlendirmektedir. Sanatın diğer alanlarında görülen de, sinemada görülenden çok farklı olmayan, ileri düzeyde bireyci ve kapitalist bir düşünme tarzının gösterenleridir. Bu anlatıların estetiği;
• Gerçek insanlık durumunu yeterince ifade edemez.
• Uzlaşmayı uzlaştıran, haklı gösterilemez olan haklı gösteren, güzel bir yanılsama, şiirsel adalet, sanatsal uyum ve düzen dünyası yarattığı için gerçeklikten uzaktır.
• Bu yanıltıcı uzlaşım dünyasında özgürleşmenin silahları olan yaşam içgüdüsü enerjisini, gövdenin duyum enerjisini, maddenin yaratıcılığını bastırmaktadır
• Baskıcı toplumda bir istikrar ögesidir ve bu yüzden kendisi de baskıcıdır.[27]
Bu bağlamda denilebilir ki, günümüzde sanat anlayışı, ancak ‘olumsuzlamanın ussallığı’nı kapsayarak ve daha ileri konumlarında Büyük Reddediş’i gerçekleştirerek özgürleşime yönelik hale gelebilir. Bu estetik reddedişi Adorno ve Horkheimer şöyle tanımlar:
“İnsanlık kaçınılmaz olarak düşüncelerin meta ve dilin de onların övgüsü olduğu bir konuma geldiyse, o zaman böyle bir yozlaşmanın nedenini anlamak için girişilen deneme, geçerli dilsel ve düşünsel taleplerin ardına takılmayı reddetmelidir...”[28]
İster edebiyatta olsun ister sinemada, anti-ütopyaların önemi, izleyicilerine, onları rahatlatarak ertesi güne hazırlamak yerine, verili gündelik yaşamın aslında nüvesi olduğu ve hiç de iç açıcı olmayan bir geleceğe dair oldukça sert sözler söylemelerinden kaynaklanır. Böyle olması gereklidir, çünkü “sanatın gerçekliği olgusal olanı tanımlamak için yerleşik olgusallığın tekelini kırma gücünde yatar.”[29] Ve bu haliyle anti-ütopya, içinde gerçek özgürleşimin anahtar kavramlarını taşıyarak, Marcuse’ün
“Eğer sanat sonunda iyiliğin kötülük üzerinde utku kazanacağı sözünü verseydi, böyle bir söz tarihsel gerçeklik tarafından çürütülürdü. Gerçekte utku kazanan kötülüktür, ve ancak kişinin kısa bir süre için sığınabileceği iyilik adacıkları vardır. Asıl sanat yapıtları bunun bilincindedirler; çok kolay verilen sözleri reddederler...”[30]
şeklinde tespit ettiği yerde durmaktadır.
(*) Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir.
[1] Ekoloji diyalektiği konusundaki görüşleriyle bana hiç de doyurucu gelmeyen Bookchin’in Eleştirel Kuram’a yönelik eleştirileri için bkz. Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Çev: Rahmi G. Öğdül, Kabalcı Yay., İstanbul, 1996, s. 111-120-157-194-195-197.
[2] Karl Marx, Kapital, Cilt 1, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., İstanbul, 1986, s. 686-687.
[3] A.g.e., s. 688.
[4] A.g.e., s. 668.
[5] İşçilere verilen ücret o kadar azdı ki, özellikle sanayi merkezlerinde sadece ev kirasını karşılayabilmek için bile, çok küçük çocuklar da dahil, ev nüfusunun neredeyse tamamının çalışması gerekiyordu. “Bir dantela işliğinde 18 kız ve bir bayan öğretmen, her insana 35 foot küp düşüyor; bir diğerinde, 18 kişi, insan başına 24,5 foot küp, koku dayanılmaz derecede. Bu sanayide, 2 ve 2,5 yaşında çocukların çalıştığı da görülür.” a.g.e., s. 479.
[6] A.g.e., s. 272-273
[7] Nisbeten normal olduğu söylenebilecek bir işgününe ulaşabilmek için 1833’te başlayan süreç, 1864’te ancak tamamlanabildi. Ama yine de tümel bir düzelmeden sözetmek mümkün değildi, çünkü yapılan düzenlemeler değişik işkollarının hepsinde birden aynı çalışma süresini zorunlu kılmaktan acizdi.
