Türkiye’de şu son dört beş yılda Anayasa’dan Ticaret Hukuku’na kadar pek çok yasada önemli değişiklikler yapıldı. Gerçi şu sıralar pek aktüel 301. madde ve çeşitli kanunlara serpiştirilmiş bir dizi lastikli madde ve uygulamada etkili bazı gizli yönetmelikler nedeniyle bu alanda hâlâ ciddi pürüzler varsa da; Türkiye’deki adalet düzeninin yasalar bahsinde küçümsenemeyecek bir ilerlemenin sağlandığı söylenebilir.
Ama öte yandan, karakollardan mahkeme ve cezaevlerine, soruşturmadan yargılama ve infaz safhasına kadar bu ülkedeki adalet mekanizmasının tamamının köklü bir reformdan geçirilmesini söyleyenlerin haklı olarak işaret ettiği noktalarda hiçbir ciddi adımın atıl(a)madığı da ortada.
Bu konu açıldığında, işin “devlet”i, siyasal iktidarları, hakim, polis, savcı, cezaevi personeli gibi kamu görevlilerini konunun gerektirdiği önem, ısrar ve toplumsal destekle olmasa da sıklıkla gündeme getirebiliyor, tartışabiliyoruz. Radikal İki’nin 29 Ocak tarihli sayısında Osman Can, bu gayet ciddi ve kapsamlı sorunun devlet-iktidar mantığından ve bundan türeyen yargı(ç) kültüründen kaynaklanan yanlarını vukuf ve açıklıkla sergiliyordu örneğin.
Ama konunun en az bunun kadar önemli olan boyutuna, Türkiye toplumunda yaygın hak-hukuk-yasa anlayışına, özetle toplumumuzda egemen “adalet kültürü”ne de bakmak gerekiyor. Az sonra hayli “dikenli” noktalarına değineceğimiz bu “kültür”ün oluşmasında şüphesiz, -en hafif deyimiyle- pederşahi devletimizin ezici zorlamalarının payı büyüktür. Ama bu zorlamalara direnmek yerine içselleştirmeyi, karşı durmak ve alternatifine yönelmek yerine “etrafından dolanmayı seçen genel toplumsal tutumun da payını unutmamak kaydıyla. Bir noktadan sonra yumurta-tavuk ilişkisine dönen bu bağlantıda sorunun çözüm anahtarı, kanımızca Türkiye devlet ve toplumunun ortak güç “felsefe’sinin -daraltırsak- kavramının analizindedir.
İçinde yaşayageldiğimiz sınıflı toplumlarda düzenin, toplumsal hiyerarşinin güce göre şekillendiği genel kural olmakla birlikte, her toplum biçiminde gücün, asli gücün içeriğinin farklı olduğu da bir gerçektir.* Ve yine genelleyerek ifade edecek olursak, “Batı”dan başlayan modern-burjuva kapitalist devrimin öncesinde tüm toplumlarda sınıflar, zümreler, tabakalar, kastlar askerî-idari güç ile -temsilcileri ve simgeleri aracılığıyla işlev gören- ilahi güce sahip olma dereceleri ile düzen içinde yerlerini almaktaydılar. Modern toplumlarda -kestirme ifadeyle- ekonomik gücün başat, asli güç konumuna gelişi aynı zamanda gücün kullanım tarzı, işlevini gerçekleştirme biçimi açısından da devrim denilebilecek bir farklılığa işaret eder.
Türkiye’deki adalet-hukuk kültürü açısından bu noktanın iyice anlaşılmasının kritik önemi vardır.
Ekonomik güç, elde edildiği faaliyetlerin -üretim, ticaret...- niteliği gereği ölçülebilen, dolayısıyla sınırları bilinebilen, en az iki taraflı bir ilişkiyi gerektirdiği gibi, tarafların belli anlaşma hükümlerine, kural ve yasalara uymalarıyla temin edilebilen bir güç türüdür. Oysa ilahi-kutsal güç niteliği gereği sınırsız ve ölçülemez, idari-askerî güç ise, doğal-organik kökeni nedeniyle sadece kendisiyle, kendi türüyle sınırlanabilen, dolayısıyla keyfî bir güç biçimidir. Ekonomik güc (sahibi)ün kendini gerçekleştirmesi ve çoğaltması için ilişkinin öbür tarafının da belli bir ekonomik güçte olması zorunlu koşuldur. Oysa hem ilahi hem de fizik-askerî gücün, bu güç niteliğiyle ilişkide olduğu ötekisini kendine ait güç özelliğinden yalıtması, onu kendi karşısında, tamamen “güçsüz” hale getirmesi, “mantığı”nın bu yöne doğru çalışması “doğa”sı gereğidir.
