Nükleerci Bilimadamlarının Halet-i Ruhiyesi

Bu yazının esas amacı; ülkemizde son 35 yıldır gündemde olan Akkuyu Nükleer Santral İhalesi’nin arkaplanında cereyan eden ve kamuoyunca pek bilinmeyen, ‘nükleerci bilimadamları lobisi ve nükleer karşıtları’ cephesinde yaşanan tartışmalardan geniş bir fotoğraf sunmak. Ve bu vesile ile nükleer bilimadamlarının “halet-i ruhiyesinin” fotoğrafını çekmeye çalışıp, daha sonra bu fotoğraflardan faydalanarak ülkemizdeki bu tür (Deprem, Siyanür, ÇED, GSM Baz İstasyonları, Genetik, Evrim, Termik Santral, Baraj, Enerji ve Sanayileşme Politikaları, Boğaz Köprüsü, Ulaşım ve Karayolu Politikası vb. süreçlerinde doğrudan veya benzer şekilde taraf olarak yer alan) bilimadamlarının kodlanmış genel eğilimlerini ve üslûplarını da kamuoyuna deşifre etmek, daha bilinir ve görünür kılmak. Bu yazının doğrudan öznesi olan “bilimadamı ve bilim anlayışı” dışında kalan diğer tüm akademisyenleri tenzih ederek ve onlara saygımızın sonsuz olduğunu bir kez daha belirterek, gereksiz bir yanlış anlaşılmayı/tartışmayı en baştan önlemek istiyoruz.

Akkuyu Nükleer Santral hikâyesinin özetine gelince... 1978’lerde kaderin cilveli bir tezahürü ve tarihin garip bir tekerrürü olarak yine Başbakan Ecevit döneminde gündeme gelen Akkuyu Nükleer Santral Projesine karşı ilk yerel hareketi oluşturan ve önderlik yapan Aslan Eyce ve bu konuyu kamuoyuna taşıyan rahmetli gazeteci Örsan Öymen’le başlayan anti-nükleer tarihimiz, Eylül 1992’de çıkmaya başlayan Ağaçkakan dergisiyle canlandı. Türkiye Anti-Nükleer Mücadele Tarihi’nin miladı sayılan ve 16-17 Ekim 1993 tarihinde Ankara’da yapılan Nükleer Karşıtı Kongre ile yeniden bir ivme kazandı. Ve son 7 yıl boyunca sürdürülen ve zaman zaman medyaca da desteklenen nükleer karşıtı mücadelenin, kamuoyunun etkisi ve katkısıyla da, yine Ecevit’in başbakanlığı esnasında Temmuz 2000’de Akkuyu Nükleer Santral Projesi nihayete erdirildi.

“NÜKLEER KARŞITLARI”

Genel olarak “nükleer karşıtları”, ülkemizde aslında enerji krizi değil, bir enerji yönetimi krizi olduğunu; çevreye duyarlı, sağlıklı enerji ve sanayileşme politikalarımızın olmadığını; yapılan resmî enerji talep tahmin ve senaryolarının hep yanlış ve abartılı olduğunu; temiz ve yenilenebilir, birincil enerji kaynaklarımızın yeterince kullanılmadığını; bu kaynakların ve yeni alternatif temiz enerji teknolojilerinin muhtemel elektrik ihtiyacımızı karşılayabileceğini; kayıplarımızın iyileştirilmesiyle, enerji verimliliği ve tasarrufu ile nükleer santraller kurmadan ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimizi; dünyada nükleer enerjinin miadını doldurduğunu; bu eskimiş teknolojilerini ya bizim gibi ülkelere satacaklarını ya da batacaklarını, nihai atık sorununun çözümlenmediğini, radyasyon sızıntılarının ve kazaların devam ettiğini, ekonomik olarak en pahalı enerji türü olduğunu savunmaktadırlar.

Daha önce Aliağa ve Bergama mücadelelerini başlatan insanların da içinde yer aldığı “Nükleer Karşıtı Platform” ve bu platformun, Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin tümünün katılımıyla oluşturduğu “Nükleer Santrallere Karşı Güçbirliği”; çok geniş ve farklı gruplardan, binlerce münferit “birey”den müteşekkildir. Genel olarak organik, esnek, informal örgütlenme tarzını benimsemiş, esas olarak renkli ve şık eylemlerle genişleyip, büyüyen ve “projenin ömrü” bazında varolan, “proje” iptal edilince de yok olacak dinamik bir süreçtir. Ortak paydadaki; “nükleer enerji santrallerine” karşı olma dışında, hiçbir zaman biraya gelemeyecek farklı temsiliyet, aidiyat ve ideolojik görüşlerdeki; mesleki, sendikal, siyasal, çevreci, STK, akademik kuruluşlar, köylüler ve “bireyler” mozayiği belki de ülkemizde ilk kez bu çapta sergilenmiştir. Sağcı, solcu, Müslüman, ateist, Atatürkçü, işadamı, işçi, turizmci, ziraatçı, nükleer akademisyen, mühendis, doktor, sanatçı, öğrenci, köylü, kentli, 7’den 70’e kadın, genç herkes bu platformda yer almıştır

Yaşadığımız oldukça yoğun, zorlu mücadelenin ve anti-nükleer hareketin içinde; az/çok, doğrudan/dolaylı, eskiden/şimdi yer alan ve bu büyük dönüm noktasını, sevinci, heyecanı ülkemize-dünyaya yaşatan güzel insanlardan, “gizli” kahramanlardan kısmen ve ismen bahsetmek istiyorum.* Bizlerin hep birlikte kazandığımız bu zaferi ve sevinci birlikte yaşamaktan başka paylaşacak; “mamalarımız”, “makamlarımız” ve “çıkarlarımız” yok. Bu mücadele yaklaşık 25 sene önce başlayan ve halen devam eden kesintisiz bir süreçtir. Bu süreçte daha önce yer alanları ismen de olsa saygıyla yadederek, en azından vefa borcumuzu ödemiş oluruz diye düşünüyorum. Çünkü bugüne kadar bu “çileli” ve “uzun” mücadelenin içinde her türlü kariyeri, makamı, parayı, kişisel çıkarlarını düşünmeden ve biraz da yaşamak/yapmak istediklerini sürekli erteleyerek yer alan namuslu, onurlu, özverili, gönüllü, oldukça renkli ve nev-i şahsına münhasır bu insanların tarihi de; anti-nükleer mücadele tarihimizin bizatihi kendisi olarak ayrıca yazılmalıdır.

Yaşlı dünyamız; kabul edilmiş/ettirilmiş bugünkü hayat tarzının dayattıklarıyla, sunduklarıyla yetinen değil, sadece inandıkları-güvendikleri taleplerle var olan ve bu inançlarını umutla, inatla sürdüren insanlar sayesinde hâlâ ayaktadır ve ancak böyle ayakta kalabilecektir. Bu güzel insanlar ülkemizde de maalesef sayıca çok azdır. Karşı durdukları şeyler ise çok güçlü uluslararası tekeller ve devlerdir. Bu nedenle afişlerinde “Donkişot”u simge seçmişlerdir. Ve “Donkişotlar” ömürleri boyunca hep bu devlere karşı “savaş” vermeye yazgılıdırlar. Birçok kez bu ağır “misyon” onların sırtındadır, önce onlar “öncü” olarak yola düşerler ve çoğu kez de “dünyayı” dönüştürmeyi-değiştirmeyi başarırlar.

Nükleer bilimadamlarının ve nükleokratların hoşuna gitmeyen gerçekleri ve tespitleri, iddiaları araştırıp, bunları dile getirerek nükleer santrale karşı çıkan “nükleer karşıtlarına” yönelik; “haksız, yanlış ve yalanlarla dolu” bir kampanya başlatılmaktadır. TAEK eski Başkanı ve TEAŞ Danışmanı Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Nükleer Mühendisler Derneği Başkanı ve İTÜ Nükleer Enerji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, ÇNAEM Güvenlik Daire Başkanı Gül Göktepe’nin çeşitli enerji kongrelerinde sundukları “bilimsel”! tebliğlerinde ve gazete yazılarında yer alan; “ağır ithamları, çirkin hakaretleri ve yanlış tahlilleri” bu çerçevede kamuoyunun dikkatine sunmak istiyoruz.

