Edebiyatta Ermeni Sorunu

Türk edebiyatında “Ermeni Kıyımı” olarak adlandırılmış olgu veya onu kapsayan süreç üstüne yazılmış, olayı ayrıntılı olarak açıklamayı üstlenen fazla sayıda eser yoktur. Bütün bu süreç, gerek kendi başına, gerekse bugünün Türkiye Cumhuriyeti’nin biçimlenmesi bakımından çok önemli olduğu halde, edebiyatta yeterince ele alınmamış olması, kendi başına “manidar” bir durumdur. Buna karşılık, özellikle Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana üretilmiş edebiyatta, bu süreç dolayısıyla benimsenmiş bir tavrı yansıtan, neredeyse bir “serpinti” gibi, arada bir ortaya çıkan çeşitli sözlere rastlamak mümkündür. Bunlardan çoğu, “sol” eğilimli olarak tanınan yazarlarda bile, yalnız Ermenilere değil, Osmanlı uyruğu olmuş bütün azınlık unsurlara karşı bir düşmanlık güden, böyle bir tavrı açığa vuran sözlerdir. Kimi durumda, ağırlıkla bu tavırda olan bir yazar, büsbütün “zenofobik” ve tek yanlı görünmemek için “iyi” bir Rum veya Ermeniden söz edebilir. Daha seyrek olarak, gerçekleşen olayların “tarihî anlamı” konusunda “nesnel” denebilecek yorum niteliğinde olanlara da rastlanabilir.

Herkül Millas, Türk ve Yunan romanlarında “öteki”nin nasıl yansıtıldığı sorununu iş edinip bu konuda kocaman bir kitap yazdığı için, “Yunan imgesi” üstüne elimizde zengin bir döküm vardır. Bu, malzemenin tamamı olmayabilir; “tamamı” olması çok zor ve yazarın da böyle bir iddiası yok. Ama, en azından, öteki azınlık grupları hakkında toplanmış verilerle kıyaslanamayacak kadar zengin. Bu incelemenin benzerlerinin çoğalması, Türk milliyetçiliğinin beslendiği kaynakları, bu milliyetçiliğin edebiyata nasıl girdiğini göstereceği için yararlı olacaktır. Bu yazıda buna dikkat çekmekle birlikte, kendim böyle bir taramaya giremeyeceğim, belli başlı birkaç örneğe değinmekle yetineceğim.

Bu yazıda, erişebileceğim en geniş malzemeye erişmeye çalıştım; bunun için, bugün büyük ölçüde unutulmuş, muhtemelen yazıldığı zaman da fazla geniş okur kitlelerine ulaşmamış çeşitli romanları elden geçirdim. Ama, bütün malzemeye hâkim olmak kolay, belki mümkün de değil. Beklenmedik yerlerden beklenmedik bölümler çıkabiliyor. Öte yandan, bunca yıldır okuduğum yüzlerce romanı öncelikle bu gözle, bu konuda söylenmiş sözlerin kaydını tutmak üzere okumadığım için, bildiğim birçok kitapta olanları unutarak kaçırıyor olmam da kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla, bu yazının, eldeki malzemenin tamamını kapsamak gibi bir iddiası olmadığını peşinen söylemem gerekiyor.

Cumhuriyet-öncesi edebiyatçılardan, Ömer Seyfettin’de Ermeni düşmanlığının erken örneklerinin bulunması şaşırtıcı değildir. Alman, İtalyan, Bulgar vb. hiç kimseyi ihmal etmeyen bu yazar özellikle “Ashab-ı Kehfimiz” adlı hikâyesinde Pan-Otomanizm’in niçin işlemeyeceğini bir Ermeni karaktere yazdırdığı günlükte açıklar. Hikaye 1918’de kıyımdan sonra yazılmıştır. Ama anlatılan olayların başlangıç tarihi 1909’dur. Bu ideale önce inanan Ermeni genci 1912’ye gelindiğinde Ermeni milliyetçisi olmaya karar verir. 1913’te Balkan bozgununu sevinçle gözlemler. 1925’te günlük bittiğinde, bu gencin söyledikleri (“Yoksa onlar bizi imha edecekti!.”), 1915’in bizim açımızdan savunmasını da sağlamış olur.

“Milli Edebiyat” diye adlandırılan akımın önde gelen iki yazarı, Halide Edip ve Yakup Kadri’nin romanlarında (özellikle Yakup Kadri) Batılı ve azınlık düşmanlığı yoğundur. Ancak bu başlı başına bir sorunsal olarak ele alınmış olmayıp (Sodom ve Gomore dışında) daha çok Türklerin “yanlış Batılılaşma”larının sonucu gibi işlenir ve “geçerken söylenmiş” çok sayıda sözden oluşur. Aynı akımdan sayılan Reşat Nuri ve Refik Halit’te ise böyle belirgin ve kararlı bir düşmanlık yoktur. Ya da ben rastlamadım.

Halide Edip bir “Ermeni kıyımı” olmadığını iddia etmez; ama olmasını haklı göstermeye çalışır:

“Ermeni kırımını ve medeniyet düşmanı Almanlarla işbirliği eden medeniyet düşmanları bizdik” (Ateşten Gömlek, 24);

“Onun ne kadar gavur düşmanı, nasıl Erzurum’da Ruslarla gelen Ermenilerin bütün Erzurum’la kendi çocuklarını, karısını öldürdükten sonra Türkün ocaklarını söndüren Ermenileri zulme uğratmış bir millet diye gösteren Avrupa’ya kızgınlığını bilirim.” (A.y., 52)

Halide Edip’in anlattığı (her zamanki bozuk Türkçe’siyle) Erzurum olayları, 1915’in intikamı olarak gerçekleşir ve Talât Paşa’nın anılarında alıntıladığı Rus subayı Tverdo Khebov’da da geçer. Buradaki Ermeni zulmü, Ermeni ulusal kahramanı Antranik’in komutasında yürütülmüştür.

Şu da, Adıvar’ın Ermeniler hakkındaki değerlendirmesini özetler:

“Zavallı uşak Ermeniyi hattâ bize baş kaldırırken severdim, fakat İngilizlere uşaklık ederken küçük bir şey.” (A.y., 54)

Kıyım öncesinde yazdığı Yeni Turan’da tavrı daha liberaldir. “Utopya”sında, “Ziraat nazırı Varteks Efendi Anadolu’nun başka bir yüzde namuslu, fedakâr ve cesur çocuğu” diyebilmiştir (s. 81). Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında bu tür ütopyalara imkan kalmaz.

Yakup Kadri’nin en yoğun düşmanlığı Yunan ve Rum halklarına yönelmiştir; onların yanında Ermenilerin çok fazla sözü geçmez.

Ancak Ankara’nın başında ilginç bir bölüm vardır. Yazar nefretini gizlemeye pek de gerek duymadığı Ankaralı “işadamı” ailesi Sungurzadelerin “ilk birikimleri”nin mahiyetini açıklar bu bölümde:

“Büyük Kavga’nın [(Fransızca “Grand Guerre), yani 1. Dünya Savaşı] iptidalarında üç kardeşten biri Veysel Efendi bir tüccarın yanında çalışıyor; öbürü Ömer Efendi, köyler arasında gezginci manifaturacılık yapıyor; üçüncüsü Hüseyin de Dereboyu’nda tabaklık ediyordu.

“Ankaralılar arasında hiç kimse bunların adını sanını bilmediği için Büyük Kavganın ikinci yılı (yani 1915; kesin adres veriyor yazar), birdenbire, ne gibi işlerle zengin oluverdiklerini hatırlamaz. Hatırlasa bile bunda şaşacak bir şey bulamayacaktı. Zira Büyük Kavgada cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara’da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabii hadiselerden biri halini almıştır.” (Ankara, 1996, s.35).

Tehcir ve kıyımla yok olan Ermenilerin malları üstüne oturan yeni bir “millî” varlıklı sınıfın oluşması, ülkenin o günlerini yaşayanlar için, Yakup Kadri’nin de burada belirttiği gibi, gizli kapaklı bir olay değildi. Bugün olduğu gibi, bilinmeyen, söylendiğinde şok yaratan bir şey değil, herkesin bildiği, çoğunluğun onaylamadan kabullendiği bir olaydı.

Mithat Cemal’in Üç İstanbul’undan biri azınlıkların bulunduğu, sözünün daha çok geçtiği bir kısımdır: “...ağızlarında kanlı bir edebiyat, Ermeni dilinin salyası ve Ermeni mutfağının salçası...” (369)

Mithat Cemal bu romanını Cumhuriyet’ten sonra yazmış ve yayımlamıştır. (1938). Birçok yazarlık meziyetine sahip, bu arada yerli tarihi de iyi bilen bir entellektüel olan Kuntay oldukça şiddetli bir milliyetçiydi. Bu romanında “anti” denebilecek duyguları Ermenilerden çok Rumlar ve Yahudilere dönmüş olmakla birlikte, onlar hakkında da yukarıdaki ibare gibi kin dolu sözler söylemekten kendini alamamıştır. Kıyım konusuna doğrudan girmez; ama Ermenilerin Türklere karşı güttüğü düşmanlığa -birkaç yerde- değinerek dolaylı biçimde bunun zorunlu olduğunu ima etmek ister. Avrupalı ülkeleri de suçlamaktan geri kalmaz. Milliyetçi Adnan, Abdülhamit taraftarı Sefaret Müsteşarı Nail’in ağzının payını verir:

“Alman baştercümanı Testa ile Ermeni ihtilalinde [Osmanlı Bankası baskını olayı] 25 Ermeniyi Osmanlı Bankası’ndan çıkarmaya Sultan Hamit kimi gönderiyor? Zaptiye nazırını mı? Hayır! Moskof Baştercümanı Maximoff’u... Siz ne diyorsunuz Nail Beyefendi?.. Diyarbekir’de bir Türk bir Ermeninin nasırına bassa devletler [ yani “Düvel-i Muazzama”] Galata’ya bir düzme karakol gemisi gönderiyor.” (Üç İstanbul, 1976. s.100-101)

Önceki alıntının geçtiği bölümde Adnan, “önden vuran” ve “arkadan vuran” düşmandan başka, bir de “yandan vuran” olduğunu ve Dünya Savaşı’nda Ermenilerin bunu yaptığını söyler. Böylece, o da Ruslarla birleşip “bizi [bir yerimizden] vuran Ermeniler” açıklamasına yaslanır.

Bu şekilde seçtiği ayrıntıların ötesine geçmediği için, Ankara’da gördüğümüz temellük konuları veya Ruslar’la işbirliği yapan Ermenilerin yanısıra Konya, Kayseri, Bolu ve Tekirdağ (vb., vb.) Ermenileri’nin niçin sürüldüğü sorusunun cevabını görmeyiz Kuntay’da.

Ermeni propaganda edebiyatından örnekler verir: “Ben Hayık soyuna mensubum. Hayık’ın, Aram’ın diliyle konuşuyorum. Ey Ermeni çocuğu, sen Vartan’ın soyundansın. Ey Ermenistan’ın aziz güneşi, bahar geldi.” (s.369). Buradan Taşnak’ın şifreli emirlerine veya Hınçak’ın çeşitli yayınlarına geçiyor.

Buraya kadar saydığım bu yazarlardan, öncelikle ideolojisiyle farklılaşan Nâzım Hikmet’in Ermeni sorunu konusundaki tavrı, başka konularda olduğu kadar belirli değil gibidir. Ancak bunu yalnızca Memleketimden İnsan Manzaraları’na dayanarak söylüyorum. Nâzım Hikmet’in bu konuya değindiği başka bir eser hatırlamıyorum.