Bu kavram analizi ile sözü getirmek istediğimiz nokta, pre-modern toplumlarla modern toplumlarda gücün, güç algısının yasa ve kurallara hangi gözle baktığını göstermektir. Pre-modern toplumda, toplumun genel çerçevesini belirleyen herkese şamil yasalar olmakla birlikte, bunların dışında, en “güçlü”den itibaren konulan yasa ve kurallar yasa-kural koyucuları değil, onun altındaki “güçsüz”leri bağlar. O toplumda bir “güçsüz” hangi güçlü tarafından konulmuş kuralı ihlâl edebilmişse o güçlü ile eşit veya üst güçlülük konumuna gelmiş sayılabilir. Özetle pre-modern kapitalist toplumda kişi ve zümrelerin güçlülük derecesi kural-yasa ihlal edebilme, çiğneyebilme kapasiteleri/“performans”larıyla orantılıdır.
Modern/kapitalist toplumda asli güç sayılan ekonomik güç, bunun aksine kendisinin de uymakla mükellef olduğu yasa ve kurallar dahilinde işlemek zorundadır. Şüphesiz bu toplumda kurallar ve yasalar genel kural olarak ekonomik güçlerle orantılı olarak belirlenir ve böylece tespit edilmiş kural ve yasaları son derece “adaletsiz” bulabiliriz. Konumuz açısından işin bu yönüyle ilgilenmiyoruz. Ayrıca yine belirtmeye çalıştığımız noktalar açısından ekonomik güç sahiplerinin, kural ve yasaların yorum gerektirdiği durumlarda ekonomik güçlerini bu yorumun lehlerine olabilmesi yönünde kullandıklarını belirtmek de gereksiz. Burada ayırdedici nokta, bunun, o yorumu yapacak -mahkeme gibi- organları doğrudan ekonomik güç aktarımı -para, rüşvet- veya zor, tehdit yoluyla yaptırılmasının titizlikle gözetilen bir sistem/düzen yasağı olmasıdır.
Ekonomik gücün başat/asli olduğu modern toplumlarda bu yasağa son derece dikkat edilmesi, ihlalinin aynı zamanda çeşitli ağır müeyyidelerle cezalandırılan vahim bir ahlaksızlık sayılması, ekonomik gücü meşrulaştırma bilincinin tam da merkeziyle ilgili bir noktadır.
Çünkü, eğer ekonomik güç, tarafları gerektiren ve o tarafların uymakla yükümlü oldukları kural ve yasalar çerçevesinde edinilebilen bir güç türü ise; bu güce daha fazla sahip olanların ötekilere uyacakları kural ve yasaları benimsetebilmelerinin, bunları içselleştirmelerinin ilk koşulu o yasa ve kuralların taraflardan bağımsız, onlara eşit uzaklıkta, objektif bir “merci”, doğanın, ekonomi “bilimi”nin ve teknolojinin yasalarından türetilmiş olduklarını kabul ettirmek ise, ikinci temel koşulu da kural-yasa uygulayıcılarının da aynı şekilde taraflara eşit uzaklıkta ve onların ekonomik güçlerinden etkilenmez olarak iş gördükleri fikrini yerleştirebilmektir. Büyük ekonomik güç sahipleri, pre-modern dönemde hükümdar ve beylerin, ilahi güç temsilcilerinin bizzat kendilerini konumlandırdıkları sınırsız, kendi kuralını kendisi koyan üst güç yerine kendilerini değil, bilimi, doğa yasalarını yerleştirip, kendilerini de bu merciin yasa ve kurallarına tabi saymakla hem düzenlerinin yasa ve kurallarını gayet etkili bir objektiflik, tarafsızlık halesiyle donatmış oldular ve böylece bunların ilahi iradeymişçesine içselleştirilmesini sağladılar; hem de bu yasa ve kuralların ekonomik güç sahiplerinin lehine işleyen karakterine, “yasayı ve kuralı güçlü olan koyar” yollu meşruiyet zedeleyici, gölgeleyici itiraz ve isyanların kanalını önemli ölçüde kapatma imkanını buldular.