Doğrudan “nükleer karşıtı hareket” içinde yer alan kişi ve kuruluşlara karşı yapılmaya çalışılan bu “ithamlar ve hakaretlerden”, dipnotlarda isimlerini zikrettiğimiz “nükleer santrale karşı olan” tüm kişiler ve temsil ettikleri kurum, kuruluşlar da dolayısıyla paylarını almış bulunuyorlar. Çünkü; ülkemizin enerji meseleleriyle ve özelinde nükleer santralle ilgili konularda onların söyledikleri, yazdıkları ve iddia ettikleri tespitlerden, araştırmalardan, raporlardan faydalanarak karşı argümanlarımızı geliştiriyoruz. Nükleer enerjinin dünyadaki kullanımına, sorunlarına dair bilgilerimizi; yalnızca Greenpeace, The Friends of Earth, WISE, The Ecologist, Worldwatch Institute gibi çevreci kuruluşların raporlarından almıyoruz; aynı zamanda IAEA., AB ve OECD, NEA, WEC, IEEE Technology and Society Journal, Modern Power System, New Scientist, British Medical Journal, The Economist gibi ciddiyeti inkar edilemeyecek kuruluşlar ve yayınlardan, Çernobil nükleer felaketini yaşamış ve incelemiş Ukraynalı bilimadamlarıyla bizatihi görüşerek elde ettiğimiz sonuçlardan aktarmaya, bu bilgilerin bütün yurttaşlarca bilinmesini sağlamaya, referanslarıyla yazmaya çalışıyoruz. Bu arada istisnasız, uluslararası nükleer lobilerin ve onun Türkiye uzantısı olan yerli nükleer lobinin, bunlara doğrudan ya da dolaylı destek veren tüm akademisyenlerin, resmî kuruluşların; kongrelerini, raporlarını, yazdıklarını, demeçlerini izlemeye çabalıyoruz. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, nükleer lobide yer alanlar; Prof.Dr. Kadiroğlu’nun 30-32 yıl önce üniversitede okuduğu ve şimdi de öğrencilerine okuttuğu nükleer teknolojiyle ilgili ders kitaplarından, UAEA yayınlarından başka hiçbir yayını izlemeyen, dünyadaki nükleer enerjiyle ilgili yapılan tartışmalardan, uluslararası ekonomik ve siyasi gelişmelerden, değişen tercihlerden, yeni eğilimlerden, kısacası dünya konjoktüründen bihaber; yalnızca kapalı devre ve tek yönlü bir bilgi akışıyla beslenen “kutsal” bir bilimsel-teknolojik inanç temelinde varlıklarını sürdürmeye, nükleer mühendis ve akademisyen olmalarını haklı kılmaya, kendi varlıklarına meşrûiyet kazandırmaya çalışıyorlar.

Amerikalı nükleer fizikçi A. W. Weinberg’e göre:

“İyi niyetli insanların, sırf olumsuz yanları bu denli huzur kaçırıcı olduğu için nükleer enerjinin olumlu yanlarını geliştirmeye çalıştırmalarını anlayışla karşılamak mümkündür”. Fakat o da şu uyarıda bulunmaktadır; “Nükleer bilimcilerin dünya üzerindeki etkileri konusunda yazarken iyimser görünmeleri için son derece zorlayıcı kişisel nedenleri vardır. Her birimiz kendi kendine nükleer tahrip araçlarıyla uğraşmasını haklı göstermek zorundadır (hatta biz reaktörlerle uğraşanlar bile silahlarla uğraşan meslektaşlarımızdan daha az bir suçluluk duygusu altında değilizdir).”[1]

2. Dünya Savaşı’nın bittiğini bilmeyen, inanmayan ve bir ormanda saklanan Japon askerlerine benzer bir ruh hali ve inatçılığıyla, nükleer teknolojiyi 35 yıldır kayıtsız koşulsuz müdafaa etmekle kendilerini görevli addedenlerin, yalnızca kendilerine hizmet eden yayınlarda (Türkiye, Zaman, Yeni Şafak, Ortadoğu, İnsan ve Kainat, Bilim ve Teknik, Uzman Enerji, Aksiyon, Ülkü Ocakları Dergisi vb.), TV’lerde (STV, BRT, TV8 vb.), nükleerci akademisyen ve teknokratların katıldığı “kapalı devre” panellerde, enerji şuralarında, kongrelerde (DEK, Ulusal Enerji Şurası, Enerji Kongresi vb.) “iman” tazeleyenlerin; nükleer karşıtlarının bütün tezahürlerini “düalistpers dinine” benzetmelerini anlamak mümkün değildir.

Asıl bu iddialarda bulunanların, “yeni dünyevi din; bilim ve teknoloji” tarikatına mensup olduklarını ve bu yeni dinin, bütün ritüellerini kayıtsız/koşulsuz, sorgusuz/sualsiz yerine getirdiklerini düşünüyoruz. Ve yine bu bilimadamları, kendilerini tüm karar alıcıların/vericilerin yerine ve “yurttaşların” üzerine koyarak, onları yanlış yönlendirmeye çalışarak; “vatanın ve milletin geleceği”, “devletin bekası”, “çağdaşlaşma, sanayileşme, ilerleme” adına bilim kurumlarını (TÜBİTAK vb.), üniversiteleri (Hacettepe, Mersin, İTÜ, Boğaziçi vb.), resmî kurumları (ÇNAEM ve TAEK vb.) yalnızca nükleer santrallerin “promosyonunun” yapıldığı bir yapıya dönüştürüp, bilim-devlet organik bütünleşmesini sağlıyorlar. Bu bilim-devlet içiçeliğine bir de din-milliyetçilik ideolojisi katılınca, akademik ve siyasi nükleer bir lobinin* demoklesin kılıcı gibi güzel ülkemizin geleceği ve kaderi üstünde sallandığını görüyoruz. Bu noktada, bilim felsefecisi Feyerabend’den bir alıntı yapalım:

“Kilise-devlet ayrımı, devlet-bilim ayrımıyla tamamlanmalıdır. Bu ayrımın teknolojiyi yok edeceğinden korkmamalıdır. Her zaman, yazgılarının ustası olmak yerine bilimadamlığını seçerek, bedeli ödendiği sürece, en aşağı türden köleliğe isteyerek boyun eğen kişiler bulunacaktır. Yeter ki yaptıklarını inceleyip, onlara övgüler düzen çevresinde başka kişiler de olsun. Eski Yunan gelişti ve ilerledi; çünkü, isteksiz kölelerin hizmetleri üstüne dayanıyordu. Bizler, üniversitelerde ve laboratuvarlarda, bize hep gaz, elektrik, atom bombası, dondurulmuş yiyecek, arada bir de ilginç masallar sağlayan çeşitli istekli köleler sayesinde gelişip ilerleyeceğiz. Bu kölelere iyi davranacağız; hatta onları dinleyeceğiz de; çünkü arada bir anlatacak ilginç öyküleri oluyor; ama ‘ilerletici’ eğitim kurumları kılığında ideolojilerini çocuklarımız beyinlerimize aşılamalarına izin vermeyeceğiz. Bilimin uyduruklarının sanki varolan tek olgusal önermelermiş gibi öğretilmelerine göz yummayacağız.”[2]

İNSANOĞLUNUN YAPTIĞI EN GÜVENİLİR EN SAĞLAM MAKİNE NÜKLEER REAKTÖRDÜR

Osman Kemal Kadiroğlu, Siyah-Beyaz gazetesine yayınladığım bir yazı dizisine cevaben yazmış olduğu makalesinde, “nükleer teknolojiyi bilmeden bilimsel hatalar yapan”, “..nükleer santrallerin termodinamik verimleri konusunda bile fikri olmayan bir elektronik mühendisi, bilgisi olmayan bir konu olan enerji planlamasında kalem oynatırsa gençlere ne verebilir”, “bir mühendis tarafından önerilecek mantıklı ve anlaşılır bir çözüm değildir”, “..yazarın çözümleyemediği başarısızlık sorunlarından kaynaklanan”, “Özellikle bu konunun reklamını teknik eğitim almış kişilerin yapmasını çok tuhaf ve kasıtlı olarak karşılıyorum” , “Sayın Künar’ın bilmediği konuda yerli ve yabancı uzmanların yıllarca süren çalışmaları ile alay etmesinin gereği yoktur”, “Teknik konularda konuya yabancı az bilgili kişilerin beyanları çoğu zaman düzeltilmesi zor sorunlar yaratmaktadır”, “Nükleer santrallere karşı olan ve en militan görünenlerin civarda toprak aldıkları veya almak üzere oldukları”, “Nükleer teknolojinin ülkemize girmesini engellemekte çok başka çıkarları olan felaket tellalları” gibi oldukça bilimsel! ve akademik! tezler ileri sürmektedir.[3]

Her fırsatta kendisinin ’68’li ve ‘en çevreci’ olduğunu ifade eden Kadiroğlu, Fethullah Gülen’in STV’si ve Aksiyon dergisinde yayımlanan röportajında,

“Sovyetler dağılmasına rağmen bugün hâlâ eskiden solculuk şeyi olanlar, sol tandanslı kişiler şu veya bu sebeple nükleere karşılar. Bunların dışında nükleerin ne olduğunu bilmeden karşı çıkanlar var... Benden daha iyi çevreci var mı? Nükleer karşıtı olmak çevrecilik değil ki”[4]

türünde bilimsel! tespitlerde bulunmaktadır.

