İstikrar Öldü, Yaşasın Kriz

Türkiye, 18 Nisan 1999 Seçimlerine gidilen yola, yaklaşık beş yıllık “sürekli kriz” atmosferinin içinden geçerek girmişti. Bu krizlerin kimi yapay, kimi yapısal, kimi konjonktürel, kimi de derin krizdi. Kriz dinamiklerinin siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel boyutları vardı.

“Kriz analizi formasyonu”, neredeyse “komplo teoricileri”ni bile sollamanın eşiğine gelmişti. İktisatçılar arasında kriz takvimi konusunda müşterek bahisler düzenlenir hale gelmişti. 28 Şubat sürecinin sirenleri de “kriz” için çalışıyordu. Merkez sağ krizdeydi, merkez sol krizdeydi, özetle “merkez” menopoza (belki de andropoza) girmişti. Dünyadaki bölgesel krizlerden kopup gelen mayınlar birbiri ardına kapımızda patlıyordu. Yargı sıkıntıda, çeteler televizyonlarda, medya bunalımdaydı. “Kararsız seçmen” oranı tavan yapmıştı.

Sonra seçimler yapıldı. Seçim tahlilleri yapıldı. Seçimden önce tarif edilen, reçetesi verilen bir sonuç alınamadı, ama “istikrar” detektörleri işi bırakmayıp, “sağlam koalisyonun” resmi için tuvali hazırlamışlardı bile. 1991 seçimleri sonrasındaki DYP-SHP koalisyonuna bile nasip olmayan bir “arkadan itme” ile 57. Hükümet kuruldu. Başbakanlığın önünde davullar çalınmadı belki ama “etkili çevreler” bütün desteklerini hükümetin arkasına yığdı. Görülmemiş ve şimdiye kadar hiçbir hükümete açılmamış geniş bir kredi havuzu hizmete sokuldu. Ayrıca, öylesine ağır bir psikolojik atmosfer yaratıldı ki; bu kredi konsorsiyumuna katılmamak, neredeyse “hainlik” derecesinde “ayıp” bir davranış haline getirildi. Belki, bu noktada, koalisyonun kuruluş sürecinde ortaya çıkan bazı “soru işaretleri” dikkatten kaçırılıyormuş gibi gelebilir ama Türkiye onları çok “hızlı aştı”. Örneğin, MHP ile koalisyon olursa istifa edebileceğini imâ eden DSP milletvekili Rıdvan Budak, sonradan gidip MHP’ye bizzat takdirlerini bildirdi.

KRİZİN ÜSTÜNÜ ÖRTMEK

Bütün bu tablonun zeminine yerleştirilen temel argüman, “istikrar” gereği ve iddiasıydı. Ekonomi dünyasının egemenleri epeydir bunu dillendiriyor, tehditkâr bir üslûpla talep ediyor, zorluyor ve bastırıyordu. Yine bu çevrelerin doğrudan kontrolüne girmiş olan medya da, “vatandaş istikrarsızlıktan bıktı” büyük sözü eşliğinde “istikrar kampanyasına” tam destek veriyordu. 18 Nisan seçim sonuçları, bu “istikrar tablosunun” siyasî karşılığını üretmişti aslında: Ecevit başbakanlığa, MHP iktidara, ANAP iktidara rampa etmeye mecburdu. Geriye helvayı karmak kalmıştı. Çünkü, tarifname epey önceden hazırlanmış beklemekteydi. Ortaya çıkan “çözüm cümlesi”nin gevşek bileşimi, ortaya konacak “istikrar programı”nda mevcut güç dengelerini de pek zorlamayacak gibi görünüyordu. En azından, güç aktörlerinden hiçbiri tamamen devre dışında kalma tehdidi altında değildi. (Güç aktörleri arasına katılma hamlesi başarısızlıkla sonuçlanmış ve daha önce devre dışında kalması kesinleşmiş olan İslâmcı hareketi ayrı tutarak elbette.) Son derece eklektik ve konjonktürel bir mahsul olan, “istikrar tablosu”nun cazibesi de, bu zayıf yönünden geliyordu: Tablo, yine “politik” olmayan bir programa imkân veriyordu.

Ortaya çıkan hükümet bileşimi ve öncelikli tercihler, “politik” olmayan bir programı yürürlüğe koymaya elverişliydi, çünkü; ne hükümet bileşimi, ne de daha sonra uygulamaya konulacak “program” siyasî onaya sunulmuştu. Ne seçmen tercihleri “program” bazında oluşmuş, ne de “öncelikler” siyasî süreçlerle belirlenmişti. Böylelikle; talepler, öncelikler, mecburiyetler ve “yaratılmış” seçeneksizlikler “politikasızlaştırılmış” bir siyasî zeminde örtüştü. Krizlerin etrafından dolaşmak, krizleri kazanca dönüştürmek ve en önemlisi krizi örtmek için son derece ideal bir formül ortaya çıkmış oldu. Sihirli sözcük kendiliğinden zuhur etti: “İstikrar geldi”. Aslında yapılan, bütün yapısal krizlerin kendi dinamiklerinden kopartılmasına imkân verecek sağlam bir örtüyü yaratmaktı. İstikrarsızlığı görünmez kılacak kocaman yamalı bir örtü.