Bu özetle yapılan açıklamaların ışığında başlıca modern/kapitalist toplumlarda, başta mahkemeler olmak üzere tüm kural-yasa uygulayıcı/kamu kurumlarında rüşvetin son derece ender ve ağır müeyyideye tabi bir anormallik ve suç olmasının, “torpil müessesesi”nin gayet zor işletilebilmesinin, vergi kaçakçılığı gibi bir fiilin asla marifet sayılmayıp bu işin faillerinin geniş çoğunluk tarafından da aşağılanma nedeni sayılmasının, o toplumların yaradılış özelliklerine, ahlaki vasıflarının doğal yüksekliğine veya disiplin-düzen kurma konusundaki yeteneklerine değil, modern -güç- zihniyetini içselleştirme performanslarına bağlamak gerekir öncelikle. Bunu mümkün kılan tarihsel, kültürel, dinsel... bağlamı irdelemek konumuz değil, ama, bu gibi ülkelerin, adalet mekanizmaları en az sorunlu ve en az skandal üreten ülkeler olduğu da ortadadır.
Türkiye ise, özellikle 1980’li yıllarla birlikte şu mahut “küreselleşme” sayesinde modernleşmiş toplumlarla arasının kapandığı zehabına kapıldığından beri, adalet mekanizmasındaki kronik bozuklukların giderek ağırlaşmasının yanısıra, her yıl birkaç adli-hukuki skandalla karşılaşmaya adeta alıştı. Birkaç yıl önce bizzat bir Yargıtay Başkanı, “hakimler cüzdanları ve vicdanları arasında sıkışmıştır” dediğinde, modern bir toplumda tüyleri diken diken edecek bu söz birkaç gün sonra unutulup gitti. Bir mafya şefi ile şaibeli ilişkilerine dair güçlü karineler olan son eski Yargıtay Başkanı istifa etmeyi düşünmedi bile. Dosyası kapatıldı, “şerefiyle” emekli edildi. Rüşvetin yaygınlık ve etkililik derecesi, “iyi avukat”tan öncelikle neyin anlaşıldığı gibi “normalleşmiş” gerçeklerimize şu son yıllarda “mahkemeyi ayarlamak” gibi deyimler de eklendi.
Özellikle siyasal davalarda “yargının tarafsızlığı” gibi bir ilkenin semtimize asla uğramadığını da biliyoruz. Tutukevlerinden “esrarengiz biçimde” kaçırılan veya cinayet dosyaları “kayboluveren” milliyetçi seri katillerimizin bolluğu da o “tarafsız”lığın özel tezahürü elbette. Şemdinli sanıklarının dava konusu iki ölü ve yaralılarla dolu olaylar zincirine rağmen “bireysel suç”tan; Van Üniversitesi rektörünün şeklen yasal bir ihaledeki muğlak yolsuzluk iddiası nedeniyle “çete”den, organize suçtan yargılanabilmesi de bu ülkedeki “adalet önünde herkes eşittir” ilkesinin ve “kanunlar herkese eşit ölçütlerle uygulanır” kuralının en son mümtaz örnekleridir.
“Türkiye’de adalet”in bu, devlet aygıtı üzerinden görünen manzarası kağıt üzerinde model aldığı modern hukuk devleti normları ile bakan birine dudak uçuklatacak kadar çarpık, çarpıtılmış görünecektir. Ama aynı olgulara Türkiye’nin “kendine özgü” hukuk/adalet kültürü içinden bakan birine o kadar da anormal, bozulmuş ve çarpılmış gelmeyecektir.
Çünkü, bu ülkenin 200 yıldır içinde yaşadığı modernleşme -geçiş- sürecinde oluşmuş bu kültürde, adaletle ilgili tüm kavram ve kurumlara ilişkin algı ve kavrayışlar pre-modern ve modern ögelerin yere, kişiye ve gruba göre değişebilen karmasından oluşma bir içerikle yüklüdür. Bu algı ve kavrayış tarzı içinde hâlâ kabul gören, korunan pre-modern ögeler, örneğin rüşvetle iş görmeyi-gördürmeyi, sahte belge düzenlemeyi veya tahrip etmeyi, yalancı tanıklığı çoğu durumda suç veya ahlaksızlık gibi göstermediği gibi, bazı durumlarda “haklı” bir davranış dahi sayabilir.