İlkin şu bölümde “Ermeni” sözü geçiyor:

 

“Hiçbir yere benzemez Bursa hamamları,

Hele ‘Ferahfeza’.

Bahçe içinde bir otel.

Müşteriler temiz.

Vizite üç papel.

Biri patrona kalıyor,

Geçen sene bir Ermeni kızı götürdüm.

Kurnazdır Ermeni milleti

bizim Türklere benzemez.

Dünyalığı düzeltti.

Drahoması tamam.

Malum ya gâvur âdeti.

Şimdi nişanlıdır.” (MİM, Birinci Kitap, De Yayınları’nın 1967 baskısında, s.19)

Bu sözleri söyleyen bir “muhabbet tellâlı” olduğuna göre fazla “güvenilir”olmadığını düşünebiliriz. Ama bir “iftira” attığını düşünmemiz için de herhangi bir neden yok. “Ermeni” sözünün ilk olarak böyle bir bağlamda geçmesi bana tuhaf görünüyor.

Derken, dolaylı bir bağlantısı olan Ali Kemal konusuna geliyoruz. Tren İzmit’ten geçerken Kartallı Kâzım “Tatar yüzlü adam”a Ali Kemal’i öldürdükten sonra astıkları ağacı gösteriyor ve hikâyesini anlatıyor:

“Ali Kemal 20 dakka kaldı kalmadı konakta

dışarı çıkardılar.

Attı bir adım.

Etrafını zabitlerle polisler almış.

Kireç gibi yüzü.

Sarışın.

Birden ahali başladı bağırmaya:

‘Kahrol Artin Kemal...’

...

Muhafızları bıraktı Ali Kemal’i.

Ahali kara bulut gibi çullandı üzerine

alaşağı ettiler.

Orda yerde yaptılar ne yaptılarsa.

Sonra açıldı bir parça ortalık.

Baktım ki yatıyor yerde yüzükoyun. (a.y., s.92)

Ali Kemal’e “Artin Kemal” diyerek hakaret etmeye çalışan, linç olayını tertip eden Sakallı Nureddin Paşa’dır. Nâzım Hikmet, pek anlamadığım bir gerekçeyle onun bu sözünü “kitlelere mal ediyor”; bundan başka, Paşa’nın hiç adını anmayarak linç olayını da halkın kendiliğinden -ve tabii “ulusal”- tepkisi gibi gösteriyor.

Aynı hikayeyi Falih Rıfkı şöyle anlatır:

“Ali Kemal Ankara’ya gönderilecek ve orada yargılanacaktı. İzmit’te bulunan Nureddin Paşa Peyam-ı Sabah başyazarını alıkoydu... Ali Kemal büyük bir kaygı duymuyormuş [bunu Falih Rıfkı savcı Necip Ali’den öğreniyor]. Anadolu’nun böyle bir zafer kazanacağını asla ummadığını, memleketin menfaatini bir uzlaşmada gördüğü için kanaat mücadelesi yaptığını söylüyormuş. Sonra kendisini Nureddin Paşa’nın çağırdığını haber vermişler. Yanına girince:

- Artin Kemal sen misin? demiş.

Ali Kemal, sesi bile titremeksizin:

- Hayır Paşa Hazretleri, ben Artin Kemal değilim, Ali Kemal’im, demiş...

Halbuki daha önce bazı neferleri sivil giydirerek Ali Kemal’i linç etmek için hazırlatmıştı. Komutanlık kapısından biraz uzaklaşınca taşlarla üzerine hücum etmişler... Koparır gibi almışlar ve taşla öldürmüşler. Üstü param parça köprünün üstüne atmışlar.” (Çankaya, 1980, s.342)

Falih Rıfkı, İnönü’nün bu olaya çok kızdığını söyler ve şunu da ekler: “Mustafa Kemal de bu hadiseden tiksinerek bahsederdi.”

Yahya Kemal ise aşağı yukarı aynı hikâyeleri anlatır (Portreler, 1968, s.96-9):

“Vakıa o sofrada hazır olan üç vekil ve birçok mebuslar bu linç vakasını tasvip etmiyor, hattâ içlerinden Nureddin Paşa’yı takbih ediyorlardı... Yemek esnasında Nureddin Paşa bahse devam ederek: ‘İnşallah yakında Vahideddin’i de getirip cezasını vereceğim!’ derken, ikinci murahhas Rıza Nur Bey’in sabrı tükendi; önüne bakarak, lâkin Nureddin Paşa’ya hitaben: ‘Onu İnebolu’dan yola çıkaracağız, çünki Ankara’ya gelip mahkeme karşısında hesap vermesi lâzımdır’ dedi.”

Bu tartışma sertleşerek devam eder. Kitabı basan Yahya Kemal Enstitüsü bölüm sonuna bir ek koyma gereği duymuştur. Burada “Ali Kemal hakkında Yahya Kemal’in ... şifahî kanaati” belirtiliyor: “Ali Kemal’in vatana ihanet ettiği ileri sürülemez. Uğradığı âkibet millet mizacına ve millet ekseriyetine muhalif bir içtihadda inad ve ısrar etmesindedir.”

Nâzım Hikmet kişisel olarak Yahya Kemal veya Falih Rıfkı ve burada adı geçen herkesten daha kendime yakın bulduğum biri. Ama bu konu ile ilgili anlatımlarda ona hak verdiğimi söyleyemeyeceğim. Şu günlerde Ali Kemal’in “hain”liği konusu yeniden gündeme getirildiği için, asıl konudan biraz uzaklaşma pahasına, bu bölümü uzatmayı yararlı gördüm.

Bu bölümde “Artin” yakıştırmasını da onaylar görünen Nâzım Hikmet’in belirsiz tavrı eser boyunca sürer. 389’da Rum ve Ermeni “ihracatçılar”dan söz ederek ulusalcı düşmanlığı sınıf kalıbına döker. 420’de karşımıza “Kızıl Ordu”da asker olan bir Ermeni çıkar ki, bağlı olduğu yer onu biraz olsun kurtarmaktır:

“İyi yürekli, fakat çok aksi bir adam olan

Ermeni Sagamanyan”

“Kiyef kapılarında yanı başında düştü Ermeni Sagamanyan.

[Fuhuş bağlantısı bir daha ima edilir:]

Elbet

Onlar çoktan unuttular, Hasan Şevket,

Yanmış zeytinyağıyla sidik kokusunu

Beyaz Rus ve Ermeni pansiyonlarının.” (s.112)

Bir yerde, gene milliyetçi yazarların sık sık dile getirdiği bir konuya rastlarız: yabancı dilde levhalar. Bakkal Sefer konuşur:

- Doğru,

Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gâvur dükkâncılar

Frenkçe de yazarlardı levhalarına.

Bak şimdi yasak ettiler bunu, iyi oldu.

Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler. (s.302)

Bunu söyleyen bir gerici olduğu için düpedüz faşizan bir tutum yansıtan bu “Türkün ekmeğini yiyenler” edebiyatının Nâzım Hikmet’in kendi düşüncesi olmadığını çıkarsayabiliriz-umarım. Burada da Ermeni Mihran’ın adı geçer. Az sonra, bir “Kıyım”a ilişkin çok az değinmeden birine geliriz, ancak bu da kesik kesik ibarelerle verildiği için yazarın nasıl bir noktadan olaya baktığını anlayamayız:

“Adana vukuatı”

...... Menhus eller, kirli nasiyeler ......... evli bir Ermeni kadının hanesine ..........................

...... Zevci gelir, bu mel’unların üçünü kurşunla katleder

bu fırsattan istifade Ermeni evlerine hücum....................

hükümeti miskinliği........................

........................İslâmlar Ermenilere, Ermeniler İslâmlara

.................... evler ateşe verilir. .......................................

................... şehri yağma eden mürteciler........................

Adana kıtalı köylere

Tarsus sokakları cesetle doludur.

Daha okuyalım mı? (s.306)

Son olarak şu bölümde de tekrarlanan bir belirsizlik vardır: İsmail adında biri anlatır:

“Domuzuna yiğitti.

Yozgat taraflarına jandarma gitti.

Ve Ermeniler kesilirken

Kana battı gırtlağına kadar.” (s.485)

Kesime o da katıldığı için mi kana batmıştır? Öyleyse “yiğit”liğinden dem vurmak zorunda mıyız?

Ermenilerin “kesildiği”, sonuç olarak, bir “olgu” halinde duruyor. Tabii bu dizelerin yazıldığı yıllarda bunun olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yoktu: böyle bir politika da yoktu. Nâzım Hikmet’in bunu onaylamış olması da çok akla yakın gelmiyor. Gene de, varlığını söylediği olgu karşısında net bir tavır almaktan kaçındığı izlenimini veriyor.

Böyle bir olayın olmuş olması, bunun olduğu toplumda bunu olduracak genel bir ruh halinin bulunmasını ön-gerektirir. 1915’e daha yakın tarihlerde yazılmış eserlerde, eser sahibi olayı onaylıyor olmasa da, o genel ruh halinin bazı izlerinin bulunmasını normal karşılamamız gerekiyor belki de.

KEMAL TAHİR

Kurtuluş Savaşı dolaylarında geçen olayları ele alan Millî Edebiyat dönemi yazarlarından sonra, özellikle ’60’lı yıllarda, bu tarihî olayın romanda yeniden yorumlandığını görüyoruz. Çığırı açan (yalnız Kurtuluş Savaşı çerçevesinde değil) Kemal Tahir’dir.

Yorgun Savaşçı’da Ermeni kıyımı vardır, ama başlangıçta biraz “kamufle” bir biçimde vardır. Romanın başında Vali Reşit Bey’in intihar sahnesini görürüz. Ama Reşit Bey’in kıyımda oynadığı role pek fazla girilmez. Cehennem Yüzbaşı “Reşit Bey gerçekten suçlu muydu?” diye sorunca Arap Maksut buna net bir cevap vermez, “...kendini, karşısındakilerin yerine koymuştur. ‘Böyle bir ilmek elime geçse, ben asardım herifleri’ diye düşünmüştür belki’” der. (s. 56). Ama daha sonra, romanda Kemal Tahir’in sözcülüğünü yapan Doktor Münür’ün Reşit Bey’i evinde saklamayı kabul etmediğini görürüz. Bunu şöyle açıklar: “Yaptığı işlerle doktorluğu bağdaştıramadım başından beri. Paşa Dayı [bu, Halil Paşa’dır ki, aslında o da kıyımda rol oynamıştır]... Hangi sebeple olursa olsun kıyıcılığı sevmemişimdir, çocukluğumdan bu yana...” (Yorgun Savaşçı, s. 84). Kemal Tahir, Mithat Şükrü’nün aktardığı konuşmayı da biliyor olmalı. Kurt Kanunu’nda insanlığın ölçüsü, Emin Bey’in darda kalan Kara Kemal’i görüşlerine katılmasa da evinde saklamayı kabul etmesidir. Bu durumda, Doktor Münür’ün Reşit Bey’i evde saklamaya değmeyecek bir canavar gibi gördüğünü tahmin edebiliriz.

Bu konu bir süre sonra yeniden açılır. Halil Paşa Reşit Bey’i savunur: “...adam keserken, kendi kesilmeni de kabul ediyorsun! Yani canını koyuyorsun karşılığında... Vatanı tehlikede gördü. ‘Binlerce insanı kesecek kadar tehlike yoktu’ dersen, bak bu tartışılır.” Bu sözlerden, Kemal Tahir’in “Ermeni kıyımı” olup olmadığını tartışmaya niyeti olmadığı belli. Genel olarak İttihatçılar’ın yaptıklarını niçin ve nasıl yaptıklarını, daha özgül olarak da Ermeni Kıyımı’nın nasıl gerçekleşebildiğini anlamaya çalışıyor, bu sayfalarda ve bu kitap boyunca. Ama bir “hak verme” konumuna girdiğini söyleyemeyiz. (sonlarda Enver’in Sarıkamış’taki davranışları gibi olaylar sanırım vermediğini pekiştiriyor). Nitekim, Doktor Münür de bu sözlerle ikna edilmiyor. “gözlerimi kaparım/vazifemi yaparım” anlayışına prim vermek istemiyor. (A.y., s. 124-5).