“İSTİKRAR PROGRAMI”NIN NİMETLERİ

Hükümet güvenoyu alır almaz bir dizi hazır reçeteyi uygulamaya koydu. Bu reçeteler ekonomik elitlerce çoktandır dillendirilmekteydi. “Büyük yapısal dönüşüm paketleri” gibi sunulan ancak daha çok gecikmiş bir hamleyle taşları yerine yerleştirmeye yönelen adımlar atıldı. Örneğin muhalefetsiz bir alanda “Sosyal Güvenlik Reformu” tereyağından kıl çeker gibi halledildi. Yürürlüğe konulan “ekonomik istikrar programı” ile özellikle alt-orta gelir gruplarının gelir alanı iyice daraltıldı. Sektörel bazda tadilat çalışmalarına hız verildi. Özel sektörün “hayatî önem” atfettiği özelleştirme işine bir ara gaz verildi. Meclis gündeminde epeydir bekleyen, başta “AB ile uyum yasaları” olmak üzere ekonomi endeksli bir dizi cürümü küçük yasa görülmemiş hızla yasalaştı. Deprem bahanesini de arkasına alan bir seri yeni vergi salındı, ücretler sınırlandı. İstikrar destekçileri bütün bunları alkışladı.

Sonra araya bir seri siyasî ve iktisadî kriz sıkıştı. İki depremin ardından oluşan atmosfer hem ekonomik programın yavaşlamasının bahanesi oldu, hem de ekonomik programa ilişkin muhalefet potansiyelinin önünü kesti. Ardından, “reel politika”nın hükmünü icra ettiği af sorunu, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve “Yüce Divan Krizi” gibi bir seri hadise birbirini izledi. Bütün bu gelişmeler, “aman istikrar bozulmasın” sözleri eşliğinde, “istikrar örtüsü”nün örtücülüğünü uzatan gelişmeler olarak sonuç verdi. Hattâ “kolay aşılan” bu krizler bizzat “yapay istikrarın” dopingi haline geldi. “Aman istikrar bozulmasın” argümanına kan verdi. Hükümet kurulduktan sonra “istikrar tablosuna” ilişkin iki önemli gelişme, muhtemel getiri için “kanıt” olarak sunuldu. Birincisi; AB’nin Helsinki’de Türkiye’yi aday üye olarak açıklaması, ikincisi de IMF’nin bir “ekonomik paketle” Türkiye’ye gelmesi. Çiçeği burnunda hükümetin önüne serilen bu iki “imkân”, istikrar tablosunun en önemli kazanımları olarak sunuldu, destek gördü. Üstelik bu destek beklenmedik ölçüde, toplumun çok geniş bir kesiminde yaygınlaştırılabildi.

DIŞA BAĞIMLI İSTİKRAR

“İstikrar tablosunu” oluşturan 57. Hükümet de, kendi başarısını bu iki olay üzerine inşâ etti. Hükümet bütün sermayesini bu iki alana yatırmıştı. Fakat, her iki yatırım kalemi de, Türkiye’nin iç dengeleri açısından olduğu kadar -hattâ daha çok- dış dengeler açısından son derece kritik alanlardı. Çünkü, birincisi Avrupa Birliği, ikincisi IMF ve Dünya Bankası cephesinden doğrudan “dışarıya bağlı” meselelerdi. Yani, hükümet bir anlamda “sermayeyi yabancılarla ortaklığa” yatırmıştı. Üstelik bunu şimdiye kadar hiç olmadığı kadar açıkça ortaya koymuştu. Bazı radikal Kemalist odakların ve marjinal çevrelerin itirazları dışında, bu gelişmeye muhalefet, mızırdanma sınırını pek aşmadı. “İstikrar tablosu”na “yabancıları” doğrudan ortak yapmak, istikrarın gücü, zeminin genişletilmesi ve dış kredinin sağlandığı şeklinde sunuldu. Hattâ bu biraz da abartılarak ifade edildi. Oysa bu, “istikrar tablosu”nun zayıf karnıydı ve kontrol imkânlarını son derece güçleştiriyordu. Ayrıca, “yabancı ortak” (veya oyuncu) iç dengeler açısından da ciddi sorun potansiyeli taşıyordu.

AB’nin Helsinki Kararı biraz bilinçli olarak yanlış okundu, okunmasına izin verildi. AB sonunda mecburiyetini fark ettiği için dize gelmiş değildi, kullandığı tercih; sadece “almama tehdidinin” yerine “alma vaadini” koyarak etkinliğini arttırmaktı. Fakat, bu gelişme yıllardır aranan toplumsal motivasyon açısından bir can simidi gibi sunuldu. Ve ilginç biçimde böyle de karşılık buldu. Elbette, Avrupa’nın son derece dengeli ve diplomatik tutumunun etkisini kaydetmek lazım. Ekonomik program açısından ortaya konan tavır ise, karşı çıkılamayacak bir dozda ifade edilen “buna mecburuz” kısa ve kesin sözüyle özetleniyordu. Carlo Cottarelli gibi “sevimli” bir aktör eşliğinde başlarda fazla sorun çıkmadı. Başlangıçta, ekonomideki küçük rakam oynamalarını “büyük başarı”ya dönüştürmek görülmedik ölçüde kolay oldu. Hattâ bazı ekonomistler, akademisyenler bütün “etik” mecburiyetlerini bir kenara bırakarak, “halkın moralini bozmamak”tan filan bahseder oldular.