[8] “(Kitle kültürü ürünleri-U.K.) Stephenson’a göre, okuyuculara, seyircilere, dinleyicilere belli bir değerler sistemini, belli bir amacı aşılayıp öğretmemektedir. Sadece kişiyi eğlendirip oyalamaktadır bunlar. Bu nedenle a-aesthetic, a-moral ve a-ethical niteliktedirler. Toplumsal denetim için bir araç olarak kullanılmaları; kitlelere reel-yaşamlarının dışındaki zamanlarını geçirirken bir tür arınma (catharsis) sağlamaları; böylece, var olan toplumsal sistemin sürdürülmesinden yana belirli bir kültürel işlev yüklenmiş olmaları, olsa olsa, düzenden yana bir mutlu rastlantının sonucudur.” (Bkz. Ünsal Oskay, Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, İstanbul, 1993, s. 328) Başta William Stephenson olmak üzere birçok kitle iletişimi kuramcısına göre kitle kültürünün bu yapısı, egemen güçlerin bilinçli bir manipülasyonundan uzaktır ve sadece kendi doğasından kaynaklanan bir oyalayıcılık içermektedir. Bu, içinde doğrular barındırmakla birlikte eksik bir kuramlaştırmadır. Kitle iletişim araçlarını, daha genel bir düzlemde kitle kültürü endüstrisini yöneten ve yönlendirenlerin kimliklerini belirlemek, tüketim kültürü ideolojisinin toplumsallaşmasının en çok kimlerin işine yaradığını çözümlemek, ve en önemlisi, uyumcu ve birörnek haline gelen kitlesel zihniyetin devamlı yeniden-ürettiği toplumsal yapılanmanın eleştirel bir analizini yapmak, kitle kültürünün izleyici kitleler üzerindeki etkisinin aslında hiç de rastlantısal olmadığını gösterecektir.
[9] Aristoteles, Politika, çev: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s. 245.
[10] Public Health, Eight Report’tan akt. Karl Marx, a.g.e., s. 676-676.
[11] Bu eğlence yerlerinin en etkinlerinden biri, futbol sahalarıdır. Primitif örnekleri ortaçağda İngiltere ve Fransa’da görülen futbol, 18. yüzyılda oldukça gelişmiş ve nihayet burada tartıştığımız 19. yüzyıl İngiltere’sinde bir salgın halini almıştır.
[12] Marx, çocuk işçilerin kültür dereceleriyle ilgili olarak, son derece hüzünlü bir alıntı yapıyor: “Jeremiah Haynes, yaşı 12: Dört kere dört 8 eder; 4 tane dört 16 eder. Kral, bütün para ve altınların sahibi olan kimsedir. Bizim bir kralımız var, (kraliçemiz var diyorlar) adı Prenses Alexandra’dır. Onun, kraliçenin oğluyla evli olduğunu söylüyorlar. Kraliçenin oğlu Prenses Alexandra’dır. Prenses bir erkektir. -
William Turner, yaşı 12: İngiltere’de yaşamıyorum. Sanırım orası bir ülke, ama daha önce bilmiyordum. - John Morris, yaşı 14: Tanrının dünyayı yaptığını söylediklerini işittim; bir kişi dışında bütün insanlar boğulmuş; bir de küçük bir kuş kalmış...” a.g.e., s. 273.
[13] A.g.e., s. 507.
[14] Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, Çev: Seçkin Çağan, May Yay., İstanbul,1968,s. 34.
(*) Aphasia: Konuşma veya konuşulanları anlama yeteneğinin kısmen veya tamamen kaybı. Bu tıp teriminin bazı alt başlıkları var; verili medya izleyicisi kitleye bakıldığında çok tanıdık gelen alt başlıklar: Broca’s (ya da Expressive) Aphasia: Kişinin düşüncelerini sözle ifade edememesi / Jargon Aphasia: Birkaç kelimenin anlamsız tek cümlecik halinde ani telaffuzu / Sensory (ya da Impressive) Aphasia: Yazılan ve söylenen sözlerin anlamını anlayamama / Syntactical Aphasia: Konuşurken kelimelerin uygun sıralanmayışı; yarım, kesik ve hızlı telaffuz .