Bunun nedeni, bir etik bozukluk, bozulmadan çok, pre-modern devlet/güç anlayış ve mantığının hâlâ büyük ölçüde geçerli olmasıdır. Çünkü, bu algılayışta devlet, en üst, en değerli güç biçiminin, idari askerî ve/veya ilahi kutsal gücün bileşik biçimlenişi, kendini örgütlemiş hali olarak, diğer ikincil güç biçimlerinin yer aldığı toplumun üzerinde konumlamış olduğu için, devlet-toplum ilişkisi ancak böyle görülebildiği için; asli, birincil gücün temsilcileri olarak her türden devlet görevlisinin ikincil güç sahiplerinden “sivil-başıbozuk”lardan sadece kural dışı bir işi yapma karşılığında değil, kurallı bir iş-örneğin nüfus cüzdanı vermek esnasında dahi talep ettiği şey, her iki tarafa da gücün hakkı olarak görünebilir, görünür. Pre-modern toplumlarda rüşvetin tüm devlet işlerindeki büyük yaygınlığının asli kaynağı bu algılayıştır. O nedenle de rüşvet, modern toplumlarda birincil gücün, ekonomik gücün “büyük” sahiplerinin, bu güç karşılığında elde ettikleri “kâr”lar kadar meşru, normal görülebilir.
Sahte belge, belge tahrifi, yalancı tanıklık veya yasaya aykırı iş yapmak/yaptırtma fiillerinin çoğu durumda yüz kızartıcı bir suç olmak şöyle dursun, marifet sayılmasının nedeni de daha önce pre-modern güç anlayışı hakkında söylediklerimizle ilişkilidir. Orada da belirttiğimiz üzre, pre-modern güç, sahibi/temsilcisi veya türevi olduğu doğal ilahi güç gibi kendini kendi koyduğu kurallara da tabi olmayan bir güç olarak görebildiği için, kendi koyduğu kuralları hiçe sayması, meşruiyetinin zedelenmesinden ziyade güç olduğunun kanıtlanması, gösterilmesidir. Pre-modern toplumda gücün büyüklük ve etkinlik derecesi kural ihlal edebilme kapasitesi ile, bu tür “icraat”ları ile ölçülür çünkü. O nedenle de pre-modern devlet algısının hâlâ geçerli olabildiği toplumlarda yasaya, kurallara aykırı işler yapabilen bir devlet görevlisi, bu tutumunu sürdürebildiği ölçüde “güçlü” sayılır.
Aynı şey, devlet görevlisi olmadığı halde yasa kural çiğneyen ve bunun karşılığında cezalandırıl(a)mayanlar için de geçerlidir elbette. İşini yaptırmak veya bir hizmetten yararlanmak için kuyruğa girmeyip bir biçimde veya “yakını” vasıtasıyla işini yürütenlerin, parayla elde edilen bir mal veya hizmeti bedavaya getirmenin bir övünç ve itibar göstergesi olması da aynı güç anlayışının geçerlilik görünümleridir.
Bu son verilen örnekle Türkiye toplumunun adalet/güç kültürünün “geçiş dönemi” karakterine, pre-modern ve modern ögelerin eklemlenmesiyle oluşmuş karmaşık iç yapısına eğilebiliriz. Şüphesiz burada, örneğin Japonya gibi Türkiye’den daha geç bir tarihte modernleşme sürecine başlamış pre-modern bir toplum ve kültürün, aynı karmaşayı daha kısa bir dönem yaşadıktan sonra, pre-modern ögelerini tali ve/veya tabileştiren bir modernleşmiş kültüre adapte olabilmesine karşılık, Türkiye’de bu kültürün hâlâ egemen hale gelememiş olmasının nedenleri gibi gayet verimli bir irdeleme alanına sadece değinip geçmek zorundayız. Burada Japon pre-modernitesinde birincil güç biçiminin temsilcileri olan samurayların önemli bir bölümünün, modernleşmenin empoze ettiği birincil gücün edinim alanına ekonomiye, endüstri ve ticarete “gönül indirmeleri”ni intibak etmelerini, pre-modern Japon askerî idari zümresinin bunlarla uyumlu, etkin bir -modern- militarizme dönüşebilmesini kolaylaştıran geleneksel Uzakdoğu kültürünün oluşum özellikleri elbette belirleyicidir. 2. Dünya Savaşı’na böylece gelen Japon modernleşmesinin daha sonra -demilitarize- burjuva demokratik bir ileri endüstriyel topluma, -yüzeyden bakıldığında hiç sarsıntısız- geçebilmesindeki “kolaylık”da aynı zeminde düşünülmelidir. Ayrıca Japonya örneğinin 1980’lerden bu yana Dünya gündemine giren “Uzakdoğu kaplanları” ülkelerde de ana çizgileriyle tekrarlanabildiğini de unutmamak ve bu irdelemeye dahil etmek kaydıyla elbette.