Olgunluk çağına Marksist olarak giren Kemal Tahir’de çeşitli etnik önyargılar görmek mümkündür, ama bilinçli ve sistemli bir zenofobisi yoktur. Ermenilere ise özellikle sempati duyar. Örneğin Devlet Ana’da da, Osmanlı Devletinin kuruluşunun içinde yer alan olumlu bir Ermeni tipi yaratmıştır.

Kemal Tahir bu romanda Ermeni kıyımı hakkında bir “girizgâh” mahiyetinde söylediklerini başka romanlarında, Yedi Çınar Yaylası ve Köyün Kamburu’nun üçüncü cildi olarak yazdığı Büyük Mal’da tamamlar. Çorumlu Sülük Bey,

“Ermeni kırımında, seferberlikte, Kuvayı Milliye karışıklığında çok ölüm görmüştü, çok ölüm görmüştü, çeşitli ölümler ki, tatlı uykulardan adam hoplatır bir ölümler.” (Büyük Mal, s.45)

Sülük, bu işlere kendisi de karışmıştır; Ermenileri kıyma emrini Yakup Cemil’den nasıl aldığını şöyle anlatır:

“Padişah fermanı ve de Enver Paşamızın emridir, Ermeninin İngilizle ve de Moskofla sözü bir ettiği anlaşıldı. Bunların niyeti, İngiliz alttan, Moskof üstten vurup Osmanlı’yı kötületip sürüp geldiklerinde ‘Bre urun’ diyerekten bir gece apansız Müslümana saldırıp bizi bire kadar doğramaktır. Bu sebeple hükûmatımız bunlara ‘sür emri’ çıkaracaktır. Hükûmat olduğundan ancak ‘sür emri’ çıkarabilip ‘vur emri’ çıkaramamaktadır. Gerisi burda sizin gibi yiğit Türklere ve dini bütün Müslümanlara kalmıştır... Göreyim seni, dünyanın yüzünden Ermeni adını silesin, bu dünyada, padişahımızın, gayret nişanını göğsüne takıp salınasın...” (Büyük Mal, s.114-5)

Burada Kemal Tahir, “doğru” lafları, saf Pomak polis Cihangir’e söyletir. Ermenilerin direnmeden kaderlerine razı olduklarını işitince, Cihangir, Yakup Cemil’in yalanlarına sövmeye başlar: “Demiş idi ya, bunlar basacak Türkü arkadan, kıracaklar bire kadar... Verir miydi boynunu hazırlıklı herif koyun gibi satıra çabalamadan az çok?” (A.y. s.119).

Cumhuriyet rejiminin bu konuda İttihatçı politikasından sapma göstermediğini de uygun dille belirtir Kemal Tahir:

“İtilafçıların zamanında [belâ] gelir gibi olduysa da çok yaşasın Gazi Atatürk’ümüz yetişti. O gün bu gündür, nice memurdan mebustan adam geldi gitti. Ne zaman bu Ermeni kırımı lafı açılsa, hepsi ‘Çok yaşa! Şanlı vatan hizmetidir. Başkaca hiç bir iş görmesen elverir’ diyerek sırtımızı sıvazladı” (A.y., s.116)

Cumhuriyet’le girilen bu yeni evrede, Ermeni malı mülkü üstüne oturan bu yeni “burjuvazi”nin yerini ve rolünü Kemal Tahir doğru değerlendirmiştir. Büyük Mal’ın önemli (ve kötü) kişilerinden Hacı Kenan Efendi Kirkor Efendi’yi Hatap Boğazı’nda öldürtmüş, karısı Agavni sonra “Çorum’un rezil takımı Ermeni saklama meselesini ortaya atınca” (s.123) onu da sepetlemiştir - ama Kirkor Efendi’nin altınları gömdüğü yeri de söylettikten sonra.

Romanın sonlarına doğru Ermeni konusuna bir daha döner:

“1917’lerde Osmanlının mahalle değil, çadır kuramayacağı anlaşılınca, belediye çoktandır boş duran, boş durduğu için de korunması mesele haline gelen Ermeni mahallesini hatırladı... Abuzer Ağa takımının emmileri, dayıları, her yönden uzak yakın hısımları birer ikişer Ermeni evlerine sığındılar. Bunlar [Kürtlerden söz ediliyor] memleketlerinde yere gömülü taş koğuklarda oturur olmalılar ki, saray gibi Ermeni evlerinin ikinci, hattâ birinci katlarına çıkmayı göze alamadılar, alt katlara yerleştiler...” (A.y., s. 438-9).

YAŞAR KEMAL

Yaşar Kemal’in doğrudan doğruya Ermeni olaylarını, kıyımı ya da bunu izleyen gelişmeleri konu edinen bir romanı yoktur. Yaşar Kemal Cumhuriyet-öncesinden çok sonrasındaki toplumsal dönüşüme ilgi duyan, onu vermeye çalışan bir yazardır. Ama, romanlarının birçoğunun geçtiği Çukurova’yı her türlü ayrıntısıyla bilir, tanır. Bu nedenle onun da romanlarında, bir vakitler orada yaşamış Ermenilerin anılarına sık sık rastlarız. Örneğin “Akçasazın Ağaları” dizisinin ilk kitabı olan Demirciler Çarşısı Cinayeti’ne bakalım: “Bir göçmen köyü de Bozkuyunun alt yanındaki boş Ermeni köyünü yurt tutmuş, oraya yerleşmişti.” (s. 151) Köyün niçin “boş” olduğunu burada açıklamaya kalkışmaz yazar. Zaten başka şeyler anlatmaktadır. “Boş Ermeni Köyü”, topografik bir ayrıntı gibi karşımıza çıkar.

Ama daha ileride, bu köye değilse de, geçen olaylara daha ayrıntılı referanslar görürüz. Akçasaz’ın tarihî destansı bir tonla anlatılırken, bu konulara da değinilir:

“Muallim Rüstem Bey, sen bir muallimsin, gökgözlü... Kasabaya geldiğinde yalınayaktın. Ve Ermeniler kaçtığında en güzel Ermeni evine sen kondun... Türkmen ağalarına, ileri gelenlerine teker teker Ermeni evlerini sen dağıttın. Çadırdan çıkıp Ermeni konaklarına geçtiler... Altı bin dönümlük Vartan Beğyanın tarlasını hemen onun üstüne bir gün içinde yaptırıverdin, niçin?... Sen olmasan kim gelir de o Ermeni topraklarının tapusunu alırdı, avuç avuç tapu harcı vererek?...” (s.353-4)

Mal paylaşımı bazen de zor kullanmaya yol açar:

“Bir gün öğle üstü Süleyman dokuz silahlı kişisiyle Mustafa Ağa’nın kapısını çaldı, buyur ettiler.

“Buradan çıkacaksın. Panosyanın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil... Çünküleyin Panosyanı ben iteledim. Ol sebepten Panosyanın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkânları hep bana kaldı!” (s.357)

Bu paylaşma yıllarca sürer. Ala Temir adında saf bir Yörük yıllar sonra gene bunların peşine düşer! “Oralarda emvali metrukeden, yanicığıma Ermeni dostlarımızdan kalmış hiç tarla yok mu? Onu sormaya geldim. Benim tarlalar gayri bana yetmez oldu da.” (s.416)

“Kimsecik” dizisinin ilk kitabı Yağmurcuk Kuşu da benzer mahiyette cümleler, bilgiler, değinmeler içerir. İlkin Ermeni ve Kürtlerin nasıl içiçe, kardeşçe yaşadığı anlatılır. Sonra, “İsmail Ağa için kırım günleri ömrünün en acı günleridir.” (s.53) cümlesini görürüz. 400 sayfayı geçen romanda serpiştirilmiş, böyle birçok cümle vardır.: “Ermenileri, Ermeni Kırımını, savaşı, Ermenilerin Çukurovayı boşaltıp kaçışlarını uzun uzun anlattı Haşmet Bey.” (s.77)

Annesi İsmail Ağa’ya öğüt verir:

“Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz... Zulüm tarlasında zulüm biter.” (s.95)

İsmail Ağa bu öğüde uyar: “Sağ ol ama Bey, ben Ermeni konağı, çiftliği, tarlası istemem” der. (s.97). Konağı öneren Arif Bey sinirlenir:

“’Ne varmış Ermeni kökünde, çiftliğinde de... Arif Beyin sesi titriyor, gittikçe de sertleşiyordu.

“’Yuvası bozulan kuşun yuvasında öteki kuş da barınamaz.’

“‘Onlar kuş değil, Ermeni’, diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangırdayarak Arif Bey, ayaklarını yere vurup tepinerek, ‘Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli Kürt, onlar kuş değil, kuş değil... Evleri de yuva değil, olamaz’” (s.97).

İsmail Ağa’nın gösterdiği bu direniş, o malları paylaşmakta sakınca görmeyen ötekilerin ahlâksızlığını suratlarına çarptığı için ona çok kızarlar:

“Arif Bey,

“’Aman Beyler, ben böyle bir zırrıkı Kürt görmedim: demişti.

‘Herif, biz Ermenileri kovduk diye Ermeni evinde oturmuyor, Ermeni tarlası sürmüyor.’” (s.103)

Çukurova’nın bu yeni zenginlerinin hemen hemen hepsi Ermeni mallarının üstüne oturarak zenginlik yolunda ilk adımlarını atmışlardır:

“Sonradan öğrendiler ki Memik Ağa bir sürü Ermeni tarlası kapatmıştı, kıyıdan köşeden, sorduklarında ben karaçalılıktan çıkardım diyecekti.” (s.125)

Daha sonra İsmail Ağa, dostu Onnik’i, onu öldürmek üzere kovalayan köylülerin elinden kurtarır. Bunların başındaki Sofi için, Onnik, bir tür “cennet yatırımı”dır:

“’Ver Ermeniyi bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir. Ben onu Rızadan satın aldım.’” (s.144).

Bu sözler, kıyım sırasında nasıl bir propaganda yürütüldüğünü ortaya koyar. Belli ki, “şu kadar Ermeni öldüren cennetliktir” diye propaganda yapılmıştır.