ÖNCE EN TEPEDE ÇATLAK

Fakat, yaz biterken krizi örten büyük “istikrar örtüsü”nünü yamaları patlamaya başladı. Önce devletin tepesindeki “uyum”, KHK meselesine tosladı. “KHK Krizi” olarak başlıklara yansıyan gelişmenin yarattığı sonuçlardan çok, bu sürecin ortaya çıkardığı cepheler ve bu ayrışmanın aslında ne kadar sert olduğunu göstermesi önemliydi. Bu tablo, özellikle yabancı basında “orduyla hesaplaşma” şeklinde yorumlandı. Bir parantez açarak, bu konuyla ilgili olarak pek tartışılmamış bir noktaya değinmekte yarar var: KHK krizinde, biraz şaşırtıcı bulunan Ecevit’in inadıydı. Ecevit’in bu tutumu çeşitli şekillerde açıklanmaya çalışıldı. Olayı Meclis’e getirmemesi hem eleştirildi, hem de “meclisten geçiremeyeceği” gerekçesine dayandırıldı. Bence, çok daha makûl bir gerekçe daha vardı: Eğer KHK ile yapılmak istenen düzenleme bir yasa haline getirilirse, birkaç ay içinde AB’nin “bunu kaldırın” diyerek kapıya dayanması söz konusuydu. Oysa, kararname ile yapılacak şok uygulama kolaylıkla geçiştirilebilirdi. Bu parantezi kapattıktan sonra bir başka noktanın daha altını çizmek gerekir: KHK krizi atmosferinde, ordunun üst kademeleri, yüksek yargı mensupları ve siyasîlerin katıldığı “irtica nerelere sızdı” tartışmaları, 28 Şubat’a yeniden gaz vermenin en çarpıcı örnekleriydi. Mesele öylesine akıl dışına taşınmıştı ki; Danıştay’ın emeklilik arifesindeki başkanı Çırakman, “yargı delil ister, onun için idari tedbir gerekir” diyebildi.

“İstikrar örtüsü”deki diğer yama patlakları da, yine hayli tepelerden başladı. Önce, AB Koordinasyonu’ndan Sorumlu Devlet Bakanı Mesut Yılmaz, beklenmedik bir çıkış yaptı ve isim zikrederek bazı çevrelerin AB’ye direndiğini söyledi. Yılmaz’a göre bu odakların başında ordu ve MHP geliyordu. Sonra, ekonomik programla ilgili olarak yine hayli tepelerde bir çatlak meydana geldi. Kabinedeki bazı bakanlar birbirlerini “programı aksatmakla” suçladılar. Cottarelli “ince ayar” paketi ile geldi ama başbakan tarafından azarlandı. Küçük bir kayıkçı kavgası olarak geçiştirilecek olaylar bir anda borsayı dibe vurdurttu ve daha önemlisi yırtılan örtünün altından sesler gelmeye başladı. Magazin gündemi gibi sunularak hızla alandan uzaklaştırılan “öteki Türkiye” tartışmalarının “hesap dışı” aktörlerinin sesi olmasa da, bu seslerin giderek yükseleceği düşünülebilir. Fakat, gelişmenin asıl önemli bölümü “istikrar örtüsü”nün örttüğü krizin ve kriz odaklarının su yüzüne çıkıyor olması değil, bizzat “istikrar tablosu”nun kendi krizini üretmeye başlıyor olmasıydı. Bu konuya yeniden dönmek üzere hatırlatmalarımıza devam edelim.

DEVLET KRİZİ, KİMİN KRİZİ?

“Devlet krizi” lafı, en son Ecevit tarafından dile getirildi. Ecevit, KHK olayı sırasında Cumhurbaşkanı’nın direnme tavrını devam ettirmesi durumunda ortaya çıkacak durumu tarif için bu lafı kullandı. Görüldüğü kadar, bu olay özelinde ciddi bir kriz çıkmadı. Daha doğrusu “özel” bir kriz çıkmadı. Fakat, bir süredir açık ve örtülü biçimde görülen ciddi bir “devlet krizi”nin varlığı bir gerçek. 12 Eylül’le birlikte yürürlüğe konulan “devlet siyaseti” ve ekonomik yörüngenin ittifakla üzerinde anlaşılan maslahatgüzarı Turgut Özal’dı. Ancak bu ihale tamamlandıktan hemen sonra başlayan “doğru aktör” tartışmaları ve sosyal-siyasal dinamiklerin etki katsayısı üzerine fikir temrinleri hâlâ sonuç vermiş değil. Yani, “devletin aslî sahipleri” ve güç odakları senaryonun casting aşamasında ciddi bir kriz içinde. Hangi aktörlerle hangi rolleri karşılamak gerektiği konusunda bir mutabakat yok. Üçlü koalisyonun kimyası sürekli ve güvenilir bir “istikrar” çözümünün çok uzağında. Mevcut kumaştan çıkartılmış ve ancak dopingli “istikrar tablosu” ile tutturulmuş gevşek bir ortaklık. Mecburiyetlerin koalisyonu.

Son yılların en popüler komplo teorilerinde olduğu gibi, “Kürt meselesini askerî güçle bastırma işini SHP desteğinde, irtica meselesini RP eliyle, Güneydoğu meselesini ve AB işini de MHP aracılığıyla çözdürme” stratejilerinin gerçek olduğunu düşünsek bile, bunların hiçbirinin kalıcı bir istikrar üretemeyeceği çok açık. (Ayrıca, bu denli karmaşık bir zinciri kurabilecek kollektif aklın yalnız Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil, herhangi devlette olabileceğini düşünmek bile istemem.) Eğer bu tezleri saçma bulursak, o zaman da tam bir savrulma görüntüsü ile karşı karşıyayız demektir. Her iki durumda da, “devlet”in ciddi bir yapısal krizin içinden çıkamadığını düşünebiliriz. Çünkü, akışı belli bir yörünge ve bu yörüngeye yerleşmiş siyasî aktörler ve daha da önemlisi sürdürülebilir bir “istikrar” üretilebilmiş değil. Bu yapısal kriz, sadece siyasî aktörlerle sınırlı olarak yaşanmıyor üstelik. Bunun en çarpıcı örneğini, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Cumhurbaşkanı’nın sonraki performansı karşısında gördük. Sahici sosyal-siyasal süreçleri kendi mecrasında “akışına” bırakmak gibi bir niyetin işaretleri de görülmüyor. İtiraf etmek gerekir ki, sosyal-siyasal dinamiklerin de bu konuda bir tazyiki olduğu söylenemez. Hattâ, abartılı bir önerme olarak; bu toplumun ve siyasî geleneğin devleti “krize” mecbur bıraktığı söylenebilir.