Kadiroğlu, Çernobil nükleer santral felaketinden yaklaşık bir yıl önce 1985 yılında yapılan bir panelde de (o zamanlar henüz; Sovyet tipi çürük, Batı tipi sağlam nükleer santral ayrımı yapılmıyordu, bütün nükleer santraller “iyi ve güvenli” idi), yine oldukça bilimsel!, akademik bir yaklaşımla çeşitli garantiler verip, üstelik kaza olsa bile hiçbir sorunun yaşanmayacağına dair taahhütlerde bulunmuş “en nükleerci bilimadamımızdır”. Nükleer santrallerin ve nükleer bilimadamlarının ne kadar güvenilir olduğuna ve/ya nükleer bilimadamlarının her zaman nasıl yanılabileceğine dair güzel bir kanıt teşkil ediyor şu sözleri:

“.. Bütün bunları göz önüne aldığınızda, bugün bu çevreyi bir kaza anında bile, en az etkileyebilecek, belki de hemen hemen hiçe yakın etkileyecek, en iyi enerji kaynağı nükleer reaktörlerdir. Bugün onun dışında başka bir şey, ne bileyim aklınıza ne geliyorsa, güneşti, jeotermikti, hepsinin zararı, riski vardır. Her şeyin riski vardır. Ama risk olarak baktığınızda nükleer santraller en azıdır. Bugün rahatlıkla şunu diyebilirim ki, insanoğlunun yaptığı en güvenilir, en sağlam makine nükleer reaktörlerdir. Ben ömrümü kontrol odasında memnunlukla geçiririm. Sizden daha az radyasyon alırım”[5]

Allahtan ki Kadiroğlu, dünyanın “en sağlam ve güvenilir makinelerinden” biri olan Çernobil Nükleer Santrali’nde veya Tokaimura Nükleer Yakıt Santrali’nde ömrünü geçirmeye kalkmamış mazallah.

“İLİMDE DEMOKRASİ OLMAZ”

Kadiroğlu’nun ifadesiyle; “Dört dil bilen, çok genç yaşında profesör olan, çok başarılı ve aynı zamanda İtalyan Operası’nı da çok iyi bilen” , “Ülkemizin yetiştirdiği önemli bilim adamlarından biri olan fevkalade dürüst, aydın ve vatansever”[6] Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin (12-15 Ekim 1993 tarihlerinde Ankara’da yapılan 1. Uluslararası Nükleer Teknoloji Kurultayı’na sunmak üzere yazılı olarak hazırladığı ve bana da kongre esnasında bir kopyasını bizzat verdiği “Konvansiyonel ve Alternatif Enerji Kaynakları Açısından Dünyanın Geleceği” başlıklı) konuşma metninden, “Nükleer Enerji Karşıtlarının Cehaletleri ve İdraksizlikleri” ara başlıklı uzun bir alıntı yapalım:

“Her ülkedeki nükleer enerji karşıtları pekçok ortak yanları olan nev’i şahsına mahsus (sui generis), ilginç fakat marjinal bir marazi zümre oluştururlar. Bunlar:

1. Nükleer enerjinin: A) İnsanlık için kesinlikle zararlı olduğu ve, B) Dünya’nın enerji sorununun yalnızca alternatif enerji kaynaklarıyla çözülebileceği saplantısı içindedirler.

2. Nükleer enerji hususunda Dünya’daki bu konunun bütün uzmanlarının cahil, yalnızca kendilerinin alim oldukları vehmi ile maluldürler.

3. Konunun süper cahili olduklarını bilmeyecek ve iddialarına tek bir ciddi bilimsel referans gösteremeyecek kadar cahil ve idraksizdirler.

4. Konuyu objekif referans kitaplarından ciddiyetle inceleyemeyecek kadar tembeldirler.

5. Tecrübeyle sabittir ki “risk”, “kabul edilebilir risk” ve “nükleer risk” kavramları sabırla ve mükerreren kendilerine izah edilse bile gene de fehmedip anlayamayacak kadar da gabidirler.

6. Konunun uzmanı milli kuruluşları ve uzman bilim adamları ile teknisyenlerini her fırsatta aşağılamak reaksiyonu ile tezahür eden bir eziklik ve küçüklük kompleksi içinde bulunduklarının farkında değildirler.

7. Bilim dışı tezlerini destekleyebilmek için mitomanyak eğilimler de gösterebilmektedirler. (Mesela, aslı fastarı olmayan, ABD’nin 108 nükleer santralını iptal etmek kararı aldığı iddiası gibi!)

8. Ya da bazıları, mesela Çernobil kazasında yalnızca 31 kişinin ölmüş olmasına rağmen, kendilerine ölülerin sayısının sekizbin olduğunu telkin eden hallüsinasyonların esiri olabilmektedirler.

Nükleer enerji karşıtları iflah olmaz bir “kendini alim ve uzman sanma zibidiliği”nin temsilcileridir. Bu vasıfları sebebiyle de çok çabuk tava gelebilmekte ve çok rahat manipüle edilebilmektedirler. Bunlara “Haydi! Antinükleer gösteriye gidiyoruz” denildi miydi, kendileri gibi bu gösteriye katılan bin ila binbeşyüz kişinin 5 gün boyunca taşınma, beslenme ve geceleme masraflarıyla, mesela Türkiye şartlarında, üç ila üçbuçuk milyar liraya mal olduğunu ve bu meblağın da bu işten muhakkak bir çıkarı olan birilerinin kasasından ödenmekte olduğunu idrak edemeyecek ve bu meblağın niçin sarfedildiğini kendi kendilerine sormayacak kadar da aptal olabilmektedirler.

Nükleer enerji karşıtlarının genellikle eziklik ve sosyal başarısızlıklarının bu konudaki cehaletlerini idrak etmelerine nasıl engel olduğu, halet-i ruhiyelerine ve davranışlarına nasıl tesir ettiği, herhalde, ilgi çekici bir araştırma ve hatta bir doktora tezi konusu olabilirdi.”

Özemre, 1993’te Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi bünyesinde yapılan “Nükleer Enerji ve Çevre” panelinde, “nükleer karşıtları” için beslediği iyiniyetini de şöyle ifade ediyor,

“Gayet pitoresk, gayet renkli ve hakikaten çeşitli hisler telakki eden, güzel bir grup teşkil ediyorlar, zarar vermedikleri sürece ama, bu grubun daha fazla fanatik ihtiva etmemesi için her halukarda devletin ve ilgili kuruluşların tedbir alması lazım.”[7]

Eğer bugüne kadar Özemre’nin ve Kadiroğlu’nun Greenpeace üyelerine yönelik Dünya gazetesinde çıkan yazılarını, devlet ve ilgili kuruluşlar dikkate alsalardı (mesela tüm Greenpeace üyelerini ve Bergamalı köylüleri hapsettirebilselerdi; nükleer santrale karşı olduğunu beyan eden bilimadamlarını üniversitelerden attırabilselerdi; yapılan oyunları yüreklice açıklamaya çalışan nükleer mühendislerini, kendi öğrencilerini “ruhi bunalıma girdiler” diyerek Akıl Hastanesine yatırtabilselerdi; başta TMMOB’yi ve karşı çıkan tüm STK, Sendika, Meslek Birliği, Medya’yı kapattırabilselerdi; DPT ve Hazine Müsteşarlığını devre dışı bıraktırabilselerdi); bugün Akkuyu ihalesi “al gülüm ver gülüm” bitmiş, herkes “mamasına” kavuşmuş olacaktı.

İlimde Demokrasi Olmaz adlı kitabında da, Özemre şöyle diyor:

“İlmi gerçeklerin araştırılıp keşfinden herkesin ve de özellikle bu işin hasbelkader cahili olanların fikir beyan etmeye, ahkam kesmeye kalkışmalarının ilme de, topluma da bir yararı olmadığı gibi, zararları da sıralanamayacak kadar çoktur. İlim, ancak bu hususta yetenekli olan kimselere öğretilir ve ancak ehline teslim edilir.”, “İlmin demokratik yöntemlerle değil de kendine özgü bir düzen içinde ilerlediğini teslim etmek en isabetli, en hayırlı ve de en temkinli hareket tarzıdır.”[8]

Zihinsel arkaplanını bu dünya görüşünün ve bilim ahlakı felsefesinin beslediği nükleer lobinin en etkin zevatı Özemre’nin; ne kadar “vatansever”, “sağduyulu” , “tarafsız” , “dürüst” , ‘demokrat’ ve “aydın” bir bilimadamı olduğunu anlamak için; Çernobil faciası sonrasında, ülkemizin neredeyse radyasyondan hiç etkilenmediğini, televizyondan ve gazetelerden beyan ettiği günlerde “ODTÜ Raporu” diye kamuoyuna yansıyan, “sadece çaydan alınacak radyasyon bile gelecek nesillerde birçok çocuğun ölü ve sakat doğmasına sebeb olabilecektir” şeklindeki sonuca tahammül edemeyip, ODTÜ Rektörüne, Başbakana, YÖK Başkanına ve Bakanlara, TAEK Başkanı sıfatıyla yazdığı “zata mahsus” ve “gizli” damgalı yazısının son iki paragrafını (bilim tarihimizin ‘kara’ bir belgesi olarak) kamuoyunun da bilgisine sunuyoruz:

“Bilimsellik kisvesi altında, bilimi kamuoyunu tedirgin etmeye alet etmek gibi adi ve pespaye bir gayeye vasıta kılmak gayretkeşliği, hamile kadınlarda panik yaratabilecek ve pekçok bebeğin doğmadan katline vesile teşkil edebilecektir. Bu davranış, bu raporu kaleme almış sözde bilimadamlarına (ODTÜ Raporunu 1987 yılında hazırlayan bu sözde(!) bilimadamları; rahmetli Doç. Dr. Olcay Birgül, Doç. Dr. İnci Gökmen, Doç. Dr. Aykut Kence ve Doç. Dr. Ali Gökmen idi. AK) şeref vermediği gibi ODTÜ için de fevkalade büyük bir talihsizlik teşkil etmektedir.