[15] Horkheimer-Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, c. 1, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yay., İst., 1995, s.20.
[16] “Büyük mimari devrimler her zaman büyük toplumsal devrimleri izlemiştir.”
Anatole Koop’tan akt. Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1990, s. 103
Başlı başına bir çözümleme nesnesi olan apartmanın buradaki vurgulanışına dönersek, bu yapı birimi, kitleleşmenin temel gösterenlerinden biri olarak okunmalı. Apartmanın toplumsal yaşamın parçalanışıyla olan ilgisine dair en iyi okumalardan birini, Yaşam Kullanma Kılavuzu’yla George Perec gerçekleştirmişti; konuyla ilgilenenlerin, özellikle yananlam düzeylerindeki çarpıcı eleştiriler nedeniyle kesinlikle başvurmaları gereken bir ‘kılavuz’.
[17] Comte’un dile getirdiği sanayileşme döneminin aşırı uzmanlaşması, manüfaktür aşamalarının emeğe yabancılaşma konusunda en önemli sonuçlarındandır. İşbölümünün işlikte neden olduğu emek yabancılaşmasını Marx şöyle dile getiriyor: “Bu diğer şeylerin yanında modern fabrika ile manüfaktürlerde çalıştırılan çocukların büyük bir kısmının, daha ilk yıllarından beri en basit el işlerine bağlanarak, ilerdeki yıllarda, aynı fabrikalarda ya da manüfaktürlerde bile kendilerini yararlı hale getirebilecek tek bir iş bile öğretmeneden, yıllarca sömürülmesi gibi korkunç bir gerçekte kendini belli eder.” a.g.e., s. 495.
[18] August Comte’dan akt. Ertuğrul Özkök, İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü, Tan Yay., İstanbul, 1985, s. 54.
[19] Willhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, çev: Bertan Onaran, Payel Yay., İstanbul, 1975, s. 274.
[20] Herbert Marcuse, a.g.e., s. 16-17.
[21] Tam da yeri geldiği için, Anadolu gezisinde tanık olunan bir olayı, kitle kültürünün toplumsal sınıflar üzerindeki etkileri hakkında çok açıklayıcı ve son derece trajikomik bir örnek olarak tanığın anlattığı şekliyle sunmak istiyorum: Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Pazarsu Köyü’nde cami avlusunda ellerini bastonuna dayamış ihtiyar bir adam, bir yandan namaz vaktini beklerken diğer yandan da içini çekerek söylenmektedir: “Allah allah, olmaz böyle şey... Cık cık, yok, Antonio böyle bir şeyi kesinlikle yapmaz!” Bu köylünün, onun çocuklarının ve hatta diğer tüm köylülerin derdi, artık, pembe dizilerde sunulan alternatif yaşam biçimleriyle belirlenmektedir. Ürünün ekimi-biçimiyle ilgili gündelik gerçekliğin yerini, kitle iletişim araçları sayesinde yeni bir gerçeklik almıştır.
[22] A.g.e., s. 36
[23] Herber Marcuse, Us ve Devrim, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, 1989, s. 260
[24] Theodor W. Adorno, Aesthetische Theorie’den akt. Tom Bottomore, Frankfurt Okulu, çev: Ahmet Çiğdem, Ara Yay., İstanbul, 1989, s. 44
[25] Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, 1985, s. 166.
[26] Bu durumu en iyi teorize eden yine, kitle kültürü endüstrisine hâkim güçlerin akıl hocası Aristo olmuştur: “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir” Aristoteles, Poetika, çev: İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 22
[27] Herbert Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı, çev: G Koca-V. Ersoy, Ara Yay., İstanbul, 1991, s. 84.
[28] Max Horkheimer - Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Cilt 1, Çev: Oğuz Özügül, Kabalcı Yay., İstanbul, 1995, s. 12 .
[29] Herbert Marcuse, Estetik Boyut, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, 1997, s. 20.
[30] Herbert Marcuse, a.g.e., s. 44.