AB; ÖNEMLİ KRİZ ODAĞI

AB meselesi, “istikrar”ın olduğu kadar yaklaşan krizin de en önemli eksenlerinden biri olacak gibi görünüyor. AB uyum süreci ile ilgili olarak “Türkiye’nin son derece yavaş davrandığı”, hem AB çevrelerinde, hem de ülke içinde birçok kişinin söylediği bir şey. Şimdiye kadar olayın “düşük profil”de seyretmesinin AB’nin temkinli tutumuyla yakından ilgisi var. Ancak, AB içindeki “Türkiye’nin üyeliğini hep muhalif olan” çevreleri bir kenara bıraksak bile, “Türkiye’de kararlı bir siyasî irade var mı?” sorusunun giderek daha çok sorulmaya başlandığı biliniyor. Önümüzdeki aylarda bu sorular resmî olarak da sorulacak. Ve Kasım ayından itibaren, AB “ne yaptınız?” sorgulamasına başlayacak. Çok daha önemli bir gelişme, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanması olacak. Bu süreç, bu sürecin Türkiye’deki yansımaları ve takınılacak tavır, AB içinde hiç dinmemiş olan tartışmaları daha da arttıracak. Fakat, çok daha önemlisi, Türkiye’de “elbette karşı değiliz, aklı başında kim karşı olabilir ki” takkesi düşecek ve kel görünecek. Pozisyonlar daha netleşecek.

Şimdiden bazı ipuçları ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Türkiye’deki en önemli “irade” olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden ilginç mesajlar geldi. Devir teslim törenlerinde, resepsiyonlarda yapılan konuşmalarda, bazen doğrudan AB’ye gönderme yaparak, bazen de mevzunun hayli uzağından geçilmekle birlikte; “Türkiye’nin öncelikleri meseleleri” konusundaki vurgularla, Avrupalılara hiç de “ılık” gelmeyecek sinyaller verildi. Buna karşılık, “siyasî irade” vasfını atfedebileceğimiz kesimlerde, yapılacak ciddi demokratikleşme atakları için kamuoyu hazırlamak konusunda özel bir gayret görülmüyor. Yakın çevresine, “bizim parti olarak tek şansımız AB” dediği söylenen Mesut Yılmaz’ın bile işi çok sıkı tutmadığı söyleniyor. Örneğin, geçen ay yapılan ve “AB’ye devleti hazırlama” amacına dönük ‘‘İç koordinasyon ve uyum komitesi’’ toplantısının tam bir fiyaskoyla sonuçlandığı anlatılıyor. Daha önce Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin valilere verdiği brifing sırasında da hayli “soğuk” bir havanın estiği haberlere yansıdı.

DİRENÇ ODAKLARI AZ DEĞİL

Mesut Yılmaz, ‘‘Askerler bu durumdan vazife çıkarıyorlar. Ülke bütünlüğü ve laiklik gibi konularda müdahil olma zorunluluğunu duyuyorlar” diyor. Basına açık olmayan bazı sohbetlerinde bunu daha ayrıntılandırdığı anlatılıyor. Ama Yılmaz’ın, yine bu sohbetlerde “orduyla inatlaşarak mesafe alınamayacağını” da eklediği söyleniyor. Şimdilik “örtük mesajlar” ile uyarı yapan silâhlı kuvvetlerin, doğrudan bir “direnç odağı” olarak işaret edilmekten pek memnun olmadığına ilişkin belirtiler var. Örneğin, yabancı bir gazeteciyle sohbet eden üst düzey generalin “Yılmaz saçmalamış” dediği aktarılıyor. İşte bu nedenle, askerler “AB direnci” meselesine daha “sivil” bir muhteva kazandırmayı arzuluyor. Bu konuda pek de zorlanmayacakları açık. Bunun en çarpıcı işaretleri, bu yaz Türkiye’ye gelen AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiser’i Günther Verheugen’in ziyareti sırasında ortaya çıktı.

Verhaugen’in ziyaretinin amacı hazırlanacak olan “Katılım Ortaklığı Senedi”ne son biçimini vermeden önce temaslarda bulunmak ve Türkiye’nin Helsinki’den bu yana kat ettiği mesafeyi yerinde görmekti. AB bürokratı gezisiyle ilgili bilgilerin pek ulu orta konuşulmasını istemediği için basına pek bilgi vermemişti. Ama sonunda testi patladı ve adamın dedikleri de, demedikleri de tartışılmaya başlandı. Türkiye dış politikası için pek sık gündeme getirilmesine alışık olduğumuz, “onur” meselesi hemen tedavüle sokuldu. (Buraya örnek olarak Ertuğrul Kalafat’ın yazısını koyuyoruz ama kimi “muhalefet imkânı” diye bakan, kimi samimi fikrini ortaya koyan bazı İslâmcı yazarlar, Kemalist kalemler ve sağcı köşe sahipleri bu koroya katıldı) Ortadoğu gazetesinden Ertuğrul Kalafat şöyle diyordu: “Türk Milleti’ne kefen biçmeye and içmiş bu deyyusu ülkeme sokanlara yazıklar olsun. (...) Kelimenin tam anlamıyla ihanettir bunun adı. Avrupa Birliği’ne katılım süreci veya entegrasyonla falan alakası yoktur. (...) Bu ne cüret, bu ne densizlik bree... Memlekette delikanlı bir yiğit çıkıp da neden şu AB Komiseri Verheugen’in kıçına bir tekme vuramıyor.”