ODTÜ gibi ülkenin irfanına hizmet eden bir müessesenin manevi itibarını zedeleyen bu kabil suiniyet sahibi kişilerin ODTÜ bünyesinde barınabilmiş olmasını derin bir üzüntüyle karşılamakta olduğumuza inanmanızı saygılarımla istirham ederim.”

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Adil Gedikoğlu tarafından hazırlanan; “Çernobil Kazasının Çaylar Üzerine Etkileri” adlı raporunun sonuçları hoşuna gitmediği için benzeri bir yazıyı da, 27.2.1987 tarihinde ilgili mercilere göndermiştir. Oysa bugün ondört yıl sonra, Çernobil felaketinin sonuçları konusunda, “ODTÜ Raporu”nun, Adil Gedikoğlu’nun haklı çıktığını, bu suçlamayı yapanların yanıldığını ve haksız çıktığını; o dönemki Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın 1993 yılında yaptığı “resmî itiraflardan” ve bugüne kadar gizlenen birçok belgeden, kaydedilen kanser istatistiklerinden öğreniyoruz.

“EN ÇEVRECİLER”: NÜKLEERCİLER!...

Dünyadaki ve Türkiye’deki “anti-nükleer hareketleri” inceleyen!, ısrarla “en çevreci” olduğunu; Türkiye 8. Enerji Kongresinde hem oturum başkanına söylettirerek hem de sunuş yaptığı slaytlarda “çevremizi koruyalım” sloganlarını kullanarak kanıtlayan Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nden Risk ve Güvenlik Uzmanı Gül Göktepe’ye göre:

“1979 Mart ayında ABD’nin Harrisburg eyaletinde meydana gelen Three Mile Island (TMI) kazası, anti-nükleer tarafların tanrıdan dilediklerinin gerçekleşmesiydi , (...) 1999 yılı Ocak ayında meydana gelen İkitelli radyasyon kazası tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki nükleer karşıtlarının da diledikleri bir fırsatın ortaya çıkmasıdır.”[9]

Bu tamamen bilimsel! ve objektif! sunuşu esnasında da; bu kazalara nükleer karşıtlarının çok sevindiğini defaten söylemiştir. Oysa nükleer karşıtları bu kazalara hiç sevinmemiştir ve yıllardır söyledikleri, öngördükleri kazalar maalesef ki birer birer gerçekleşmiştir. Ama Gül Göktepe, Özemre, Kadiroğlu gibi nükleer akademisyenlerin bilimsel! risk ve olasılık hesaplamaları yaptıklarını söyleyerek, her fırsatta en güvenli teknolojinin nükleer santraller olduğunu ve bunların kaza yapmayacağını taahhüt edenlerin; meydana gelen nükleer kazalara ve radyasyondan etkilenen, etkilenmeye devam edecek olan bütün canlılara çok üzülmesi ve ömür boyu vicdan azabı çekmesi gerekiyor.

Burada dikkat çekici bir başka önemli husus daha var. Giderek hem kamuoyunun kafasını karıştırmak hem de vicdanen kendilerini aklayıp, günah çıkartmak için olsa gerek!, nükleer akademisyenler her fırsatta kendilerini; “en çevreci” olarak, nükleer karşıtlarını da “sözce çevreciler” diye lanse etmeye başladılar. Eğer TAEK Uzmanı Ali Tanrıkut, ÇNAEM Uzmanı Gül Göktepe, Özemre, Kadiroğlu, rahmetli Prof.Dr. Nejat Aybers vb. “en çevreci” iseler; birçok başka çevre ve ekoloji sorununun yanısıra, nükleer santrallere de karşı olan DHKD, TEMA, ÇEKÜL, Greenpeace, DAÇE, BAÇEP, SOS Akdeniz, Akkuyu Çevre Derneği, TÇV, Sinop Dünya Dostları gibi derneklere üye yüz binlerce kişi artık bundan böyle “çevreci” olmamalıdır. Nasıl ki, Çevre Bakanlığı esasen ve uygulama olarak, daha çok çevrenin kirletilmesine yönelik mevzuatlar hazırlıyorsa, kirletenlere göz yumuyor, hatta yasal olarak yardımcı bile oluyorsa, “en çevreci” nükleer akademisyenler de; nükleer kazaların, radyoaktif sızıntının, radyasyonun, uranyum madenciliğinin yarattığı çevre kirliliğinin, soğutma suyuyla meydana gelen ekolojik bozulmanın, ne yapılacağı çözülemeyen atıkların binlerce yıl yaratacağı çevre sorununun kamuoyundan gizlenmesi için “takiye” yapmaya başladılar.

“BİLİM NASIL SATILIR”

Kadiroğlu, “teknik konuları bilmeyen insanların verdiği zararları” ve “sansasyon yaratmak isteyen kimselerin birçok bilimsel ve teknolojik yanılgılarını” düzeltmek için, Cohen’in; Çok Geç Olmadan isimli kitabını TÜBİTAK’ta çevirttirip yayımlattı. Her nedense; yazarın Çernobil faciasından önce yayınladığı bu baskısının yerine, 1990 yılında yayımladığı Nükleer Enerji Seçenekleri: 90’lar için Bir Alternatif adlı yeni kitabını çevirtmemiştir. Kadiroğlu tarafından hararetle önerilen bu kitabı okuduk ve maalesef kendi adımıza “yine” pek fazla aydınlanamadık. Biz de kendisine ve nükleer lobide yer alan diğer akademisyenlere, Amerika Bilim Konseyi’nde Yönetim Kurulu Üyesi olan ve aynı zamanda da Bilim Araştırmaları Konseyi’nde çalışmalar yapan, Cornell Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Teknoloji ve Toplum Anabilim Dalı Profesörü Dorothy Nelkin’in, Bilim Nasıl Satılır adlı kitabını öneriyoruz. Ve bu kitaptan da önemli bir alıntı sunuyoruz:

“1975’de elektrik enerjisi sanayinin danışmanları bir ‘nükleer enerjinin kabul ettirilmesi kampanyası’nın, yani ‘doğru hedef kitleye doğru mesajları iletecek doğru araçları kullanan’ bir stratejinin ana hatlarını çizdiler. Uygun mesajların kadınlara, gençler ve düşük gelirli gruplara yöneltilmesi teklifinden sonra, danışmanlar aracın da bilim adamları olmasını tavsiye ettiler; ‘Halk bilime ve bilim adamlarına iman ediyor, dolayısıyla onları dinleyeceklerdir.’ Kampanyanın ‘bilim adamlarını öne çıkarması’ gerekir. Buna binaen, ‘nükleer enerjinin iletişim araçlarında olumlu şekilde haber yapılmasını arttırma’yı tasarlayan Westhinghouse, Kampus Amerikan programını geliştirdi. Şirket, konferans vermeleri ve muhabirlerin mülakatlarına mazhar olmaları için mühendislerini ve bilim adamlarını ülkenin dört bir yanına gönderdi. Siyasi kampanyaların yürütülmesinde uzmanlaşmış halkla ilişkiler şirketleri, bilim adamlarını halk önündeki tartışmalar için eğitti ve onlara iletişim araçlarına nasıl yaklaşacaklarını öğretti”[10]

25 yıl önce ABD’de uygulanan bu yöntemlerin; ülkemizde de aynen uygulanmaya çalışıldığını üzülerek izliyoruz. Ve bizler şunu çok iyi biliyoruz ki:

“Her kim atom enerjisinin gelişmesi, liberal güvenlik talimatnamesi, (doğa üzerine sağlanan) galibiyetin iyimser sonuçları ve tehlikelerin fazla dikkat çekmemesi doğrultusunda konuşursa, politik ve parasal destek görür. Kamuoyunca onaylanır, hararetle taktir edilir ve dünya çapında yer alır.”