ORHAN KEMAL

Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’den sonra bir de Orhan Kemal’e bakalım: Kanlı Topraklar’da, Ermeni kırımının yâdigarları, Yaşar Kemal’de olduğu gibi Çukurova topografyasının bir parçası gibidir:

“1914 Birinci büyük harb. On dört yaşında, kara, kuru, ama gözlerden zeka taşan bir delikanlı. Tehcirle boşalmış Ermeni dükkân tezgâhlarına üşüşen Osmanlılar da Ermeni, Rumlar kadar dost, ya da düşman. Önce insan var, insanlar vardı. Çıkarını sağlayanlar ister camie gitsinlerdi, ister kilise ya da havraya. İsimleri ister Ahmet, Mehmet, Ali olsun, ister Bogos, Vartan, Alfred, Haçopulo.” (Kanlı Topraklar, 1963, s.13)

Aynı mülkiyet aktarımı konusuyla karşılaşırız burada da. Romanın zengin ve olumsuz kişisi Nedim Ağa

“fabrikayı yıllarca önce Emvali Metruke’den, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuza satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü.” (A.y.,s.19)

Partililer, bu işleri de denetleyenlerdir. Nedim Ağa hayır cemiyeti balosuna bilet almamak için mızmızlanınca azarı işitir:

“Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun? Kafamı kızdırma, bir kulbunu bulur elinden alıveririm ha!” (A.y., .19)

Adanalılar, eski günleri yad eder:

“O zamanlar böyle değil, ticaretin hızlı, Bezirgânlık gâvurların elinde. Her halde bileceksin, bu Nedim Ağanın fabrikası da dahil, bütün fabrikalar Rumların, Ermenilerin, Almanların.” (A.y., s.92): “Milli mücadeleden sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin.” (A.y., s.93); “Vallahi anlattılardı bir şeyler ya... Ermeni tehcirinde kumaş mağazasına mı konmuş? Adam mı boğazlamış kendi gibilerle bir olup?” (A.y., s.97)

Topal Nuri süreci anlatır. Oldukça “sahih” bir tarih özetidir bu:

“Meşrutiyet, İttihat ve Terakki. Millî zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den. Aman Nedim demiş, ben seni severim, mert adamsın. Dinine ve diyanetine de sağlamsın. Gel seninle bir anlaşma yapalım: Malımı mülkümü sana satmış, paralarımı bir tamam almış olayım. Sen de mallarımın başına geç. Benim yerime işlerimi idare et. Kazan. Ye, iç helâl olsun. Bana da ne gönderirsen artık...” (A.y., s.97-8).

Tabii bir şey gönderilmediğini öğreniriz (Orhan Kemal’in ilginç dalgınlıkları vardır. Az önce, fabrikanın “parti” yoluyla Nedim Ağa’ya kaldığını okumuştuk. Ama tabii bu dalgınlık anlatılan toplumsal olayın kendisiyle ilgili değil).

“Topal Nuri [asıl kötü adam], eski Ermeni mahallelerinden birinde iki katlı bir konak buldu. Kırmızı Marsilya kiremitli damıyla bu zarif ahşap konağı ilk sahibi kocaya vereceği kızı için özene bezene yaptırmış, hediye etmeye vakit bulamadan, İttihat ve Terakki’nin tehciriyle Halepe kapağı atmıştı. Sonradan çeşitli eller değiştiren konak, Millî Mücadele’ye birlikte ‘emval-i metruke’ye kalması oradan da, Ermeni mallarının yağması ile zenginleşmiş bir yeni zenginin eline geçmişti ki, Topal Nuri, Nedim Ağa’nın isteği üzerine bu evi Şehnaz’a yirmi bin liraya satın almıştı.” (A.y, s.159)

Nedim Ağa, fabrikadan başka, “bir eski Ermeninin olan taş konağı”nda oturmaktadır. (A.y., s.189)

“Ermeni” motifi, hemen hemen hep aynı şekilde, ama her an karışır anlatımın içine. Artık orada olmayan insanlardan geriye kalmış nesnelerle onları her dakika hatırlarız:

“Bu, kalın ayakları oymalı ceviz masa da, yerlilerden pek çoğunun evlerinde raslanacağı gibi, Ermenilerden kalma eşyalardandı.” (A.y., s.270) “Köylü bir tek karışını bile boş bırakmıyor, ekiyor, biçiyordu ama, bu ekilen biçilen, ürünleri satış edilen tarlalar çoğu zaman tapusuzdur! Tapu kayıtlarına göre yıllarca önce [aslında anlatılan 30’lardır; o kadar da eski değil] tehcire tâbi tutulup memleketten çıkarılmış Ermenilere aitti.” (A.y., s.282-3)

Romanın adının niçin Kanlı Topraklar olduğu anlaşılır. Bunun devamı olarak yazdığı Hanımın Çiftliği ’50’lerde geçtiği için orada Ermeni lafı pek yoktur; ama burada yeterince geçiyor ve Ermeni Kıyımı üstüne söz söylemenin o kadar da yeni başlamadığını gösteriyor.

TARIK BUĞRA

Bazı yazarların bu konuları ele alırken büsbütün “zenofobik” görünmemek için, arada bir “iyi” bir Rum veya Ermeni tipi yarattıklarını söylemiştim. Tarık Buğra bunu Küçük Ağa’da yapar. Romanın başlarında, Pontos’ta Rum devleti kurmak için toplantı yapan Akşehir Rumları arasında Vasil, bunlardan biridir. Şöyle konuşur:

“Evet, biz Osmanlı’yız. Babalarımız ve dedelerimiz asırlardan beri bu toprakta Türklerle birlikte, onların haklarına sahip olarak yaşadı. Bir zulüm, bir hakaret görmedik. Aldık, verdik, hak hukuk geçti aramızda... Devlet galip gelince bir kötülük görmedik, üstelik makamlar, ünvanlar aldık. Fakat yenilince biz kötülüğe kalkıştık.” (Küçük Ağa, s.86)

O yılların ortamında bu sözleri söyleyecek bir Rum bulunabilir miydi? Kesinlemelerden kaçınmak gerekir ama herhalde çok zor bulunurdu. Bu sözlerin büsbütün yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Ama yalnız Taık Buğra’nın değil, pek çok Türk yazarının yaptığı bir genellemeyle karşı karşıyayız: 15., 16. ve hatta 17. yüzyıllarda, Batı’da eşine ratlamak mümkün olmayan bir dinî-kültürel hoşgörü Osmanlı toplumunda vardı. Ama 18. yüzyıldan itibaren bu durum değişmeye başlamıştı. Aralarında fazla profesyonel tarihçi bulunmayan Akşehir Rumlarının eski tarihi değil, bu yeni tarihi daha canlı hatırlamaları akla yakındır. İkincisi, “millet sistemi”nin “altın çağ”ı sayılacak dönemlerde de, “hoşgörü” vardı ama, “eşitlik” gibi bir kavramın izi yoktu. Gayrımüslim “zimmî”ydi, yani “zimmet”imize geçmişti. Ona iyi bakmakla yükümlü oluyorduk; ama kendimize eşit saymamızı gerektirecek bir yükümlülüğümüz yoktu.

Nitekim Tarık Buğra, Vasil’in ağzından bunları söyledikten sonra, kendi ağzından, şu cümleyi kurabiliyor: “Pis ve dünkü köle Yunan’ın Orhan’ı Osman’ı cennete geçiren kabirlere yaptığı hakaretleri anlatıyor.” (s.140) Halide Edip’te gördüğümüz Ermeni aşağılaması gibi bu da, onları “bize nankörlük ettikleri için” suçlarken ağızdan kaçan bir söz! “Biz onlara bu kadar iyi davranmışken...” diye başlayan bu söylem, kaçınılmaz olarak böyle bir kanala dökülür. Bütün bu dünkü “Uşak” ve “Köle” edebiyatında, “nankörlük” yaptığı söylenenlerin gerçekte ne yaptığını anlamak güçleşir. Belli ki onları eşit görmüyoruz. Bizim yönetimimiz altında yaşadıkları için “Uşak” ve “Köle” deme hakkını elimizde tutuyoruz. Böyle yaşamaya devam etmemek üzere eyleme geçtiklerindeyse, “nankör”, “hain”, “kalleş” oluyorlar. Bazı Türkleri memnun etmek belli ki bir hayli güç.

Romanın sonuna doğru bir de “olumlu Ermeni” çıkar karşımıza: Doktor Minas:

“İmparatorluğun çöküşüne rağmen, ekmeğini yediği, ekmek paylaştığı bu toprakla bu insanlara bağlı kalan pek az Hıristiyan’dan biri idi o.” (s.378)

Şu iki kelimelik “ekmeğini yeme” deyiminin altında özetlenmesi sayfalar alacak ve üzerine sayfalarca söz söylenmesi gereken bir anlayış ve bir tutum yatıyor. Günümüzde geçerli “azınlık hukuku”nda, ama aynı zamanda buna ilişkin ahlakta, böyle bir kavrama yer yoktur. Bir nesnel temeli de yoktur. İşi gücü olan, mesleğini icra eden bir adam -örneğin bu doktor- niçin bizim himmetimizle karnı doyan bir sığıntı olsun? Kendi yaşadığı topraklarda onu boğazlamayıp var olmasına izin verdiğimiz için mi “bizim ekmeğimiz”i yemiş oluyor? Çok vahşi, çok gayrı medenî bir bakış açısı bu; ama öyle olması, bütün bir edebiyatta sık sık karşımıza çıkmasına engel değil.

Tarık Buğra devam ediyor:

“Bir vakitler Agop, Yorgo, Hristaki yoktu. Aynı hava, aynı su ve aynı nimetler, aynı haklara eşit olarak, hem de aynı selâmlaşmalar, aynı gülümseyişlerle paylaşılıyordu.” (s. 381).

Ama bu “cennet” ortamının bir yanılsama olduğu anlaşılıyor: “Temellerindeki sarsıntı ile birlikte akrep akrepliğini -Agoplar Agopluklarını, Yorgolar Yorgoluklarını- bulmuştu.”

Burada milliyetçilikte kaçınılmaz olarak bulunan, ama Tarık Buğra’da her zaman özellikle öne çıkan “özcü” yaklaşımın örneğini görüyoruz. Azınlıklar olarak yaşayan insanların, imparatorluğun çöküşünde, kendi ulus-devletlerini kurma istekleri konjonktürle veya tarihle ilgili bir şey değil: “Agopluk” ve “Yorgoluk” olarak, hep orada bulunmuş bir “öz”ün dışavurumu. Üstelik bu “Agopluk” ve “Yorgoluk” her türlü kötülükle de donanmış olduğu için ancak ”akrep” analojisiyle anlaşılır hale geliyor.

İmparatorluk parçalandığında buna en çok, kendini onun sahibi sayan kişinin üzülmesi doğaldır. “Madem dağıldı, biz de kendi başımızın çaresine bakalım” diyenlere kırgınlık duymasının da anlaşılır bir yanı vardır (hak verilmese de). Ama Tarık Buğra’nın dili, “ekmek yeme”den “akrep”liğe, konunun bu kadar basit olmadığının ipuçlarını da veriyor. “Biz size dostluk gösterdik, siz bize...” söylemiyse bu, iddia oysa, “siz zaten akreptiniz” suçlaması bir “dostluk” belirtisi değil.

“Özcü” anlayışıyla Tarık Buğra, kendisinin de büsbütün inkar edemediği “İyi Rum” ve “İyi Ermeni” olgusu karşısında bir açıklama bulamaz gibidir:

“Hiç olmassa aralarında Doktor Minas’lar, Manifaturacı Eftim’ler çıkmasaydı... çünkü o zaman işin içinden ‘Rum’ deyip ‘Ermeni’ deyip çıkıvermek mümkündü...” (s.382)

Bu satırları okuyunca, Buğra’nın o kadar da yalınkat ve bağnaz bir milliyetçilik gütmediğini düşünmek mümkün olabilir belki. Ya da olabilir mi?

Tarık Buğra bu “sorun”u Reis Bey yolundan düşünür ama pek dişe dokunur bir sonuca varmaz, bir açıklama yapmaz. Gene öteki konuya döner, “İhanete, kalleşliğe uğrayanlar şimdi artık efendilik, haklarını kullanmadıkları, üstünlüklerini ve bunun imkânlarını ihmal ettikleri için hırslı bir pişmanlık duyuyorlardı” diye devam eder. (A.y., s.382)

Aslında, Minas ve Eftim gibi, kuraldışı gördüklerinin, “Biz Osmanlı’yız” demelerinin dışında nasıl bir erdemleri olduğunu pek görmeyiz. Minas’ın ayrıca iyi, vicdanlı bir doktor olduğu, tanıdığı Türklere dostane yaklaştığı gösterilmiştir biraz. Ama bunlar, “olumlu însani nitelikleri temsil ediyor” türünden cümleler kurmamız için yeterli mi? Değil elbette.