MHP’NİN AB YAKLAŞIMI

MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Verheugen’le görüşmeyi kabul etmemesi MHP’ye yakın yazarlar tarafından övünçle karşılandı: Örneğin Ortadoğu’dan Yüksel Ercan şöyle yazıyordu: “Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de devreye girip bu randevuyu gerçekleştirmeye çalışsalar da, Bahçeli milletimizin hislerine tercüman olarak, Günter ile görüşmek istemediğini belirtti. (...) İnşallah Ülkücü Hareket, bu zorlamaların üstesinden gelecektir ve milletimizin gülmeyen yüzünü güldürecektir.” MHP Hükümete dahil olduğunda AB gündemini kucağında buldu, kendine açılan dış kredinin gereği ve Helsinki ile esen güçlü AB rüzgarının karşısında “uyumlu” bir duruş seçeneğinden fazlasına sahip değildi. MHP için bu kendi tabanına MHP’nin yarı resmî yayın organı olan Kurultay’ın yazarlarından Necdet Sevinç’in cümlesinde olduğu gibi şöyle ifade edildi: “MÇP programı yazıldığı günden beri Avrupa Birliği’ne karşı çıkmadı ama Batı’ya teslim de olmadı.”

MHP’nin “eski” kaynaklarına bakıldığında da, bu kolayca görülebiliyor. Örneğin, Bahçeli 1999 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Ortak para birimine de geçen Avrupa Birliği küresel bir güç olarak, ağırlığını koymaya hazırlanmaktadır. Bu yeni oluşum, düpedüz büyük ‘Avrupa Ulusu’nu ve Devletini inşâ çabasıdır.” MHP’nin Seçim Bildirgesi’nde de AB için şunlar söyleniyordu: “Türkiye’ye birçok şart dayatan, ikili anlaşmaları yok sayan, kısacası hiç dostane olmayan yaklaşım ve kararlar, gelinen noktanın ciddi bir şekilde gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Ülkemizin, bu tür dışlayıcı, ön yargılı ve dayatmacı yaklaşımlara hiçbir şekilde rıza göstermeyeceği muhataplara açıkça anlatılmalıdır.” Bahçeli’nin geçtiğimiz Ağustos ayında Kayseri Ticaret Odası’ndaki konuşması MHP’nin AB karşısındaki tutumu ve “aşırı destekçilere” ilişkin görüşleri özetliyor: “Avrupa Birliği ile onurlu ve adil bir birlikteliği samimiyetle arzulamanın hiç kimseyi rahatsız etmemesi gerekir. Bu tür bir tavra karşı çıkılmasının, hangi gerekçeyle izah edilirse edilsin, gerçekte ifade ettiği mana bellidir. Öncelikle, Türkiye’yi Türkiye yapan, evrensel ölçekte kimliğini oluşturan kültürel ve tarihsel birikimlerin yok farz edilmesi anlamına gelir. İkinci olarak da, yeni kurtarıcılar aramanın psikolojisini yansıtan bir özelliğe sahiptir. Böyle bir anlayışın da neye hizmet edeceği, Türkiye’yi ve Türk milletini nerelere sürükleyebileceği açıktır.”

“SİVİL” DİRENCİN ADRESİ

AB meselesi konusunda MHP’den bu kadar çok bahsetmenin gereği, önümüzdeki süreçte “sivil” direnç odağı olarak öne çıkma potansiyelini taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Çünkü, Ertuğrul Özkök gibi MHP’ye zorla “değişim” şırınga etmeye çalışan bazı yazarların Diyarbakır’daki “alkış olayı” ve Bahçeli’nin bir cümleden oluşan “Kopenhag Kriterleri artık bir devlet politikası olmuştur” sözlerine dayanarak çizdikleri resme yine ülkücülerden gelen tepkilere yakından bakmak gerek: Ortadoğu’dan Buğra Başkurt şöyle diyor: “Sayın Bahçeli’yi dikkatli takip edin. Bahçeli, bazılarının sandığı gibi değişim ve başkalaşım tepkisi vermiyor. Yabancı odakların belirlediği kriterler Türk Devleti’nin parçalanmasına zemin hazırlıyorsa, kriterin adı ve markası ne olursa olsun hiçbir ülkücü bu tekliflere itibar edemez.” AB konusundaki direnci “sivilleştirme” atakları için en elverişli odak olarak MHP görünüyor. Ve MHP bir süredir MGK’nın siyasî kolu gibi bir rolü üstlenerek, “AB meselesi”nde yan çizmek için bir işarete bakıyor. Henüz bu işaret verilmediğinden, “ihaleyi üstlenmiş” gibi davranmıyor. Fakat, adaylığını da açıkça deklare ediyor. MHP Ankara Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici, ‘‘AB konusunda tereddüt ettiğimiz hassasiyetleri söylemeyelim mi? Bunun kavgasını yapmayalım mı? Böyle vatanseverlik olur mu?” diyor.