Bu sözler de, Nobel Biyoloji Ödülü sahibi Prof.Dr. George Walt’a ait.

“NÜKLEER MAMALAR” VE “PAZARLAMACI KILIKLI NÜKLEER BİLİMADAMLARI”...

Kadiroğlu, 9 Mart 2000 tarihli Dünya gazetesi ve 12 Mart 2000 tarihli Radikal gazetesinde “Geciken Karar” başlığıyla yayımlanan yazısında, şu an çeşitli tepkilerle, kaygılarla iptal olan Akkuyu Nükleer Santral İhalesine doğrudan müdahale etmekteydi. Bu yazısında, yıllarca taşıdığı akademik kimliğinden tamamen sıyrılarak, ihalede kaybedeceğinden endişe duyduğu bir firma için, açık bir şekilde ihale sürecine ve komisyon üyelerine baskı yapmaya çalışmıştır.

Kadiroğlu’nun ; “Nükleer santral ihalesi bu kadro ile olmaz!”, “ Yıllar boyu yapılan siyasi atamalar sonucunda TAEK artık işlemez ve ülkeye yarar sağlayamaz bir duruma gelmek üzeredir”, “TEAŞ’da nükleer konularla ilgilenmekle görevli grup mesleki ve nükleer konulardaki bilgileri göz önüne alındığında fevkalade yetersiz oldukları görülür. Bu kadro ile nükleer santral ihalesi yapılması zor ve tehlikelidir” gibi oldukça ciddi iddiaları vardı. (Elektrik&Elektronik dergisi, Mart 1999) 12 Mart 2000 tarihli Radikal gazetesinde yer alan yazısında da:

“Bu sıralamayı yapanların genç ve deneyimsiz olduğu, devlet memuru olmaları nedeniyle üstlerinin baskısı altında kalma olasılıklarının olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. TEAŞ üst yönetiminin nükleer konularda bilgisiz ve deneyimsiz olmaları hatta, yöneticilerin ve yönetim kurulu üyelerinin bazılarının teknik eğitim dahi almamış olmaları, büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle konu uzmanı ve bağımsız olan danışmaların raporları dikkate alınmalıdır”’

iddiasını yinelemektedir.

Kadiroğlu’nun ”konu uzmanı ve bağımsız olan danışmanlar” diye lanse ettiği Enerji Bakanlığı Danışmanı Ahmet Bayülken ve TEAŞ’ın Danışmanı Ahmet Yüksel Özemre ile TEAŞ’a hariçten Fahri Danışmanlık! yapan Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun akademisyen kimlikleri altında; ihaleye giren ve bütün dünyada hukuki, ahlaki, teknolojik geçmişi pek parlak olmayan bir nükleer santral firmasının savunuculuğundan da öteye geçen yaklaşımları, öğrencileri ve ilgili kamu kurumu yetkilileri tarafından bile, rahatsızlık duyularak izlenmiştir. Hattâ yalnızca 50 kişinin üye olduğu ve Kadiroğlu’nun da Başkanı olduğu Nükleer Mühendisler Derneği içindeki özel bir internet tartışma listesinde; ‘bu hocaların nükleer santraller ve yeni teknolojik gelişmeler konusunda teorik ve pratik teknik bilgilerinin yetersiz olduğu, ihaleyi angaje oldukları firma yönüne çevirmek için, çok temel ve basit konularda bile yanlış, saptırılmış bilgilerle ihaleye müdahale ettikleri’ uzunca bir süredir hararetli bir şekilde tartışılmaktadır. 13 Mart 2000 günü Bilkent Enerji Arşivi Listesi (Enerji: 572) aracılığıyla, ihale komisyonunda yer alan üyelerce de tartışılan bu konular; sağduyulu ve yürekli nükleer mühendisler tarafından tüm kamuoyunun bilgisine “Akkuyu ve Lobiler” başlığıyla internette sunulmuştur.

“Akkuyu ve Lobiler” başlıklı bu yazıda, 1983 yılında yaşanan Nükleer Santral İhalesi sürecinde de, yine aynı kişilerin, aynı senaryoları tekrarladıkları ifade edilerek, birçok şaşırtıcı iddia ortaya atılmaktadır:

“Bugün yine aynı zatlar aynı kafayla aynı lobicilik faaliyetleri ile Siemens’in (KWU) içinde bulunduğu konsorsiyumu kaçırmak için bu gibi yalanlar ve dedikodular ile, TBMM’de dağıttıkları yalan propagandalar ile değişik parti mensubu milletvekilleri tarafından tehditler ve iftiralara maruz kalan TEAŞ yetkililerine baskılar yapıp ‘NPI’i baştan elemeniz gerekir’ şeklinde medyada ve doğrudan tehditler ile amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. NPI -gerçek amaçlarına ulaşırlarsa- ihaleden elenir veya çekilirse Westinghouse’a da Sinop’a git diyerek onu da ihaleden kaçırıp, AECL firmasının tek başına kalmasını sağlamayı amaçlamaktadırlar. Bu zatlardan ikisi medyadaki haberlerden dolayı deşifre olmuşturlar (1. Enerji Bakanlığı Danışmanı Prof.Dr. Ahmet Bayülken, 2. TEAŞ Genel Müdürlüğü Danışmanı –tonton- Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre), Radikal gazetesinde yazısı çıkan Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu da kendisinin bu lobiden yana olduğunu beyan etmiştir”, “Sizden ders aldığımız yıllarda bizlere Türkiye için en uygun teknoloji CANDU’dur diye öğretirdiniz”, “Şunu herkes biliyor ki, daha önce seçilen Kore’li müşavir firma Akkuyu Şartnamesini CANDU Santrali kazansın diye ayarlamış, daha sonra zamanın müdürü sayın Baki Arıkan durumun farkına varıp düzeltmesi üzerine görevden aldırılmıştır”

24 Mayıs 2000 tarihinde Bilkent Enerji Listesinde, kendisi de Nükleer Mühendisler Derneği üyesi olan ve gerçek ismini gizlemek zorunda kalan Alican Afacan, 5 Nisan 2000 tarihinde Kadiroğlu’nun, Nükleer Mühendisler Derneği’nin özel mail listesine gönderdiği uzun mesajını kamuoyunun bilgisine sundu. Bu yazının bazı kısımlarını hiçbir yorum yapmadan aktarıyoruz:

“Listede yayınlanmış yazıları karşılaştırın Harun ve Murat’ın kim olduğunu hemen anlarsınız. Eğer nükleer ihale yatarsa giyotin altına gidecekler arasına bu kişilerin girmesi için gerekli çabayı harcayacağımdan hiç kuşkunuz olmasın”, “Eğer çıkar sağlamak amacıyla (başka amaç olamaz) bu teklif seçilirse uluslararası mahkemelerde Türkiye ve ulusal mahkemelerimizde de ihale komisyonları ve TEAŞ yetkilileri cezalandırılır ve iptal edilir. Nükleer teknoloji de gene uzun yıllar bir düş olarak kalır. TEAŞ’ın bu hatayı yapacağı ve eğer konu kamuoyuna duyurulmazsa seçimi, hükümet yerine, konu hakkında bilgisiz bir grubun TEAŞ yönetim kurulunun yapacağı anlaşıldı. Bu nedenle bu yazı yazıldı (Radikal ve Dünya Gazetelerinde çıkan yazısının kasdediyor.AK). Unutmayın ihalelerde giyotine hep genç mühendisler gider ama parsayı da hep üst düzey bürokratlar ve siyasiler toplar. TEAŞ’ın bu ihaleyi sonuçlandıracak yapıda olmadığı hepimizin malumu. Bu konuda komisyonda olanların bile raporları var”, “Yarın bir karar açıklanacak. Umarım bu karar AECL veya W olarak açıklanır ve bizler de mama buluruz. Ahmet Kütükçüoğlu ve Nejat Hoca’nın Evren’in önündeki kavgasını hatırlayın. Aradan neredeyse yirmi yıldan fazla bir zaman geçti ve bizim hâlâ nükleer santralımız yok. Eğer biz kendi aramızdaki anlaşmazlıkları dışarı taşırsak gene benzeri olayları yaşarız.”

Yine bir başka akademisyen!, TÜSİAD’ın 1998 Enerji Raporunu hazırlayan Prof.Dr. Mustafa Özcan Ültanır da, aynı zamanda Yayın Kurulu Başkanlığı’nı yürüttüğü Uzman Enerji Dergisi’nin Mart 2000 sayısında yayımladığı “Nükleer Santral İhale Dosyasını Açıyoruz” başlıklı yazısının en sonunda:

“Tekliflerin objektif bakışla teknik ve ekonomik değerlendirmesi, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası çıkarları nükleer santral yapımında Amerika ile işbirliği ve bu ihalenin Westinghouse konsorsiyumuna verilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. Eğer bu yapılmışsa doğru demektir. Aksi, Türkiye’yi açmazlara ve çıkmazlara götürecek, bunun sorumluluğu da büyük olacaktır”

iddiasında bulunmaktadır. Üzülerek ve diğer tüm nükleerci akademisyenleri bir kez daha tenzih ederek belirtmeliyiz ki, “şaibeli bir ihale sürecinde” artık şirket temsilcilerinin yerini, doğrudan bu akademisyenler almışlardır. Bilimadamı ahlakı, sorumluluğu, şüpheciliği, araştırmacılığı ve tarafsızlığına hiç uymayan bu nükleerci akademisyenlerin; söyledikleri, yazdıkları raporlar, empoze etmeye çalıştığı görüşler, bundan böyle artık hiçbir biçimde ve platformda “bilimsel” ve ‘”tarafsız” kabul edilemez.