Bu durumda, iyiliğin, Türk olmak, bu olamıyorsa hiç değilse Türk dostu olmak dışında bir tanımı görünmüyor. Bu adamları Tarık Buğra’nın hoşgörmesine yol açan bu özelliklerin kendi cemaatları tarafından nasıl karşılanması gerekeceği de belli değil.

Daha dolaysız bir şekilde Ermeni olaylarına yönelen iki romana gelmeden önce, sınıflandırması zor bir kitapta rastladığımız bazı bölümler üstünde durmak istiyorum. Bu kitabın adı Yüzbaşı Selahattin’in Romanı. Adı roman ama aslının Yüzbaşı Selahattin Yurtoğlu adında gerçek bir subayın anıları olduğunu öğreniyoruz. Oğlu Cengiz Yurtoğlu on beş cilt tutan bu anıları İlhan Selçuk’a veriyor; o da bir seçme ve kısaltma yaparak bunları iki cilt halinde yayımlanabilecek hale getiriyor: “On beş cilt tutan anılardan bugünkü ortamda tepkiler yaratacak bazı sayfaları da çıkartmak zorunda kaldım” diyor. Bunların neyle ilgili, ne anlatan sayfalar olduğunu bilmiyoruz; “tepki yaratacak” olduğuna göre, bugün için önem taşıyan konular olmalı. Ama anılarla yayımlanan yarı-roman kitap arasında genel olarak, çok farklı bir nitelik olduğu kanısında değilim. Yüzbaşı, “political correctness” diye bir kavramın bilinmediği bir zaman diliminde bunları yazmış; İlhan Selçuk da muhtemelen çok fazla müdahale etmemiş - sanıyorum. Yüzbaşı, Van isyanına değinir:

“6-7 Mayıs 1915 günlerinde Van valisinden... telgraflar gelmeye başladı. Van’da Ermeniler isyan etmiş. Van kentinde Ermeni ve Türkler arasında kan gövdeyi götürmeye başlamış; Rus birlikleri Van’a yaklaşıyormuş.”

16 Mayıs’ta Van’ın düştüğünü haber alırlar. Bu tarihte tehcir başlamış ve bütün ülkede yürürlüktedir. Burada Yüzbaşı daha eskide kalan ilginç bir görüşme aktarır. Kendisinin en yakın ilişkide olduğu, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın başkanlığında bir kurul Ermeni Patriği’ni ziyaret etmiş ve şunları söylemiştir (4 Ağustos 1914 gibi bir tarih de veriyor):

“Osmanlı İmparatorluğu bir Cihan Savaşı’na girmek üzeredir. Bu, devletimiz için, olmak ya da olmamak sorunudur. Bunun içindir ki, imparatorluk her tedbire başvuracaktır. Ermenilerin yüzyıldan beri bir hükümet kurmak için çalıştıkları ve bu yolda Rus ve İngilizlerce desteklendiklerini biliyoruz. Bu durum karşısında teklifimiz:

“1. Biz savaşta ya galip geleceğiz, ya yenileceğiz. Eğer bu dönemde siz bize kötülük yapmazsanız ve biz de galip gelirsek, merkezi Erivan olmak üzere bir Ermenistan kurulmasını (Türk-İran-Rus topraklarında) kabul ederiz. Yok, yenilirsek zaten galip devletler bunu yapacaklardır.

“2. Ermeniler düşmanlarımıza yardım ederlerse, o vakit Türkiye’deki bütün Ermenileri mahvederiz. Galip gelir ve Kafkasya’ya geçersek orada aynı davranışı devam ettiririz. Yenilsek dahi Ermeniler için kazanç yoktur.

“Bu teklif karşısında Patrikhane, Ermenilerin savaş süresinde tamamen tarafsız kalacaklarını vaadetmiş ve ‘tarihin mukadderatına intizar edeceklerini’ söylemişlerdir. Buna rağmen olaylar Ermenilerin verdikleri sözde durmadıklarını ve ihtilâl yoluna baş vurduklarını gösteriyor.” (s.152)

Herhalde Türklerin genel kanısının bu olması gerektiğini anlatmak istiyor Yüzbaşı. Çünkü kıyım da sürmekteydi. Nitekim birkaç sayfa sonra Van kıyılarının güzelliğini anlatırken “Ama ya boş Ermeni ya da yarı vahşi Kürt köylerine tek tük rastlanıyordu” der. Demek ki köyler, burada bile, boşalmaya başlamıştır. Çok geçmeden şu satırları okuruz:

“Muş’u çevreleyen dağlar Ermeni muhacirleriyle dolmuştu. Kadın çocuk ve erzaklarını vaktiyle buraya kaçırmış Ermeniler silâhlı tabur ve bölükler halinde Türk köylerine ve Türk askerlerine saldırmakta, buna karşılık Otuz altıncı Tümen bütün ovayı yakmakta ve Ermenileri imha etmekteydi. Otuz altıncı tümenin başında henüz otuz bir yaşında bir kurmay subay olan Kazım Bey bulunuyordu.” (s.176)

Sözü geçen Kâzım Bey, Kâzım Özalp’tir. “Political correctness” kavramını bilmeyen ve Türkiye’nin daha sonra “Kıyım olmadı” diye bir tez geliştireceğini de tahmin etmeyen Yüzbaşı Selahâttin “imha etmek” veya “bütün Ermenileri mahvederiz” gibi kelimeler kullanmakta bir sakınca görmüyor.

Bunlar olurken: “Hastane baştabibi bir Ermeni kaymakamdı. Yanında Türk bir yüzbaşı vardı” (a.y., s.176) sözlerini de okuyabiliyoruz. Ortada sistematik herhangi bir şey olduğunu düşünmek zor.

Hüküm süren bu kargaşalığın mahiyeti hakkında bir fikir vermesi ve ortama bir ışık tutması bakımından, Ermeni konusuyla ilgisi olmayan bir episod hakkındaki şu anılara göz atalım: Arabistan’da Türk ordusu çekilme halinde, Araplar da saldırıp hastanede bırakılan yaralıları soyuyor. Durumu gören Bekir Sami Bey (Çerkes’tir) yalnız bunu yapanları değil, ama “Kazımiye halkını toplamaya başlamış.” Kazım Karabekir de burada. Soruyor:

“- Peki bu halkı ne yapacaksınız?

“- Şimdi ne yapacağım görürsünüz.

“Biraz sonra ateş sesi duyuldu. Bir de ne görelim!... Bekir Sami dört yüz kişiden fazla olan Kazımiyye halkını kurşuna diziyor. Çok üzülen Kazım Karabekir:

“- Bekir Bey ne yapıyorsun? Bu halkın ne günahı var?

“- Dört yüz yıllık Osmanlı tarihînin hesabını görüyorum.” (s.278-9)

Her şeyin mübah ve mümkün olduğu bir ortam bu.

Bir süre sonra Yüzbaşı Selâhattin’i Kafkasya’da görürüz. Rus ve İngiliz birliklerinden Bakü’yü almaya çalışmaktadırlar (1918 Eylül’ünde).

Bir aralık, bazı kayıkların Hazar’da açıldıklarını görünce, “düşman kaçıyor” diye sevinirler. Ama yanlarındaki Alman Kurmay Başkanı Parak_vin (Almanca kimbilir nasıl yazılıyor) bunun böyle olmadığını söylerken bir kavga başlatır:

“- Kaçan düşman değil, sizin zulmünüzü hesaplayan Ermenilerdir. Yazık siz, dünyanın en namuslu ve çalışkan milleti olan Ermenilere bu zulmü yapmakla tarihin en kötü damgasını yediniz.” (s.412)

Oradaki Türkler, bugünkülerden farklı olarak, bir “kıyım”dan söz edildiğini anlar, ama bunun bir yalan olduğunu iddia etmezler.

Salih Bey (Omurtak):

“- Onlara acımak bize düşmez... dedi.

“Alman üzerine gitti:

“- Bunu Türkün yağmacı ve vahşi ruhu yaptı.

“Salih:

“- Eğer vahşet söz konusuysa, bunu bize siz öğrettiniz. Yüzyıllardan beri Türk kanı içen, Hıristiyan dünyasıdır.” (s.412-3)

Gene, “yapmadık” diye bir itiraz yok.

Burada da Azerilerin Ermenilere uyguladığı bir kıyım olmalı: “Biz üç saat kenti gezdik. Gördüğümüz manzaralar feciydi. Bunlara engel olmaya çalıştık” diye yarı kapalı bir ifade var. (s.416)

Kitabın ikinci cildinin başında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamı hikâyesine değinilir. Yüzbaşı, sabah gazetesinde, Paris’te General Antranik’e işlemeli bir kılıç armağan edildiğini okuduktan sonra bu haberi de öğrenir.

“Sabah okuduğum gazeteyi düşündüm: Türk kesen Ermeniye pırlanta işlemeli kılıç armağan ediliyor. Ermeni kesen Türkü de Türk Hükûmeti asıyor.” (C.II, s.31)

Antranik’e armağanlar verilmesi Batı’nın bu konulardaki bilinen önyargılı tavrının bir örneği sayılabilir. Antranik’in kan dökmekte herhangi birinden geri kalır bir kişi olduğunu sanmıyorum. Ancak Yüzbaşı, Kemal Bey’in “Ermeni kes”tiğini de teslim ediyor. Buna değil Türk Hükûmetinin onu cezalandırmasına şaşıyor.

İş bu noktalara varınca, yapılan şeyin ne olduğu değil, yapanın kim olduğu önem kazanıyor (“bizden mi, onlardan mı?”). Aynı şekilde, Yüzbaşı ve arkadaşları Bursa’yı ele geçirince, “Ermeni taktil ve tehciri (öldürme-sürme) ile ilgili görülerek tutuklananların tümünü hapisten çıkardık... Tehcir ve taktil divanıharbinin çalışmasını durdurduk.” (C.II, s.116)

HİKMET ILGAZ

1953’te Hikmet Ilgaz adında birinin Şark Yıldızı adlı, iki ciltlik bir romanı yayımlanır. “Önsöz”de kitabın Ermeni propagandasına bir cevap olarak, işin doğrusunu anlatmak üzere yazıldığı anlatılır. Şöyle denir:

“... gizli maksatlar güdenlerin, mevzuu parmaklarına dolayarak aleyhimizde neşriyata devam ettikleri, filmler çevirdikleri, temsiller verdikleri ve bunların hepsinde bir tarafı melâike kadar masum diğer tarafı ise hunhar ve gaddar göstermek yolunu tuttukları görülmektedir.” “İşte bu tahrikât üzerinedir ki ben de hem bu vatandaşların [Ermeniler] önüne mazinin intibahını sererek kendilerini samimane ikaz etmek, hem de cihan efkârına bu hadiselerin açık alınla hesabını vermek zamanının geldiğine kani oldum”

Yazar hâlen Türkiye’de yaşayan Ermenilerle sorunu olmadığını belirtir.

“Zira bu kanlı vakalara bizzat veya bilvasıta iştîrak edenler, yer yüzünde adaletin ezelî mümessili olan Cenabı Hakkın gazabına uğrayarak büyük mesafeler üzerinde sık sık yer değiştiren iki cephe hattının arasında kalıp ezilmişler, atiyen kendilerinden bir hesap sorulmasından korkarak kaçmışlar ve kısmen de bugün millî hudutlarımızın haricinde kalan o zamanki uzak vilayetlerimize tehcir edilmek suretiyle kendi kendilerine tasfiye olunmuşlardır.”

Böylece Ermenilerin kıyıma uğramadığını, ama kendi kendilerini “tasfiye” ettiklerini öğreniyoruz.