Türkiye’de AB ile ilgili olarak estirilen “olumlu” rüzgar, topluma büyük ölçüde ekonomik getirileri ile yansıdı. Sıradan seçmen için “AB üyeliği” daha iyi ekonomik koşullar demek. Özellikle taşrada bir türlü “çıkış” yakalama fırsatı edinemeyen, bölgelerinde siyasî kanaatler üzerinde etkili olan orta ve küçük ölçekli yatırım sahiplerinin de saikleri aynı. Yoksa, siyasî-sosyal ve kültürel entegrasyon meselesi kimsenin üzerinde konuştuğu bir şey değil. Dolayısıyla, AB’yi cazip kılan atmosfer aslında çok kararsız bir zeminde duruyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında yapılan 11. Erciyes Zafer Kurultayı Sonuç Bildirgesinde, AB’ye ayrılan paragraf şöyle başlıyordu: “Avrupa Birliği, hep aynı, istiyor ama vermiyor.” Sonuçta, yakın vadede hizmete sunulabilecek ciddi ekonomik getirilerin cazibesini kaldırınca “AB’ye katılma isteğinden” geriye pek bir şey kalmıyor. Yani rüzgarın aniden kesilip, ters esmeye başlaması hiç de zor değil. Böyle bir durumda, MHP’nin yapacağı resmî direnci popüler dile tercüme etmek. MHP’nin bunu becermesi zor olmasa gerek.

KONSENSUSUN ZAAFİYETİ

“İstikrar tablosu”nun AB kulvarına “destek” sunan FP ve HADEP çevresinin tabloya katkılarının ciddi bir “artı” sağladığını söylemek mümkün değil. Her şeyden önce, bu “destek”, direnç odakları açısından “gerekçe” üretiyor. AB konusundaki istikrarı bir mutabakat zeminine taşımak şöyle dursun, “direnci haklılaştıran” bir bahane olarak kullanılıyor: “Bakın kimler istiyor”. Negatif önermelerle karar üretmeye yatkın Türkiye seçmeni için bu azımsanamayacak bir etki yaratabilir. Ortak alanı genişletmekten çok, “öteki”nin alanını daraltmaya göre biçimlenmiş toplumsal refleksler ve siyasî gelenek sürecin böyle işlemesi için son derece müsait. Açıkçası, “istikrar tablosu” dışında kalmış kesimlerin AB endeksli meselelerde takındıkları tavrın, bu bahaneleri güçlendiren katkısını da kabul etmek gerek. Elbette kastedilen, kaba pragmatik tavırlar.

312. madde ile ilgili olarak yaşananlar bu sürecin en çarpıcı örneği galiba. Özellikle, Erbakan’ın ceza infazının dört ay ertelenmesi kararından hemen sonra gazetecileri toplayıp, dört ay içinde “312’de değişiklik yapılsın” telkinleri yapmış olmasının bazı FP’lilerce bile pek şık bulunmadığı bir sır değil. Zaten, çok daha geniş kapsamlı başlatılan 312 tartışmaları “çok özel” birkaç değişiklikle yetinme noktasına getirildi. Kimsenin taleplerinde direnmediği, kolayca “pazarlıkçı” tutumlara doğru makas değiştirdiği, kaypak bir zemin var ortada. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 5+5 formülü arifesinde 312 bu kez de Ecevit tarafından pazarlık masasına konulmuştu. Meclisteki soruşturma dosyaları meselesinde de, pazarlıkçı tutumun bir başka numunesini yaşamıştık: MHP’lilerin Yüce Divan’a gitmesi için oy verdiği Mehmet Ağar DSP’li milletvekilleri tarafından aklandı. Hükümet içinde pek çok hayatî kararın da pazarlıklarla üretildiğini biliyoruz. Medya kontrolü bulunan sermaye sahiplerinin bazı özelleştirmeleri “özel şartlarla” kendilerine uygun hale getirdikleri biçimindeki söylentileri de bu listeye ekleyebiliriz. İdamın kaldırılması konusunda MHP’nin son derece kendinden emin biçimde savunmakta bir sakınca görmediği çifte standart ve “isterlerse kaldırsınlar, biz bunu hükümet sorunu yapmayız” tavrı ile “sözümüzü tutalım, Apo’yu asalım” diye bağıran tabanı da not edilmeden geçilecek gibi değil.

KRİZ ODAĞI OLARAK “EKONOMİ PROGRAMI”

Ekonomik verilerin aşırı iyimser yorumlarıyla suni teneffüs uygulanan “ekonomik programın” iyi gittiğine giderek daha az sayıda insanın inanmaya başlaması yetmezmiş gibi, Uluslararası Para Fonu (IMF) Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli, geçen ay geldi ve ‘ince ayar’ adını verdiği yeni bir dizi önlem alınmasının gerektiğini söyledi. Cottarelli’nin “ince ayarı”nın içinde oldukça sıkıntı yaratacak önlemler vardı: Geçen yıl alınan geçici vergilerin sürekli hale getirilmesi, Taşıt Alım Vergisi’nin yükseltilmesi ve dayanıklı tüketim malları için de yeni vergi uygulamaları gibi. Ayrıca, ücret ve fiyatların durdurulması ile bazı geciktirilmiş zamların vakit geçirilmeden uygulanması gibi sert tedbirler de paket içinde yer alıyordu. Cottarelli’nin “ince ayar”ı basına yansıyınca, Ecevit’in bilinen çıkışına tanık olduk: “Ekonomik kararları biz alırız”. Ecevit’in bu çıkışı çeşitli çevrelerden alkış aldı ama borsa da hemen dibe vurdu. Sonra baktılar pabuç pahalı; önce liderler toplanıp, “Ekonomik programda sapma yok” açıklaması yaptılar. Sonra da Cottarelli basının önüne çıkıp hükümeti öven açıklamalar yaptı: “Ecevit’le aynı fikirdeyim” dedi. Bununla da yetinmedi ve Londra’da yapılan üst düzey bir ekonomi forumunda da Türkiye’yi öven bir konuşma yaptı. Böylece “parası olanlar” derin bir oh çekti. Program, “ince ayar” adını almadan uygulamaya kondu.