“DEMİR MELEKLER VE BİLİM PAPAZLARI”...

Genel olarak çevreci-nükleer karşıtı hareketlere ve eylemlerine karşı olan, onlar hakkında; “marjinal bir marazi zümre”, “cahil ve idraksiz”, “tembel”, “gabi”, “eziklik ve küçüklük kompleksi içindeler”, “mitomanyak”, “kendini alim ve uzman sanma zibidiliğinin temsilcileri”, “çok çabuk tava gelebilmekte ve rahat manipule edilebilmektedirler”, “aptal”, “geri zekalı”, “bu işten muhakkak bir çıkarları var”, “petrol, kömür lobileri destekliyor”, “Türkiye’nin önünü kesmeye çalışan dış güçlerin oyuncağı”, “nükleer santrallere karşı olan ve en militan görünenlerin civarda toprak aldıkları veya almak üzere oldukları”, “nükleer teknolojinin ülkemize girmesini engellemekte çok başka çıkarları olan felaket tellalları”, “ sol tandanslı kişiler şu veya bu sebeple nükleere karşılar”, “özellikle bu konunun reklamını teknik eğitim almış kişilerin yapmasını çok tuhaf ve kasıtlı karşılıyorum”, “TMI kazası, anti-nükleer tarafların tanrıdan dilediklerinin gerçekleşmesiydi” gibi atıflarda, benzetmelerde, yorumlarda ve iddialarda bulunan “nükleer zevata” dair, bizim de tespitlerimiz, değerlendirmelerimiz var. Tabiî onlar kadar “her konuda uzman olmadığımız için”, doğrudan onların nükleer teknolojiyi ne kadar iyi bildiklerine, ne kadar iyi eğitici olduklarına, sütten ak dört dörtlük kişiliklerine, vatanseverliklerine, insanî zaafiyetlerine, psikolojilerine, ruhi, ahlaki ve politik yapılarına, tarikat ilişkilerine, hangi dış şirketlerin temsilcisi oldukları konularına girmeden (bu konularda öğrencilerinden ve kendilerini çok iyi tanıyan meslektaşlarından, TAEK ve TEAŞ çevrelerinden epeyce ilginç şey duymamıza, öğrenmemize rağmen) objektif ve “teorik” bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

Bir özeleştiri yaparak başlayalım. Yaşlı ve giderek tükenen dünyamızın, içinde yaşadığımız ekolojik sorunlarından, entropisinin hızla artmasından ve kötü gidişatından aslında hepimiz sorumluyuz, suçluyuz. Bu suçlular arasında en günahkar olanları da; tabiî ki biz mühendisler, bilimadamları, teknokratlar, politikacılar ve de özellikle de Özemre ve Kadiroğlu gibilerin başını çektiği “nükleokrat”lardır. Potansiyel nihai sonuçlarını hiç düşünmeden, salt mühendisce hesaplayıp, en yıkıcı ve tehlikeli teknolojileri doğrudan ya da dolaylı (bilerek ya da bilmeyerek fark etmez) tasarlayarak, üreterek ve kullanılmasını teşvik ederek hizmet ettik; teknolojik ve doğal felaketlere, yok edici savaşlara, devam eden acılara, trajedilere ve kendimizi yerkürenin efendisi sayıp, aslında yalnızca bir parçası olduğumuzu unuttuğumuz doğanın ve hayatın tedrici olarak gözgöre göre yok olmasına. Muhtemelen hâlâ ediyoruz, edeceğiz de. Ta ki mühendisler ve bilimadamları olarak kendimizi, kimliğimizi, varoluşumuzu, bilimsel-teknolojik devrim masalını, halen mevcut ve geçerli “yükselen değerleri”, inanç ve alışkanlıklarımızı yani sözün kısası gidişatımızı topyekun sorgulamaya, vicdan muhasebesi yapana kadar. Bu sorgulama cesaretine sahip olabilmenin ön koşulu da, mühendis ve bilimadamı kimliğimizin yanısıra; özellikle ve öncelikle “insan ve yurttaş” kimliğini taşıyabilmekten geçiyor. Çünkü “mühendis” (engineer) kelimesinin kökeni; mancınığı icat eden kişinin adına atfen, ingeniator’a (yaratan, üreten, yöneten) tekabül ediyor yalnızca. Günümüzde giderek netleşen, iyice görünür olan; bilim- teknoloji- din- milliyetçilik- devlet- askeriye- sanayi arasında karmaşık ve merkezi bir bağlantı mevcuttur.

Peki bu bağlantılarda; mühendislerin, teknokratların, bilimadamlarının, kısacası “homo technicus”ların payı nedir? Teknokratik karar alıp/verme süreçlerinin ve malum icraatlarının arkaplanında hangi paradigmalar, inançlar sistemi, ahlaki ve vicdani motifler mevcuttur? Teknik ideolojinin beslediği teknokrasinin gündelik hayatımızdaki izdüşümleri ve sonuçları nelerdir?

Bilimsel-teknolojik devrimlerin; toplumları ve tek tek bireyleri yönlendirdiği, ideolojilerini ve hayat tarzlarını toplumsal matrisinin her alanında belirlediği, kendisine içkin kılarak amaçlarına uygun hale dönüştürdüğü, kaybettiğimiz sağduyuya seslenmeyen ve doğrudan insani talepleri içeren yeni bir paradigmaya imkân tanımayan (naif, coşkulu, keyifli, küçük, renkli, doğayla uyumlu, hümanist çabaların ‘ütopik’ diye küçümsendiği) bir trende; “endüstrileşmiş bir süreç ve paradigmayla” hızla yolculuk ettiriliyoruz. Frenler otomatiğe bağlanmış, tehlikeyi hissettiğimiz anda imdat frenlerini çekemiyoruz. Yolculuk ettiğimiz trenin fren sistemi; yalnızca fiziki ve ekonomik göstergelere göre programlanmış. Fakat yalnızca sağduyuyla hissedilebilen tehlikeleri ve muhtemel sonuçları algılayamıyor, hızı daha da arttırarak ilerliyoruz; ta ki duvara çarpana kadar. Zikretmeye çalıştığımız teknokrasiyi oluşturan zihinsel eğilimlerin temel ipuçlarını başlıklar halinde sıralarsak:

• En başta aşırı derecede teknoloji hayranlığı ve fetişizmi, bilimsel-teknolojik devrimlere sorgusuz sualsiz “mutlak inanç”.

• Sınıflar-sistemler-ideolojiler üstü teknik ideolojiye doğrudan tabi olunması, meslek-içi ideolojinin; siyasal olanla yer değiştirmesi, onun yerine geçmesi.

• Her türlü teknolojik sorunun; yine daha yeni, ileri ve en son “high-tech” çözümlerle halledilebileceği inancı ve güveni.

• İlerlemecilik ve ilericiliğin birbiri ile karıştırılması.

• Bilimsel-teknolojik dönüşümleri, makul ve sağlıklı olarak; insani, ahlaki, vicdani, manevi düzleme aktaramama, toplumsal boyuttaki sonuçlarını derinlikli ve bütüncül olarak hissedememe.

• Hayatı salt teknik boyutuyla kavrayıp, toplumsal sorunları da mühendislik yöntemleriyle (simulasyonla) çözme alışkanlığı.

• Teknolojinin aslında nötr olduğu, tek başına kendinde iyi veya kötü olmadığı (nükleer silahlar kötü, nükleer santraller iyi mi?).

• Bilim-din ve bilim-devlet ayrımının yeterince sağlıklı yapılamaması.

• Tüketim toplumu ideolojisini besleyen ve körükleyen; “refaha erme”, “çağdaşlaşma”, “ilerleme”, “sanayileşme”, “büyüme” paradigmalarına körü körüne bağlılık.

• Yurttaşlık, adem-i merkeziyetçilik, katılımcılık, gönüllülük ve özgüven esasına dayalı yaratıcı bir ruha sahip olmak gibi artık modası geçen “değerler”in yerine; daha profesyonel ve uzman bilgiye, bilginin tekelleşmesine, iş bitirici, pragmatist felsefelere, aşırı merkeziyetçiliğe, kurumlara ve dolayısıyla “statüko”ya bel bağlanması gibi daha da birçok başlığı sıralamak mümkün.