Roman “birinci şahıs tekil” bir sesle ve bir upuzun mektup olarak başlar. Van’dan Bitlis’e gelen yaşlı bir öğretmen, ailesinin başından geçenleri İstanbul’daki kardeşine anlatmaktadır. “Mektup”, ikinci cildin başlarında biter. Bu noktada, öğretmen, kızı Münire’yi İstanbul’a yollamış, kendisi orada kalmıştır. Ama bu değişimle birlikte Ermeni konusu da kapanır. “Münire’nin Hayatı” diyebileceğimiz yeni bir hikâyeye dalarız. Bu iki kısım arasında “organik” denebilecek bir bütünlük yoktur. Münire, başından bir dizi felâket geçmiş olarak Van’a döner ve annesinin mezarı başında ölür. Ermeniler konusu kapanıp olay Türkler arasında geçmeye başlayınca, ilk bölümde hemen hemen bütün kötüler Ermeni ve Türkler de aşağı yukarı tamamen iyiyken, Türkler arasından çok kötü insanlar çıkmaya başlar. Bu durum oldukça ilginçtir.

Birinci ciltte anlatılan olay ise Van’daki Ermeni isyanıdır. Bu isyanın başlangıcı tehcir emrinin verilmesinin öncesine gider. Dolayısıyla, bu isyan, Ermeni tarafında da silahlı bir hareketin hazırlığı olduğunu kanıtlayan bir olgudur. Aynı zamanda, silahlı bir üstünlük kurdukları durumda, Ermenilerin de ele geçirdikleri kişilere çok insancıl davranmadıklarını gösteren bir olaydır. Ermeniler ise, isyanını bozulan ilişkiler ve uygulanan baskılar yüzünden ve tehcirden sonra patlak verdiğini ileri sürer. Olaylar birbirine çok yakındır ve sonuçta Ermeni tarafının ileri sürdüğü tarihler doğru olsa da, silahlı bir ayaklanma için “tam teşekküllü” bir hazırlık olduğu yeterince açıktır.

Bu özelliklerinden ötürü, Van isyanı, Ermeni Kıyımı suçlamalarına karşı Türk tarafının kendini savunmak için öncelikle ele aldığı konu ve örnek olmuştur. Ne var ki, bu isyan, bütün bir tehcir ve kıyım olayını meşrulaştıracak boyutta veya nitelikte bir olay da değildir. Birilerinin isyanı, onunla hiç ilgisi olmayan ırkdaşlarını cezalandırmanın gerekçesi olamaz. Hikmet Ilgaz’ın bu romanı da tarihî içeriği çerçevesinde, aynı zaafı taşıyor. “Ermeni sorunu”nun ne olduğunu anlatacağını vaad ediyor ve Van’daki isyandan başka hiçbir konuya girmeden bitiriyor. Kıyıma, tehcire, bari bu “isyan”a misilleme olduğunu söylemek üzere değinsin... Ama onu da yapmıyor. Önsöz’de özellikle hitap ettiği Ermeni Türkiye yurttaşlarının bu anlatılanları okuyup, sorunun içyüzünü öğrendiklerini düşüneceklerine yazar kendisi, gerçekten inanabilir mi? Bu herhalde havsalanın ötesinde bir saflık gerektirecek bir durumdur.

Romanın adının, kapakta, gotik harflerle yazılmış olmasını bir şeye yormak gerekir mi? Bilemiyorum. Savaşın üstünden henüz on yıl geçmemiş, Hitler ve Nazizm’in prestiji pek yükseklerde değil; yani, “gotik harf” herhalde okur sayısını artıracak bir öge olamazdı. Yazarın tonu da, bildiğimiz millî tavıra uygun olmakla birlikte, böyle Nazi hayranı olacak bir tipolojiyi akla getirmiyor. Muhtemelen bir raslantı diyelim.

Kitabın özellikleri bunlar; ancak Şenol Kantarcı adında, ASAM’dan olduğunu söyleyen biri herhalde bu romanı çok bilimsel ve çok da belgesel bulduğu için, internette neredeyse tamamen ona dayanarak Van’da olanları anlatabiliyor. Avrasya Strateji Araştırmaları’nın araştırma anlayışı bu, demek ki.

AYLA KUTLU

Ayla Kutlu Bir Göçmen Kuştu O adını verdiği romanında daha çok Kurtuluş Savaşı’nı anlatır. Ama roman kahramanı, aslen bir Çeçen olan Emir Bey, Kafkaslar’da henüz bir çocukken, Ermeniler saldırmış ve babasını öldürmüşlerdir. Köyden bir grup halinde kaçarlarken de yolda yeniden saldırıya uğramışlardır. Annesi Cevahir’e tecavüz ederler. Ana oğul dışında sağ kurtulan olmaz. Emir de elinden sakat kalır.

Romanın sonunda, anlatılan olaylar olup bittikten çok sonra, Emir Bey’in en küçük kızı Leylâ’nın uzun süredir bulunduğu Norveç’te (Bergen’de) ailesinin tarihini aktaran bu romanı yazdığını öğreniriz. Okuduğumuz ciltte, Leylâ, ilk kuşak kadınları anlatacağını ve kendi kuşağını ikinci cilde saklayacağını açıklar (bu ikinci cildin adı da zaten Emir Bey’in Kızları olacaktır).

Ermenilerle ilgili bölümler bu romanların merkezinde yer almıyor. Bir aile tarihi yoluyla anlatılan Türkiye tarihinin bundan sonraki çeşitli bölümleri çok daha fazla ön planda. Ama Ermeni konusunun da bu romana girmesi ve bu biçimde girmesinin bir anlamı olmalı.

Olay Doksanüç Harbi’nin bir parçası olarak başlıyor: Demek ki 1915’ten çok önce. Dediğim gibi, geçtiği yer de Türkiye sınırları içinde değil, hiçbir zaman Türkiye (Osmanlı) sınırları içinde olmamış Çeçenya’da geçiyor. Komşuları Ermenilerin kanlı saldırısına uğrayan Çeçenler “Osmanlı”ya sığınmaya çalışıyor. Birtakım kopuk anılar, kanlı sahneler yoluyla verilen bu olayın nedenleri de hiç açıklanmıyor. Niçin Gotran, sevdiğini söylediği komşusu Batu’yu kafasını keserek öldürür? Ucunda mülk, toprak hırsı olduğunu düşünebiliriz. Bu savaşta Kafkasya’dan pek çok Müslüman yurdunu terk edip Osmanlı topraklarına sığınmıştı. Bu göç sırasında bazı Ermenilerin de kendilerine bir şey kapma çabaları olmuştur, olması akla yakındır. Böyle bir gerekçe, yapılanı haklı gösterecek değil. Ama bu kadar dahi bir açıklama olmayınca, anlatılan olayı, Ermenilerin sebepsiz kıyıcılığı ve kalleşliğine yormaktan başka çare kalmıyor.

Ayla Kutlu böyle tek-yanlı milliyetçi bakışıyla tanınan bir yazar olmadığı için, bu romanlarda karşılaştığımız bu durum da biraz şaşırtıcı oluyor. Nitekim yer yer yazarın işin öbür yanını da hatırlatmak istediği izlenimini veren bölümlere rastlıyoruz. Örneğin Ermeni Aram Usta’nın bütün ailesini bir kiliseye tıkıp yaktıklarını okuyoruz. (s.69-70) Emir Bey bu gibi durumların karşılıklı olduğunu ima eden sözler söyler:

“Ben onları Kafkasya’da da gördüm [Kendisi ve ailesinin uğradığı zulüm], üç yıl önce Urfa’da da [bu da 1915 kıyımı]. Bütün bağlar, bütün haklar bir gecede yok olabilir. Yok etme gücünü ilk olarak kullananın buna neden kalkıştığını anlamazsanız önce.” (s.146)

Bu arada, savaş-sonrası İstanbul Meclisi’nde kıyım konusunun tartışılmasını Ayla Kutlu’nun incelemiş olduğunu anlarız. Ancak bunlar Emir Bey’in “Türk Milliyetçisi” olduğunu söyleyebileceğimiz perspektifinden verilmektedir:

“Aydın milletvekîli Emanoilidi Efendi, istizah vermiş. Der ki, bir milyon Ermeni öldürülmüş, çeyrek milyon Rum sınırdışı edilmiş, yarım milyonu öldürülmüş, seferberlikte kurulan amele taburlarında çeyrek milyon insan, açlık ve sefaletten ölüme terk edilmiş. Arap Kavmi Necipine kötü muamele yapılmış. Bunu benim ırzıma, toprağıma, insanıma göz dikmiş bir milletin mensubunun sormaya hakkı olur mu?” (s.62)

Burada Emir Bey böyle şeyler olmadığını söylemiyor. Ama bugün de bazılarının yaptığı gibi, verili koşullarda böyle davranmanın zorunlu olduğunu, bunu sormaya bir Rumun hakkı olmadığını savunuyor. Soran bir Türk de olmadığına göre, kimse sormamalı demek ki.

Emir Bey bu gibi konularda tutarlıdır.: “Benim Urfa’nın o mümtaz Mutasarrıfı Nusret Bey, şimdi Kürt Mustafa Divanında ölüm bekliyor” diye konuşur. Buradan, Müslüman kadına hakaret ve eziyet eden Yahudi Gavrile’nin bir Türk tarafından öldürülmesi hikâyesine geçilir: “mise en page”, Nusret Bey’in etkinliğinin de benzer bir “nefs müdafaa” kategorisine girdiği anlamını iletmeye yatkındır.

Bu bölümlerde Fransızların işgal ettiği güney-doğu bölgelerinde onların silâhlandırdığı Ermeniler dolayısıyla Türklerin direnişe geçtiği de anlatılır. O Ermenilerin intikamını almak dürtüsünü duydukları bir olay olup olmadığı konusuna hiç girilmez. Böyle olunca, Türklerin Doksanüç’ten beri (bununla ilgili anlatılan olayın Türklerle ilgisi olmasa da) Ermenilerin zülmüne uğradığı ve buna karşı kendini savunmaktan başka bir şey yapmadığı sonucuna varırız (Gene Gavrile olayı: “Bu savunmadır. Savunmada kan dökülür.” (s.144).

Oysa elbette ki olay bu kadar basit değildir. Ayla Kutlu yazdığı birçok eserde görünür yüzeylerin ardında neler olduğunu özenle, titizlikle araştırmaya çalışmış bir yazardır. Ama bu sorun söz konusu olduğunda en kolay klişeleşmiş açıklamalarla yetindiğini görüyoruz: Bu da şaşırtıcı oluyor.

Ayla Kutlu, ikinci cildin başında, yazdığı kısa önsözün sonunda, “Kazanımlarımın koruyucu kalesi Cumhuriyettir. Dünyamın gücü, yaratıcılığı ve iklimi ondadır. Bu kitap, Cumhuriyete şükranımın elle tutulan kanıtı olsun!” demiş; “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” redifiyle sanki. Anladığım kadarıyla, onun bu iki romanı yazması, baş karakteri Emir Bey’in Cumhuriyetle ilgili anılarını yazmaktan vazgeçmesi ile aynı “jest”in bir parçasını oluşturuyor. Belki, onun yazmadığını yazmış oluyor Ayla Kutlu. Cumhuriyet’in kuruluşunu, bir “mucize” gibi gördüğü bu olayı (yukarıdaki satırlarında olduğu gibi) kutlarken, aynı zamanda, bu kuruluşun arkasının aynı şekilde gelmemesinin yasını tutuyor: klasik, “ihanete uğrayan devrim” ağıtlarından biri oluyor roman. Ama bu da, “kendisi çok iyiydi ama etrafı kötüydü” klişesinin pek fazla ilerisine varamadığı için hayal kırıklığı anlatan eserin sonucu da hayal kırıklığı oluyor. Burada belki o “Kuruluş mucizesi” öncesinin ele alınışındaki yüzeyselliğin ve kolaycılığın payı vardır.