Ecevit’in çıkışı, belki milletin “onurunu” kurtarmıştı, ama “istikrar örtüsü”nün bir yamasını da fena halde patlatmıştı. Başta sendikalar sert bir çıkış yaptılar, yapmak zorunda kaldılar. Türk-iş Başkanı Bayram Meral; “Artık onların ayarı bizim arabanın frenine uymaz, maazallah bir duvara toslarız” dedi. DİSK, KESK ve Hak-İş’ten oluşan Emek Platformu “ekonomik program”dan desteklerini çektiklerini açıkladı. Kamu-Sen eylem kararı aldı. İş çevreleri benzer tepkiler verdi: Ankara Sanayi Odası Başkanı Sinan Aygün, vergi yükünün arttırılmasını eleştirdikten sonra, ekonomik programın artık “tahammül sınırına” gelmeye başladığını söyledi ve uyardı: “İş çevrelerinin desteğini kaybederlerse, program çöker”. Zaten hükümetteki partilerin bazı milletvekilleri de yaz tatillerini hayli sıkıntılı geçiriyorlar. Seçim bölgelerinde “ince ve kalın” ayarlı ekonomik programa yönelen tepkileri göğüslemekte hayli zorlanıyorlar.

SİYASETİN HÜKMÜ İŞLER

MHP hükümet içinde “ekonomik programın” olumsuz etkisini üzerinde en çok hisseden parti. Hem, tarım kesimindeki desteklerin kısılması, hem ücret sınırlamaları MHP’yi kendi tabanı nezdinde sıkıntıya sokuyor. İlk kez iktidar olmuş bir partinin, üstelik seçim propagandasını “yoksulluk” üzerine kurmuş bir partinin, seçmenine ekonomik ferahlama sağlayamaması kolay üstesinden gelinebilir bir sonuç değil. Diğer yandan, katı bütçe uygulaması yüzünden bakanlıkların sınırlı kaynak kullanmak zorunda kalması da bir başka olumsuzluk olarak not edilebilir. Bu tabloya, özelleştirmelerle önemli imkânları kaybetme olasılığını eklemek gerek. MHP, şimdiye kadar ve belki bir süre daha “biz tek başımıza iktidar değiliz” ve “biraz sabır” sözleriyle beklentiyi sündürmeyi başardı/başarabilir. Seçmen desteğini önemli ölçüde koruyor görünmesi bu yüzden. Ancak, MHP kurmayları bunun fazla sürmeyeceğini çok iyi biliyorlar. Hâlâ büyük ölçüde kontrol ettikleri Kamu-Sen’in “eylem” kararı almak zorunda kalması bunun en önemli göstergelerinden biri. Bu yüzden MHP iki yönlü bir stratejiye yöneldi. Birincisi; hükümet içinde “pazarlıkçı” bir taktik izleyerek daha çok kaynak kullanmayı becermek. İkincisi ise, söylemini “yoksulların hükümetteki sözcüsü” imajını verecek biçimde tahkim etmek. Stratejinin birinci ayağı, bazı MHP’li bakanların “hayatî” konularda gösterdikleri dirençle su yüzüne çıktı. İkinci ayağı ise, MHP kontrolündeki DPT’nin bölgesel dengesizliğe vurgu yapan Doğu-Güneydoğu projesiyle start aldı.

DSP ve ANAP’ın gerek AB, gerek “ekonomik program” konusundaki pozisyonları MHP’den biraz daha farklı. DSP, “istikrar”ın devamı için ödenen bedelin kendi payına düşeninin pek fazla olmaya başladığının hızla farkına varıyor. Muhtemel başarılardan en büyük payı alacağına dair kuşku duymakta da haklı olan DSP, şimdilik sadece bunu düşünmüyor gibi davranmakla idare ediyor. ANAP’ın AB endeksli olarak kurduğu “tutunma stratejisi” ise, üst-orta sınıf kentli seçmenin sınırlı bir bölümünden fazlasını vaadetmiyor. Daha iyi şartlarda girilen 18 Nisan seçimlerinde bu tabanın taşıyabildiği oy ortada. Zaman zaman Mesut Yılmaz’ın ağzından yapılan mahcup “demokratikleşme” çıkışlarının ise, henüz nasıl bir getirisi olduğu tartışmalı. “İstikrar tablosu”nun aktif bileşenleri olan hükümet partilerinin ilk bakışta avantajı gibi görünen “muhalefetsiz ortam” da, onları pozisyon almakta zorlayan bir durum yaratıyor. Muhalefetsizliğin bir diğer komplikasyonu da, bu partilerin ihtiyaç duydukları krizi kendi içlerinde üretmek zorunda kalmaları. Pozisyon almakta en çok zorlananlar DSP ve ANAP. MHP ise, “sağdan” gelen eleştiriye hâlâ açık, duyarlı ve korumasız olması yüzünden biraz daha farklı konumda.