“Bilim papazlarının ve demir meleklerin” hayatımızdaki tahribatlarına ve tahakkümlerine daha fazla müsaade etmemek, yerküre üzerinde geçici ve ödünç olarak bindiğimiz “hayat” dalını kesmemek için, bütün bu sorgulamaların ve vicdani muhasebenin, bilfiil yapılması; hayati bir zorunluluk, insani, vicdani, ahlaki sorumluluk ve kaçınılmaz bir “insanlık”, “yurttaşlık” görevi olarak karşımızda duruyor.

SONSÖZ YERİNE

Yurtsever, dürüst, namuslu, sağduyulu tüm nükleer mühendisleri ve nükleer bilimadamlarını tekrar tenzih ederek, “malum” nükleerci akademisyenlere ithaf ettiğimiz, çok sevgili hocamız Nükleer Mühendis Tolga Yarman’ın 5 Ağustos 1995 yılında yapılan 3. Akkuyu Nükleer Karşıtı Şenliği’ne gönderdiği mesajıyla yazımızı bitiriyoruz:

“Dile getirdiğiniz; “yurtseverliğe”, “insanseverliğe”, “doğayla barışıklığa”, o arada bir alay “kısa görüş”, “ilkel çıkar” ve “oyunbazlıkla” mücadele etme karakterine dayalı, “kaygılarınıza” tamamiyle katılıyorum.

“İnsanın yeryüzündeki işlevini”, bunun uzantısında da, günümüzün “pek çok yanıyla” canavarlaşan, çarpık, bencillik ve mutsuzluk kaynağı “sanayi uygarlığını” sorgulayan ve “insancıllaştırmak” isteyen, gayretlerinizin “omuzdaşı” olmaktan “gurur” duyuyorum.

Sırtında bilim adamı cüppesiyle; “fanatizma histerilerinin katranına” batmış olarak, neredeyse “yabancı firma temsilciliği” yapma noktasına sıkışacak kadar kendinden geçip, sözde “akademik fetvalar” veren “nükleer amigoların” yakalarına yapışıp, “teşhir etmenizi” ise, çok takdir ediyorum.

Onlar sizi, aklı sıra “siyaset” yapmakla suçluyorlar. Oysa siz tabii “siyaset” yapıyorsunuz; ama bunun suçlanacak bir yanı yok.

“Demokratik bir hakkı”, hatta “vicdani ödevi” yerine getireni; “siyaset” yapıyor diye suçlamaya yeltenmek; “padişah eteği öpmeye” terbiye edilmiş, “saltanat artığı” antidemokratik, illetli bir davranış biçimidir.

Sırtında bilim adamı cüppesiyle, “vasatın” da altında ama bal gibi “siyaset” yapıp; bunun da adına, kör kör parmağım gözüne, “akademisyenlik” demek ise, “kabak gibi bir oportünizmanın”, en hafif deyimiyle, “kendini farkında olmadan satışa getirme toyluğunun”, dik alasıdır.

“Siyaset yapma eğiliminde olan bilim adamlarına”, bu alana katkı verme sorumluluğu taşıyan herkese olduğu gibi, “derin bir saygı” duyarız. Ama bir koşulla. Onun bunun, ya da cüppenin arkasına “ödlek ödlek” gizlenmemek, ortaya çıkıp, “siyasi” ise “siyasi”, tavrını “efendi” gibi sergileme “olgunluğunu” göstermek koşuluyla.

Yoksa “zenne kılıklı” bilim adamları istemiyor bu millet!

Ülkede “nükleer bilim” ve “teknolojik gelişme” alanındaki nice değer ile güzelliği “şizofrenik girdaplarda” ziyan zebil ettikleri yetmiyormuş gibi; “ıskalanmışlıklarına” “klinik-psiko-terapi” arayışları içindeymişcesine, o arada “civar kurtların” salya saçak neler kopartmak için “aportta” nasıl bekleştiğini bile göremeyecek kadar bilinçsizleşmiş “nükleer muhterislerin”; ham halat, özsüz-boyutsuz, “mongoloid cızırtılarla” peşine, düştükleri, siftahı “on milyar dolarlık” zeka özürlü bir “nükleer macera”da istemiyor, bu millet!”

Prof.Dr. Özemre’nin ve giderek onun halefi olma yolunda çaba gösteren Prof.Dr. Kadiroğlu’nun, Gül Göktepe gibi uzmanların; yurtsever, doğasever, çevreci ve nükleer santrallere karşı çıkan insanları bu denli aşağılayan, ezmeye çalışan, onların hiçbir çıkarı olmadığını çok iyi bildikleri halde suçlayan, sözlerini, yazılarını, çirkin itham ve sıfatları kabul etmiyoruz ve bunları haketmediğimizi düşünüyoruz. Ve bütün bunlardan büyük üzüntü duyuyoruz; kendi adımıza, tüm nükleer karşıtları ve çevreciler adına, doğa adına, güzel ülkemiz adına, gelecek nesiller adına ve giderek yitirdiğimiz “hayat” kalitesi adına. Herkes çok iyi biliyor ki; eğer nükleer santraller, termik santraller, çılgınca petrole dayalı tüketimler, ekolojik dengeyi geri dönülemez şekilde bozan devasa barajlar, daha fazla enerji üretmeye yarayan güneş ve rüzgar türbinleri kurulmazsa; doğanın, hayat kalitesinin daha fazla bozulmamasını sağlamaktan başta nükleer karşıtlarının kişisel bir çıkarı olamaz. Ama bütün bu teknolojileri tasarlayan, üreten, pazarlayan, öneren, savunan kişilerin ve kuruluşların bütün çıkarları bozulur ve bozulmuştur da...

(*) Tarkovski’nin Kurban filminin son sahnesinde; oğlu, bir gün önce dikilmiş ve etrafı taşlarla çevrili olan kupkuru ağacın kökünü sular. Çünkü babası oğluna, her gün sabırla ağacı sulamasını öğütler. Ne olursa olsun inandığımız bir şeyi, yapabileceğimizin en iyisi olarak yapmaya çalışmayı... Bu yalnızca “umutlu” olmaktır. Yaptığınız işin anlamına “inanmak” ve “güvenmektir”. Ve birlikte bir mucizeyi gerçekleştirdik. Sonsuz sevinçliyiz, heyecanlıyız hepimiz. Sabırla, yılmadan “umutla” suladığımız kuru ağaç yeşerdi ve nihayet tuttu. Dile kolay, neredeyse 35 senedir süren bu nükleer hikâye; Temmuz 2000’de mutlu sonla bitti. Gökten binlerce elma düştü; bu hikâyenin mutlu sonuna katkıda bulunan (şahsi olarak öncelikle ve özellikle teşekkürü bir borç bildiğim bu insanlardan birkaçını saymak istiyorum; en başta Tolga, İnci, Tanay, Leziz Hocalar, Başbakan Bülent Ecevit, DSP’li Milletvekilleri Zafer Güler, Hayati Korkmaz, Bayram Fırat Dayanıklı ve arkadaşları, Melda ve Greenpeace, Savaş, Noyan, Oktay’lar (Demirkan-Konyar), Ünal, Ümit, Aynur, Nesrin, Bilge, Umur, Hilmi, Kamer, Ali, Yaşar, Timur, Fatma, Hale, Aslan, Mehmet Ali, Ahmet, Akkuyulu-Bergamalı Köylüler ve EMO Yöneticileri vb.), bunu dinleme zahmetine katlanan (1993 yılında 170 bin ve 2000 yılında da 200 bin imza sahibi sağduyulu yurttaş) ve bizatihi bu hikâyenin içinde elinden geldiğince yer alan (aşağıda isimleri zikredilen) güzel insanların başına...

Bu hikâyenin “gizli” ve esas kahramanları arasında kimler yok ki... En başta İzmir’den bu kıvılcımı başlatan Savaş, Noyan, Semih, Oktay, Aylin, Ayşe, İlker, Metin, Sedat, Macit...; Ankara’dan Nesrin, Yunus, Tayfun, Erdoğan, Hatice, Fatma, Firdevs, Meral, Fenni, Fatih, Serhat, Feriyal, Batur, Murat, Refik, Coşkan, Akın, Mehmet, Ertuğrul, Gülnur, Nurşen, Aslı, Kaya, Leziz Hoca, Ali ve İnci Hoca, Çetin Hoca, Ali, Naci, Asım, Ethem, Metin...; İstanbul’dan Melda, Timur, Ümit, Deniz, Aynur, Ender, İhsan, Melih, Fikriye, Münevver, Suat, Türksen, Emet, Özgür, Osman, Işıl, Ertuğrul, Ayşe, Hülya, Ünal, Selami, Gazi, Şükran, Hüseyin...; Antalya’dan İsmail, Umur...; Adana’dan Kadir, Füsun, Hilmi, Figen, Mustafa...; Mersin’den Kamer, Enver, Remziye, Necdet, Adil, Mehmet...; Sinop’tan Hale...; İskenderun’dan Oktay, Şemsettin, Cemil...; Bodrum’dan Saynur, Bilge, Galip, Günseli...; Datça’dan Cem...; Fethiye’den Ahmet...; Silifke’den Esen, Naim, Yaşar; Tarsus’tan Necmi, Ramazan, Tülay...; Taşucu’ndan Aslan...; Akkuyu’dan Ahmet, Mehmet Ali, Kemal, Tamer vd.