Bu Uzakdoğu örnekleri, pre-modernitenin her ne kadar fiziki/askerî ve ilahi güç biçiminin başatlığı gibi bir ekseni olmakla birlikte, bu başatlığı aynı anlam ve içerikte algılayan ve ilişkilere yansıtan bir kültür yaratmadığını; sadece Türk modernleşmesinde değil, ön Asya-İslam dünyası modernleşme süreçlerinde de askerî/idari ve ilahi güç biçiminin bu gücün “sahibi” ve temsilcisi zümrelerin eski statü ve anlayışlarını büyük ölçüde koruyabilmelerinin bu toplumlara özgü tarihsel-kültürel nedenleri üzerinde durmak gerektiğini belirtmek için verildi.
Tekrar vurgulamalıyız ki, burada sorun yalnızca söz konusu zümrelerin bunların örgütlü olduğu kurumların konumlarını muhafaza etmelerinden ibaret değildir. Düşündürücü olan, örneğin Türkiye’deki gibi, modernleşmeye geçişi, büyük çapta iç göçler, gayet hızlı bir şehirleşme, temel istihdam alanı olarak tarımın yerini endüstriyel faaliyetlerin alması, meta üretiminin sürekli yaygınlaşması, yerel pazarların ulusal pazara, ulusal pazarın uluslararası pazara entegrasyonu gibi kapitalizmin teşekkülü için tüm “maddi koşulları” büyük ölçüde “tamamlanmış” bir toplumda, hak-güç, adalet, hukuk anlayışının ve mekanizmalarının modern/kapitalist “biçim” altında hâlâ gayet güçlü pre-modern normlara yatkın bir içerikle işler oluşudur. Bu “direnç”, fiziki-askerî güç biçiminin bu “saygınlığı”, o güç biçimine özgü “gösterme” tezahürlerinin yaygınlığı, milliyetçiliğin hemen hiçbir ülkede olmadığı kadar eleştirilmezliği, bu ideolojinin dışına çıkılamaz bir düşünce çemberi oluşunun da beslendiği zemindir. Şu son aylarda kendini “rahatsız” eden her girişim ve söz için” “Türklüğe hakaret” davaları açmayı iş edinen, bunu bir seferberlik havası içinde yürüten çeşitli kılıklardaki Türk milliyetçiliklerinin bu azmış halini sessizlikle seyreden büyük çoğunluğun bu tutumu da o zeminden kopamamanın sonucu.
Ama eğer, modern/kapitalist bir toplum olmanın “maddi koşulları”nın büyük ölçüde tamamlanmış olduğu doğru ise; bu azgınlık halini bu milliyetçilik kabarışını “hayra yormak”da mümkün. Çünkü bu yaşadığımız süreç pekâlâ, fizik/askerî gücü ululama ve kutsallıkla da örtme, süsleme ekseninde oluşmuş pre-modern kültürün “èlan vital”i de olabilir.
(*) Bir önemli hatırlatma: Yazının bundan sonraki bölümlerinde güç sözcüğü çoğu yerde “hak” sözcüğünü de ifade ediyor biçimde kullanılacaktır. Her toplum düzeninde sahip olunan güçle fiilen kullanılabilen hakkın arasında doğru orantı olduğundan ötürü, gücün analizi hak(lar)ın ve haklar düzeninin, hukukun niteliğine de ışık tutacaktır.