ZEBERCET COŞKUN VE HAÇİN

Bu yazıda ele alacağım son kitaplardan biri Zebercet Coşkun’un Haçin’i. Bu roman, 1974’te, Milliyet Yayınları’nın roman yarışmasında dördüncü olmuş (Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’sının birinci olduğu yıl) ve ertesi yıl bu yayınevi tarafından yayımlanmıştı. 1933 doğumlu, Arnavutköy Kız Koleji’nin orta kısmından mezun Coşkun “velût” bir yazar değil. Bundan başka romanı yok. Ama çeşitli masal kitapları yayımlanmış.

Yazarın kitabıyla ilgili değerlendirmesi “Önsöz” gibi bir yerde değil, arka kapak yazısında karşımıza çıkıyor (bu “arka kapak”, Türkiye’nin romancılığında, başka ülkelerde pek rastlanmayan bir önem kazanabilir). Zebercet Coşkun şöyle demiş:

“Ermenilerden ve Türklerden oluşan büyük bir kasabanın belgelere dayanan acıklı öyküsü Haçin. Yazarken taraf tutmamaya çalışmakla beraber, olaydaki gerçek suçluların kendi milletimin insanları olmaması beni sevindirdi.”

“Haçin” bugün Saimbeyli adıyla bilinen kasabadır. Adana’yı İç Anadolu’ya bağlayan çok eski yolun üzerindedir. Gene çok eskiden beri yoğun bir Ermeni yerleşimiydi. Cumhuriyet’le başlayan ve bugün bile devam eden ad değiştirme (yer adlarını Türkleştirme) kampanyasında Haçin’den Saimbeyli’ye dönüşmesi normal sayılır. Saim Bey burada Ermenilere ve onların bağlı olduğu Fransız’lara karşı çete savaşı vermiş bir Haçin yerlisiydi (romandaki kişiler arasında da vardır).

Roman Gaytancızade Mürsel Efendi ile karısı Fatma Hanım arasında bir konuşmayla başlar. Yıl 1919’dur ve 1914’te Tehcir’le kasabayı terk etmiş Ermeniler dönmektedir. Fatma Hanım endişelidir: “Eskisi gibi olur mu, Mürsel efendi?” diye sorar; olacağına inanmaz: “Gâvur bu... Ermeni gâvuru...” (s.16) “Ermeni gâvuru buraya inmeden biz göçek” der. (s.22) Mürsel Efendi ise muhtemelen gidişlerinde yardımcı olduğu için, Ermenilerden kendilerine kötülük geleceğini düşünmez. Romanın geri kalanı, Fatma Hanımın haklı çıkmasının hikâyesidir.

Mürsel Efendinin Ermeniler konusunda iyimserliği epeyce çelişiktir:

“Hem Ermeni kim ola... Korkağın tekidir Ermeni milleti... Fransız milletinin ardına saklana saklana dönüyor doğup büyüdüğü yerlere. Sıkıysa tek başına gelsin...” (s.24)

Gidiş koşullarının pek böyle “sıkıysa” babalanmalarına uygun olmadığı belli. Ayrıca, “suçu olan gocunur” diyen ve yapılan kötülüklere karışmamış olmakla övünen temsilcimizin sözleri çok derin bir dostluk içermiyor. Ama komşusu Kayalıoğullarının Mehmet Efendi dört yıldır manastırın bahçelerini kullanmaktadır:

“Evinde manastırın şamdanları, eskisinde manastırın kilimleri dururmuş... Herkesin evinde yok mu bir şeyler? Gidenin bir gün döneceğini kim düşündü...’Gâvur gitti, malı helâl!’ Köylüsü, kentlisi, dağlısı, bayırlısı üşüşüverdiler... Ermeni mahallelerini bir uçtan ateşe verdiler yağmadan sonra. Yerlisi de olmasaydı içinde, bir işaret kalmayacaktı koca Haçin’den.” (s.15-6)

Zebercet Coşkun bunları, 1915’te olanları saklamaya çalışmıyor. Şu tür karşılaştırmalar da yapıyor, kentin iki nüfusunun geçmişteki hayatını anlatırken:

“Ermeni mahalleleri başka olur. Kadınlar, kızlar kolkola gezerler kapı önlerinde; delikanlılar piyasaya çıkar kızlara karşı.Kahkahalar, şarkılar... Kirkot’un kadınları kafes ardından gözler onları. Kırkot’ta gün ezanla başlar, ezanla biter...” (s.17)

Ya da:

“Her biri en az birkaç kere Paris görmüştü Haçin Ermenilerinin... Avrupa’nın modasını, Avrupa’nın görgüsünü getirdiler buralara...” (s.16-7)

Bunları galiba biraz da abartarak anlatır, ancak “arka kapak”taki gerçek suçluların “kendi milletinin insanları olmaması” kanısının rahatlığı ile çelişmesi gereken bu ayrıntılar, nedense önemli olmazlar. Geri dönen Mihran, eski dostu Mürsel’le konuşur:

“Haçin’de senle ben yokuz yalnız... İkimiz değiliz... Biz varız, siz varsınız... Zarar veren, zarara uğrayan...”

Ama Mürsel efendi oralı değildir. “Muharebe bu!” diye cevap verir. (s.34) İyi de muharebe Türkler ve Ermeniler arasında değil. Haçin Ermenilerinin (şimdiki resmî söyleme uygun biçimde) Türklere o tarihte saldırdığına, “arkadan vurduğuna” dair bir şeyler de anlatmıyor Zebercet Coşkun. Mürsel efendi, “siz gittiniz, kalanlar bıraktıklarınızı yağmalayacaklar” diyerek, durumu “normal”leştiriyor -sanki Ermeniler canları sıkıldığı için ya da her nedense- kalkıp kendi kendilerine gitmişler gibi. Mihran bir kere daha teşebbüs eder derdini anlatmaya:

“Dört koca yıl Halep sokaklarında bir lokma ekmek için didin... Anamı, babamı ecel aldı diyelim, ama bukleli, sarı saçlı kızımı kolera aldı... Suçlusu bunların?”

Mürsel efendinin dediği dediktir: “Suçlu yok...Suçlu muharebe...” (s.25) Sonra savaşta ölen Türk askerlerini anlatmaya koyulur. Bunu da tehcir ve kıyımla aynı kefeye koymakta bir tutarsızlık olacağını hiç düşünmez. Yazar da, burada bir tutarsızlık olduğunu hiçbir şekilde ima etmez. Ama yalnız “yazar” değil, günümüzün “milliyetçi savunma” çizgisi de bir tutarsızlık görmüyor olmalı, çünkü kıyım rakamlarına karşı sürekli savaşta ölen toplam Türk askeri rakamını verip duruyorlar.

“Türk tarafını savunma” misyonuyla yazılan bu gibi romanların vazgeçilmez bir ögesi, söylenmesini bizim istediğimiz bazı sözleri, karşı tarafa söyletmektir. Böylece “gâvur bile böyle konuştu” deme imkanını kazanmış oluruz. Arşaloz hanım söylenir:

“Olan olmuş, biten bitmiş... Sen şimdiye bak! Sen geleceye bak! Hey gidi koca kafalı Aram. Hey gidi kötü Aram! Yine mi çöllere düşmek istiyon?... Ne varmış sürdürecek... Yanan yanmış, giden gitmiş... Sen şimdiye bak!... Yine bir iş getirecekler bu milletin başına... Otur oturduğun yerde ve Tanrına şükret!... Ermenisi Türkü mü varmış bu işin? Hep insanız...” (s.65)

Zebercet Coşkun’un bu romanı yazmış olması, Ermeni kadına söylettiklerinin geçerli olmadığını düşünmesinin sonucudur. Bu sözler geçerli olacaksa, oturup Haçin’de bize yapılanları yazmanın da bir anlamı olmazdı. Bize herhalde pek hoş görünmesi beklenen bu Arşaluz’un sözlerinin bir Ermeniye nasıl geleceği, benzer bir durumda aynı lakırdıyı “Türk” ve “Ermeni”ye yer değiştirerek söyleyecek bir “Türk karakter’in Türk okura ne kadar olumlu görüneceği gibi sorular hiç akla gelmiyor.

Ve yazar bundan sonra bazı Ermenilerin Türklere uyguladığı zulmü bütün ayrıntıları ile anlatmaya girişiyor. Gerçi bunların bazılarını (s.97-98’de Jandarmaların çocukları götürmeleri gibi sahneleri) 12 Mart veya 12 Eylül anlatan romanlarda da görebilirdik; ama Ermeni yapınca daha korkunç oluyor. Öte yandan her türlü korkaklık onlarda. Bu, Türklere övgüyle yanyana gitmek durumunda: “Dövüşten korkarım, hele Türklerle dövüşmeyi hiç göze alamam.” (s.208) Böyle satırlar, falanca yerin kurtuluşu töreninde efzun kılığına girip silâh sesi duyunca sırtüstü yere serilip bacaklarını havaya kaldıran Yunan rolünde yurttaşlarımızın gösterileri kadar inandırıcı ve ince!

Sonra Türk halkın Haçin’den sürülmesi sahnesine geliyoruz: “Haçin İslâmlarının kadınları çığrışarak ilerliyorlar... Genç, ihtiyar, çoluk, çocuk... Çevreleri jandarmalarla dolu. Üçer dörder sıra yapmışlar onları. Sıkı sıkı giyinmişler tümü, çocukların boyunları, kulakları sarılı...Nereye gittiklerini bilen yok” (s.272) 1915’te Ermenilerin kasabadan götürülüşü acaba nasıl anlatılabilirdi?

Roman, Türk çetelerin kasabayı geri alışı ve kalan Ermenileri doğramasıyla biter: “Değirmenin içi çocuk dolu. Hasan kılıcını savuruyor. Önüne geleni doğruyor.

“- Ne yapıyorsun Haso? Dedim. Onlar çocuk... Günahsız...

“- Ya benim Hüseyinim? Ya benim Mehmedim? Onlar çocuk değil miydi?” (s.380)

İntikam duygusunun da yalnız Türk milletine (ve belki bazı Kürt’lere - bize ihanet etmiyorlarsa) verilmiş bir hak olduğunu görüyor ve öğreniyoruz. “Yapan onlar... Biz yalnız karşılık verdik...” (s.382)

Zebercet Coşkun, gerçek suçluların kendi milletinden olmadığını öğrenmiş olmanın huzurunu roman boyunca taşır. Bunun böyle olmama ihtimali bulunup bulunmayacağı sorusuyla ilgilenmez.

GÜN OLUR DEVRAN DÖNER

Yazıyı pek tanınmadığını sandığım bir romanla bitireceğim: Reha İsvan’ın 1992’de yayımlanan Gün Olur Devran Döner’iyle. Reha İsvan özellikle bir dönemin çok tanınan bir kişisi olmakla birlikte öncelikle bir edebiyatçı olarak tanınmaz. Bu kitabıyla ilgili herhangi bir şey okuduğumu da hatırlamıyorum. Bu yazıda ele aldığım çeşitli yazarlara öncelikle edebî nitelik açısından yaklaşmadım. İsvan’ın kitabını da o açıdan incelemek istemiyorum: bence “büyük” edebiyat değil, ama içerdiği tarihe ilişkin tezler dışında ilgiyle okunacak sürükleyici bir roman olduğunu söyleyebilirim. Geçmişle “bugün” arasındaki gidiş gelişleri de başarılı buldum. Ama içerik açısından baktığımda, Reha İsvan’ın bu romanının okuduğum çeşitli romanlar arasında Kurtuluş Savaşı’na en doğru bakışı getirdiğini söyleyebilirim. Ermeni konusu Kurtuluş Savaşı’na ilişkin çeşitli temalardan biri olarak ele alınıyor ve 1915 de ancak geri planda kalmış bir anı özelliğiyle geçiyor. Ancak, dönemin çatısı iyi kurulduğu için, bu olay da bütün içerisinde bence oturması gereken yere oturuyor.