500. GÜN SENDROMU

Türkiye siyasetinde yuvarlak rakamlar önemlidir. Özellikle hükümetler, yüz, beş yüz gibi sayı dönemeçlerinde değerlendirilir, tartıya çekilir. 57. Hükümet’le eş anlamlı kullanılan “istikrar tablosu” 500. gününü idrak etti. 500. güne gelindiğinde “istikrar örtüsü” artık daha az şeyi örtebiliyor. Daha önemlisi, istikrar giderek kendi krizini üretmeye başlıyor. “İstikrar tablosu”, giderek bu tablonun aktörleri için bir kriz kaynağı olmaya başlıyor. “İstikrar tablosu”nun küvez ömrü tamamlanıyor. Dolayısıyla, “istikrar tablosu”na bir 500 gün daha biçmek zorlaşıyor. Çünkü; 500 gün sınırı, orta vadeyi hedef alabilecek bir rotaya dümen kırmak için zamanın geldiğinin işareti. Özellikle, DSP ve MHP “mevcuttan memnun olmayan oyların” partisi olarak bu noktaya geldiler ve bu yüzden “mevcudun restorasyonu” misyonundan fazlasına ihtiyaç duyuyorlar. Restorasyonla görevli “istikrar tablosu”nun baş aktörü olan DSP’nin işinin biraz daha zor olduğunu ve seçeneklerinin pek geniş olmadığını söylemek gerek. Kendi solundan güçlü bir atak gelmemesi DSP için şimdilik bir güvence gibi görünüyor, ama giderek yükselebilecek kriz içinde bu güvenceye de fazla bel bağlanamaz. MHP’nin “merkez sağı” ele geçirmekten çok, bulunduğu noktada tutunmaya dönük yaklaşımı için, son günlerde pek revaçtaki “global milliyetçilik” türünden ideolojik denemelerin pek de çare olamayacağı görülüyor. Zira, böyle bir “uyumlanma” atağına uygun yapısal değişikliği bu kısa vadeye sıkıştırmaları hemen hemen imkânsız. ANAP’ın, ekonomik liberalizmin peşine siyasî liberalizmi takarak atak yapmayı veya tutunmayı umması için yeterli vasatın oluştuğu da görülmüyor. Ayrıca, ANAP hamle ettiği alanlarla ilgili bağlayıcı bir ortak payda üretebilmiş değil.

KRİZ GELİYOR KRİZ

Önümüzdeki günlerde (belki birkaç ay içinde) yukarıda özetlemeye çalıştığımız kriz odaklarından başlayarak “kontrollü” bir krizin daha net biçimde hissedilmeye başlaması güçlü bir ihtimal. Özellikle AB meselesi en kritik odağı oluşturuyor. (Bu yüzden, yazının ağırlık merkezi bu konuydu.) AB meselesi, hem kendisi önemli bir siyasî kriz odağı, hem de “devlet krizi” açısından son derece önemli bir dönemeç. Hâlâ kalıcı aktörleri konusunda karara varamamış -derin ve sığ- devletin, aktör seçimi ve rol biçimi konusundaki iradesini doğrudan etkileyecek bir süreç bu. Ayrıca, pozisyon alma, direnç gösterme, mevzi değiştirme konusunda sonsuz seçenek, manevra alanı sunuyor. Yakın vadede Avrupa’dan gelecek tazyik ve kaçınılmaz olan baskının biçimi krizin muhtevasını önemli ölçüde belirleyecek. Dış etkiye bağlı olarak biçimlenecek krizin “istikrar tablosu”nu bozup bozamayacağını söylemek zor, ama kimyasını etkileyeceği kesin. Elbette, “iç direnç odakları”nın kararlılığı da son derece önemli.

Ekonomik programla ilgili olarak, “istikrar örtüsü”ndeki yırtıklardan fışkıracak kriz potansiyeli kadar, tablonun içinden neşet edecek kriz imkânlarının da yakın vadede daha görünür olacağını düşünebiliriz. MHP’nin hükümet içindeki “aşırı uyumlu” tavrından giderek sıyrılarak daha zorlu bir ortak olmaya başlaması beklenir bir gelişme. Örneğin, bölgesel kalkınma projelerinde, kendi kontrolündeki bakanlar üzerinden daha çok kaynak transferinde, tarımsal alana ilişkin desteklemelerde daha ısrarcı olacağını düşünebiliriz. ANAP’ın AB ve demokratikleşme karşısındaki dirence daha çok vurgu yapmaya başlayacağını, çoğunlukla akçalı gerekçelere dayalı MHP’li bakan ANAP’lı bakan kapışmalarının ideolojik soslar eşliğinde daha sık gündemimize geldiğini görebiliriz. Belki, DSP’nin “naz çeken” görüntüsünden çok, konuşan bir parti olmaya başladığına tanık olabiliriz (buradaki “belki”nin nedeni, Ecevit’in Başbakanlık şapkasını çıkartmaktaki zorluğu). 28 Şubatçı çevrelerin “gündem sıkışmadan” sıkı icraat yapılması konusunda ısrarlı ataklarını izleyebiliriz. Enerji sıkıntısı eşliğinde yürürlüğe konulacak yeni ekonomik tedbirler sonucunda, “ekonomik program” savunuculuğunun eskisi kadar kolay olamayacağını umabiliriz. Sonuçta, “istikrar tablosu”nun sahici bir istikrar olup olmadığı, bütün bu krizleri kendi içinde eritip eritememesiyle ölçülecek. Eğer eritebilirse, sahiden tehlikeli bir “istikrar” var demektir. Eğer eritemezse, önümüzdeki aylarda yeniden siyasî krizleri ve sonuçlarını tartışmaya başlarız.

KEMAL CAN