Kamuoyunca bilinenler/görülenler ise başta Türk Mühendis ve Mimar Odaları, Tabipler, Diş Hekimleri, Eczacıları, Veteriner Hekimleri Birliği, Tüm Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odaları Birliği, Mülkiyeliler ve Barolar Birliği, KESK, DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, CHP, İP, ÖDP, SİP, Greenpeace, TEMA, DHKD, ÇEKÜL, TÇV, DAÇE, BAÇEP, NÜSHED, SOS Akdeniz, Nükleer Karşıtı Platformlar, Bergama ve Akkuyu Köylüleri, İzmir Çevre Avukatları, Sinop Çevre Dostları, Yöre Belediyeleri ve Halkı, Tüketici ve İnsan Hakları Dernekleri, ADD, Halkevleri, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaş-ı Veli Kültür ve Tanıtma Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Türk Fizikçiler Derneği, Öğretim Üyeleri Derneği, Tüm Hemşireler Derneği, Çağdaş Gazeteciler ve Çağdaş Hukukçular Dernekleri, Ulusal İşadamları Derneği, Türk Seyahat Acentaları Birliği, Çukurova Genç İşadamları Derneği, Mersin Deniz Ticaret Odası, Ziraatçılar Derneği, Tüm Çevre Kuruluşları, Can Yücel, Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi, Mor Ötesi, Kargo, Haluk Levent, Süavi, İlhan İrem, Zülfü Livaneli, Kubat, Tarkan, Leman Sam, Vedat Sakman, Onur Akın, Rojin vb sanatçılar, yazarlar ve başta Nükleer Mühendis Prof.Dr. Tolga Yarman olmak üzere, Nükleer Fizikçi Prof.Dr. Hayrettin Kılıç, Nükleer Fizikçi Prof.Dr. Gediz Akdeniz, Nükleer Fizikçi Doç. Dr. Baki Akkuş, Nükleer Fizikçi Prof.Dr. Rıza Oğul, Nükleer Mühendis Dr. Tanay Sıtkı Uyar, Nükleer Kimyacı Prof.Dr. İnci Gökmen, Nükleer Mühendis Prof.Dr. Engin Türe, Nükleer Fizikçi Prof.Dr. Ömer Türk, Prof.Dr. Tuncay Neyişçi, Prof.Dr. Kamil Pınarcı, Prof.Dr. Ali Gökmen, Prof.Dr. Ali Özsoy, Prof.Dr. Atilla Uluğ, Prof.Dr. Türkan Saylan, Prof.Dr. Ahmet İnam, Prof.Dr. İlhan Talınlı, Prof.Dr. Eralp Özdil, Prof.Dr. Oğuz Oyan, Prof.Dr. Yakup Kepenek, Prof.Dr. Ülkü Azrak, Prof.Dr. Leziz Onaran, Prof.Dr. Figen Doren, Prof.Dr. Cevat Geray, Prof.Dr. Arif Esin, Prof.Dr. Orhan Kural, Prof.Dr. Mümtaz Soysal, Prof.Dr. Aysel Müezzinoğlu, Prof.Dr. Zafer Üskül, Prof.Dr. Hasan Tekeli, Prof.Dr. Celal Ertuğ, Prof.Dr. Şenel Ergin, Prof.Dr. Ertuğrul Acun, Doç. Dr. Yücel Çağlar, Doç. Dr. Metin Duran, Doç. Dr. Göksel Demirer, Doç. Dr. Çetin Göksu, Doç. Dr. Metin Erten, Doç. Dr. Melih Baş, Doç. Dr. Zülfü Aşık, Doç. Dr. Güner Sümer vb; başta DSP Milletvekili Zafer Güler, Hayati Korkmaz, Hakan Tartan ve arkadaşları, Meclis Çevre Komisyonu Başkanı ANAP Milletvekili Ediz Hun, CHP eski Milletvelilleri Fikri Sağlar, Ercan Ateş, Cüneyt Canver, BOTAŞ eski Genel Müdürü ve ANAP eski milletvekili Hayrettin Uzun, TEK eski Genel Müdürleri Gültekin Türkoğlu ve Behçet Yücel, TEK eski APK Daire Başkanı Teoman Alptürk, EMO ve Dünya Enerji Konseyi eski Üyesi Ünal Erdoğan, MHP İstanbul Belediye Başkanı Adayı ve Başbakanlık Başdanışmanı Prof.Dr. Ahmet Vefik Alp, Anayasa eski Başkanı Yekta Güngör Özden, DPT eski Müsteşarları Prof.Dr. Orhan Güvenen ve Ali Tigrel, Gazeteciler İbrahim Günel, Ümit Otan, Serdar Kızık, Cem Ulutaş, Hülya Aydoğan, Çiğdem Toker, Nafiz Kaya, Serpil Çevikcan, Semra Somersan, Ahmet Erhan Çelik, Köşe Yazarları Fikret Bila, Meral Tamer, Melih Aşık, Bekir Coşkun, Gülay Göktürk, Hakan Çelik, Erdal Sağlam, Enis Berberoğlu, Güngör Uras, Şahin Alpay, Derya Sazak, Mehmet Ali Kışlalı, Mehmet Ali Yılmaz, Mehmet Ali Birand, Perihan Mağden, Ece Temel Kuran, Nazım Alpman, Mine Kırıkkanat, Nazire Kalkan, Güneri Civaoğlu, Zeynep Oral, Aydın Engin, Oral Çalışlar, Hikmet Çetinkaya, Orhan Bursalı, Vahap Uslu gibi daha birçok kişi ve kuruluş; ülkemizde nükleer santral yapılmasına karşı olduğunu yazılı olarak beyan etmiştir. Dolaylı olarak ta başta Başbakan Bülent Ecevit olmak üzere, DPT, Hazine Müsteşarlığı, Dünya Bankası, AB Parlamentosu, TEAŞ ve Enerji Bakanlığı içinde yer alan sağduyulu birçok üst düzey bürokrat; Akkuyu Nükleer Santraline karşı olduklarını “belli” etmiş ve/ya “şifaen” dile getirmişlerdir.

Bu uzun ve onurlu mücadelemizde emeği, gönlü ve yüreği bizimle olan ama bu listede ismi geçen/geçmeyen/atlanan/unutulan/bilinen/bilinmeyen herkese bir kez daha ortak minnet duygularımızı ve sonsuz teşekkürlerimizi iletmek istiyorum...

[1] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, Cep Yay. 1995, Sayfa: 107.

(*) İçlerinde ağırlıklı olarak nükleer bilimadamların yer aldığı Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof.Dr. Ahmet Bayülken, Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, Prof.Dr. Mustafa Özcan Ültanır, Prof.Dr. Şarman Gencay, Prof.Dr. Fahir Borak, Prof.Dr. Sümer Şahin, Prof.Dr. Enis Öksüz, Prof.Dr. Ramazan Mirzaoğlu, Prof.Dr. Tunca Toskay, Prof.Dr. Halil Kumbur, Doç. Dr. Emin Baş vb.

[2] Prof.Dr. Karl Paul Feyerabend, Yönteme Hayır, çev: Prof.Dr. Ahmet İnam, Ara Yay., 1989, S: 315.

[3] Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, Nükleer Enerji Yine de En İyisi (1), Siyah Beyaz gazetesi, 25 Eylül 1995.

[4] ‘En nükleerci profesör’ Osman Kadiroğlu: ‘Nükleere solcular karşı çıkıyor’, Aksiyon Dergisi, 11/17 Mart 2000.

[5] Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, Teknik Yönleriyle Nükleer Enerji, Fizik Mühendisliği Dergisi, Sayı: 30, 1985.

[6] Prof.Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, Nükleer Enerji Yine de En İyisi (1), Siyah Beyaz gazetesi, 25 Eylül 1995.

[7] Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, İlimde Demokrasi Olmaz, Yeni Asya Yay., 1991, S: 130.

[8] Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Nükleer Enerji ve Çevre Paneli, 14 Ekim 1993 Uluslararası Nükleer Teknoloji Kurultayı Makine Mühendisleri Odası, Yayın No: 168, S: 218.

[9] B. Gül Göktepe, Nükleer Santrallere Karşı Kamuoyu Davranışlarının İncelenmesi, Türkiye 8. Enerji Kongresi’nde sunulan tebliği.

[10] Doroty Nelkin, Bilim Nasıl Satılır, Şule Yay. 1994, s: 207.