Onun için önce bu çatıya ilişkin bazı genel gözlemlerimi sıralayayım. 20. yüzyılın başı ve 1. Dünya Savaşı, hâlâ büyük kısmı çok-uluslu imparatorlukların elinde olan Avrupa ve Avrasya’da yeni ulus-devletlerin kurulmasının, yani Fransız Devrimi’nden beri kendi bağımsız devletini kurma savaşı veren birçok ulusun nihayet bu amacına ulaşmasının gerçekleştiği dönemdir. Tabiî, bu ideali besleyen her topluluk “mutlu son”a ulaşmadı, ama Finlandiya’dan Ürdün’e, dünya haritasında birçok yeni devlet yer aldı. Yalnız Avusturya İmparatorluğu’ndan üç yeni devlet (Avusturya, Macaristan, Çekoslavakya) çıktığı gibi, ona ait toprakların bir kısmında geleceğin Yugoslaya’sı olan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı kuruldu, genişleyen Romanya ve Ukrayna ile Polonya da ondan toprak aldı (İtalya’nın bir kısmını da sayabiliriz).

Avusturya, bu çok-uluslu karakterine rağmen, belirli bir topluluğun belirli bir arazide yoğunlaştığı bir imparatorluktu. Çekler nerede, Slovaklar veya Slovenler nerede, belliydi. Ona kıyasla Osmanlı İmparatorluğu herkesin her yere dağıldığı ve içiçe yaşadığı bir yapıdadır; dolayısıyla topluluklarla arazileri denk düşürmek imkânsızdır. Yenilenler, bu uluslaşma sürecinden zorunlu olarak -ve ne kadar “zor” olursa olsun- geçecekti. Yenen koalisyonda olsa da kendisi safdışı kalan Rusya, yepyeni bir ideolojiyle yepyeni bir sisteme sıçramayı başardığı için o tarihte kendini bu akıbetten kurtarabildi. O zaten konumuzun tamamen dışında.

Savaşın dışında kalamayan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri, işin olumlu sonu kadar olumsuz sonunu da düşünmek zorundaydılar ve zaten düşünüyorlardı. Daha savaş başlamadan önce düşünmeye başlamışlardı. Bu yazı ve Reha İsvan’ın romanı açısından bu düşünceler arasında bizi ilgilendiren başlıca iki tema var. Birincisi etnik homojenlik. Kaybedecek olursak, Britanya ve Fransa’nın, Osmanlı’nın Hıristiyan azınlıkları üzerinde geleneksel politikasını sürdüreceği ve yeni durumu onların mümkün olduğu kadar lehine bir sonuca bağlamak istiyeceği belliydi. Wilson ilkeleri yıllardan beri dünyada konuşulan, tartışılan veya uğrunda savaşılan davaların o tarihte yapılmış bir formülasyonudur. Davaları icat değil, formüle etmiştir Wilson. Bu kaygılarla İttîhatçılar, neredeyse iktidar olur olmaz, “etnik homojenlik” idealine yardımcı olacak uygulamalara girişmişlerdi. Onların iktidarı boyunca yalnız ABD’ye 300.000 Osmanlı yurttaşı göçmüştür. Savaş öncesinde Ege’de Rum kökenlilere yıldırma ve kaçırma politikası güdülmüştür.

Yurtiçinde düşman ve yabancı ajanı gibi görülen gayrımüslümler, üstüne üstlük, ekonomik egemen sınıfı meydana getiriyordu. Kentte olduğu gibi kırda da varlıklı kesim onlardı. İttihatçılar ise, yerli bir burjuva sınıf oluşturmak üzere yola çıkmışlardı.

İttihatçıların savaşa bayıla bayıla ya da tam kendi tercih ettikleri biçimde girdikleri söylenemez. Zaten aralarında çok belirgin görüş ayrılıkları vardı. Herhalde aralarında en mutlu olanı Enver’di, çünkü hem savaşa girilmiş hem de onun istediği tarafta girilmişti. Ama ileri gelen İttîhatçıların birçoğu da endişe içindeydi. Fiilen savaş içinde kendilerini bulunca, her zamanki pragmatizmleriyle, bundan kendileri için çıkarılabilecek her türlü yararı sağlamaya karar verdiler. Kapitülasyonların kaldırılması bunlardan bir tanesidir. Bu mantığa göre, düvel-i muazzamanın bir kısmı zaten düşmanımızdır ve savaşıyoruz. Bize istediklerini yapmaları kazanmalarına bağlı. Ötekiler ise “müttefik”lerimiz; dolayısıyla olanı beğenmeseler de göz yummak zorundalar. Ermeni kıyımı da bu düşünce tarzının sonucudur. Bir yandan etnik homojenite sağlamayı amaçlamaktadır; bir yandan da, sürülen ve/veya öldürülen Ermenilerin mallarının paylaşılmasıyla, yerli mülk sahibi sınıfı güçlendiriyor veya yaratıyordu.

Savaş bittiğinde bu sorunlar hâlâ ortadaydı. Ege’nin bir kısmında Yunanistan bir Rum nüfus yoğunluğu yaratabilirdi ve zaten o niyetle Anadolu’ya çıktı. Yunan ordusunda gelenlerin bir kısmı vaktiyle İttihatçı komitaların korkutup kaçırdığı Rum toprak sahipleriydi. Kurtuluş Savaşı elbette bir bağımsızlık savaşıdır. Ama aynı zamanda neyin kime ait olduğunu belirlemek üzere bir savaştı. Zaten bunlar birbirinden kolay kolay ayrılacak şeyler değildir.

Şimdi gelelim Reha İsvan’ın romanına. Murat ve eşi Gülen 40’larda İzmit Körfezi’nin güneyinde, Yalova taraflarında, çiftlik kurmaya geliyorlar (bunlar, romanın bir otobiyografik temeli olduğunu ve yazarın gerçek hayatında buralarda yerlilerden öğrendiği tarihî bilgilerden süzüldüğü izlenimini güçlendiriyor).

Burada, Temur Bey adında bir mal sahibiyle tanışıyorlar; Temur Bey anlatıyor:

“Bunlar, malûm, gayrımüslimlerindi önceleri. Eskiden şaraphaneleri, şıra mahzenleriyle çok mâmur bir çiftlikti bu da efendim. Ermeniydi sahibi.” (s.14) “Düşmanın buralarda bizimkilere yaptıklarını duysanız, tüyleriniz ürperir.” (s.15)

Ancak, Temur Bey’in sevimsiz ve güvenilmez bir adam olduğu da açıkça belirtilir. Romanın ilerilerinde, asıl onun yaptıkları karşısında tüylerimiz ürperecektir. Karısı Elif Hanım’la da tanışıyorlar. Konuşmayan, soğuk tavırlı gibi ama anlaşılması zor bir kadın: “İnce, uzun, dimdik.” 14 Mayıs 1950’den önce Temur Bey oralardan uzaklaşıyor.

’20’lere bir “flash-back”le döneriz. Çetelerden İbrahim Ağa, Rasim Efendi vardır. Temur da bir genç adamdır o sıra. Herkes silâhlıdır. ve mal paylaşımına çıkmıştır.

“Bu yarımadada, kırk yıldır konu komşu, can kardeşiydiler ama şimdi Rumlarla Ermeniler bir olmuşlar, Düvel-i Muazzamanın sağlayıverdiği silâhları kuşanmışlar, her gün Türklere saldırıyorlardı.” (s.42) “Artık, Ermeniler Rumlara, Müslümanlar Hristiyanlara güvenemiyor, Türkler Rumlara eziyet ediyor, Ermeniler Türkleri kesip biçiyordu.” (s.51)

Bu ortamda Yüzbaşı Temur da sahipsiz bir Ermeni çiftliğini mülk edinmeye karar verir.

“Bu işler bitsin, itoğlu itler boğazlaşacaklar burası için. Sahip çıkmalı bu câanım yerlere... Bugüne bugün hey Temur, amiri kimmiş buraların bakalım?! Ulan Temur, gözünü aç!” (s.53)

Bu düşüncelere dalmasıyla Temur’un gaddarlık damarı da işlemeye başlar. Rum köyü basar, Rumları öldürürken, genç ve güzel bir kadına takılır; çocuğunu da öldürür ve kadına el koyar. Bu sonra Elif hanım olarak göreceğimiz Eleni’dir. Ama Temur’u sonuna kadar dışlar ve reddeder.

Roman geçmişe ve ’50’lere özgü birçok olguya değinerek, zigzaglı bir biçimde, ilerliyor. Kurtuluş Savaşı yıllarına dönüp Kuvai Seyyare/Kuvai Millîye gerilimine değiniyor, CHP/DP çatışmasına bakıyor, 6-7 Eylül’ü de unutmuyor. Arnavutköy’de yapılan zorbalığı karakola telefonla haber vermeye kalkışan Gülen’e nöbetçi polis “doğru ulusal tavrı” özetler:

“Rumu, Ermenisi, Yahudisi kaşınıyordu çoktandır. Olacağı belliydi. Sen yat uyu. Bizi de rahat bırak da, ne yapacağımızı bilelim.” (s.103)

Böylece, yirmi küsur yıl öncesiyle aynı noktada durulduğu anlaşılır. Bir yandan da Amerikalı asker ve uzmanlar Yalova yakınlarındaki sitelerine yerleşmişlerdir. Reha İsvan, PX’ten, Tuslog’dan, naylon çamaşıra kadar, ellilerin atmosferini biçimlendiren ayrıntıları da ihmal etmez. Böylece, 27 Mayıs’a kadar geliriz. Ama bizim konumuz Ermeni sorunu olduğu için, o temalara girmeden burada kesiyorum. Sonuçta öncelikle romancı olarak tanımadığımız Reha İsvan’ın, ele aldığı toprak parçası üstünde yaşanmış tarihe birçok romancıdan daha geniş, bilgiye dayalı ve nesnel bir gözle bakmayı başardığını söyleyebilirim.

ŞİMDİLİK BURAYA KADAR

Başta söylediğim gibi, Türk edebiyatında Ermeni sorununun yansımalarının tamamını kapsayan bir tarama çalışması değil bu. Konuyu kendi sorunsalı haline getirerek incelemiş pek fazla yazar olduğunu sanmıyorum; tanımadığım, son dönemin “İslâmcı” yazarları arasında böylelerinin bulunacağını tahmin ediyorum. Ancak onların da bu konuyu ele alırken, klasik Türkçü-Milliyetçi yaklaşımın dışında bir tavır geliştirebileceğini sanmıyorum.

Konuyu temel sorunsal haline getirmeksizin, ona değinmekten de geri kalmayan, ona bölümler, uzunlu kısalı yerler ayıran daha pek çok roman bulunursa, buna da şaşmam. Yakın zamanda Ermeni konusunun gündeme geldiği her durumda karşımıza çıkan, kaba kuvveti yücelten gösteriler, saldırılar, bunun öyle kolay ele alınır bir konu olmadığını ortaya koymakta. Duruma bu açıdan bakıldığında az da olsa, tarihî gerçeğin gösterdiği doğrultuda yaklaşan yazarların bu kadar olsun varlığı, belki gene de sevinilecek bir şey sayılmalıdır.