Örtülü Operasyon Örfü ve Münih - Çatlı'nın “Zeki, Çevik ve Güzel Ahlaklı“ Olanı mı?

Türkiye’de son olarak Şemdinli skandalıyla tekrar gündeme gelen, ayrıca salınıp tekrar derdest edilen Mehmet Ali Ağca vesilesiyle de hatırlanan... aslına bakarsanız zaten hiç hatırdan çıkmayan “örtülü operasyonlar” meselesi, yaklaşık bir aydır Almanya’da da tartışma konusu. İlgiye değer bir tartışma bu.

Hem devletlerin (sadece “bizimki” gibi devletler değil, bütün modern devletler) “örtülü operasyon” örfünü tespit etmek bakımından; hem 11 Eylül sonrası gelişen global olağanüstü hal rejiminin bu örfün tatbikat sahasını nasıl genişlettiğini görmek bakımından; hem de örtülü operasyonları “demokratik hukuk devleti”nin denetimi altına almaya dönük politik çabaları izlemek bakımından.

Almanya’daki skandal, Irak’ta faaliyet gösteren Alman gizli servis [Bundesnachrichtendienst/Federal İstihbarat Servisi] elemanlarının ABD ve CIA yetkililerine istihbarat sağladıklarının ortaya çıkmasıyla patladı. ABD’nin Irak’taki “girişimine” resmen karşı tutum alan Almanya’nın politikasına açıkça aykırı olan bu işbirliği, hükümetin ve Başbakanın bilgisi dahilinde mi gerçekleşmişti? Ki o zaman Schröder hükümeti, Alman ve dünya kamuoyunu aldatmış oluyordu. Yoksa gizli servis, -hükümet ve devletin kimi unsurlarından onay ve destek de alarak-, hükümetin arkasından iş mi çevirmişti? Ki öyleyse bu, demokratik otoriteye tabi olmayan birtakım “örtülü operasyon” birimlerinin icraat ve iktidar alanının varlığına işarettir.

Peşinden, bir skandal daha patlak verdi ve akçalı işlerinden ötürü kovuşturmaya uğrayan bir gizli servis elemanının “dökülmesiyle”, iyice de dallanıp budaklandı. Bu sefer mesele, El Kaide’nin Almanya’daki şebekesine dahil olduğundan kuşkulanılan bir Arap kökenlinin Beyrut’ta Lübnan gizli servisince gözaltına alınarak, kuvvetle muhtemel işkence altında sorgulanması; Alman gizli servis ajanlarının da Lübnanlı meslekdaşlarıyla istişareye girerek (sorular yazarak!) bu sorguya dolaylı olarak katılmalarıydı. “Dökülen” ajan, neo-liberal iktisadiyatın gözde kavramıyla tanımlıyor bu operasyonu: Alman Gizli Servisinin fiilen, işkenceli sorgu işini outsourcing ettiğini söylüyor - yani “iş”in bir kısmı, işletmenin dışına taşınarak başka bir firmaya yaptırılmış. Hatırlanacaktır; birkaç ay önce CIA’in buna benzer outsourcing tasarılarından haberdar olmuştuk. Ayrıca, Alman Gizli Servis görevlilerinin bir yandan “haydut devlet” Şam’daki, bir yandan ABD’nın hukukun iptal edildiği Guantanamo üssündeki bazı sorgulara müdahil oldukları da ortaya çıktı. Bu olaylarda da, hukuk devleti ile örtülü operasyonların ilişkisine dair aynı kaygılar, aynı sorular sökün etti.

Tartışmanın tarafları ve söyledikleri, aşağı yukarı kestirilebilir. Muhafazakarlar, onlarla birlikte Sosyal Demokratların hükümet sorumluluğu taşımış olanları içindeki “şahinler”, bu operasyonların “rutin işler” sayılması gerektiğini söylüyorlar. Hükümet Irak savaşını desteklemese bile, NATO üyeliğinden ötürü, yerine getirilmesinden kaçınılamayacak “rutin işler”... Yeşiller’in eski lideri, SPD-Yeşiller koalisyonunun Dışişleri Bakanı Fischer, en keskin şahin tavrını alıyor - Gizli Servis’le ilgili soruşturma komisyonu kurulması önergesine parti grubunda tek başına red oyu verecek kadar! Görevlilerin “şevkini kırmamak, ellerini soğutmamak” gerektiği meâlinde konuşanlar da eksik değil, Alman politik sınıfında. Irak’tan servis edilen istihbaratın “zaten”Amerikan askerî operasyonlarına acil ve pratik bir katkı sağlamadığına ilişkin veriler de mazeret olarak ileri sürülmekte. İsmini vermeden Frankfurter Allgemeine gazetesine konuşan bir Gizli Servis yetkilisi, uluslararası terör tehdidine karşı Almanya’yı korumak için “Benelüks ülkeleriyle [Belçika-Hollanda-Lüksemburg] değil, elbette ABD’ yle” işbirliği yapacaklarını söylemiş. Böylesi kaygılarla uluslararası işbirliğini men eden zihniyet hakim olursa, işkenceci oldukları bilinen Ortadoğu rejimlerinin hiçbiriyle yardımlaşmanın mümkün olamayacağına dikkat çekerken, şu notu da düşmüş: “Türkiye dahil...”

Sosyal demokratların ve Yeşiller’in son iktidar deneyimiyle iyice “mayışmamış” solcuları, son seçimde parlamentoya giren Sol Parti ve liberal Hür Demokrat Parti (FDP) ise, kararlılıkla, Gizli Servis’in işlerini sıkı sıkıya denetimden geçirecek özel yetkili bir komisyonun kurulmasını talep ediyorlar. Hıristiyan Demokratlardan da bu talebi destekleyenler var - kâh geçmiş Sosyal demokrat-Yeşil iktidar deneyimini itibarsızlaştırma kaygısıyla, kâh “parlamento üstünlüğü” idealizmiyle...

Bu denetimin kurumsal çerçevesi, tartışmanın önemli bir parçası. (Batı) Almanya’da 1949’dan beri Gizli Servis’in parlamento adına denetlenmesine ilişkin bir özel komisyon örfü var. 1978’da ve 1999’da çıkarılan yasalarla, bu komisyonun yetkileri genişletildi. Mevcut statüde, burada konuşulanları kamuoyuna açıklamayacaklarına yemin eden 9 parlamenter, üç üst düzey Gizli Servis yetkilisiyle düzenli görüşerek bilgi alıyorlar. Ne var ki, 1949’dan beri birçok parlamenter, Gizli Servis’in kendilerini oyaladığını, “gerçek” bilgileri sakladığını söyleyerek isyan -kimi zaman da istifa- etti. 1990’ların ortasında, Moskova’dan Münih’e 363 gram bomba imaline müsait plütonyum kaçırılması vakasını soruşturan komisyon istihbaratçılardan bir türlü güvenilir bilgi “sızdıramamış”; bazı komisyon üyeleri, Gizli Servis’in Soğuk Savaş sonrası kendine yeni bir manâ ve ehemmiyet temin etmek için bu plütonyum kaçakçılığı olayını bizzat tezgâhladığına -ya da en azından etrafına bir esrar perdesi ördüğüne- dair kuşkularını dillendirmişlerdi!

Şimdi yine, bu komisyonun yetersizliğine dair şikayetler yoğunlaşıyor, gerçekten yetkili ve etkili bir denetim mercii oluşturulması talep ediliyor. Gizli Servis yetkililerinin eksik bilgi vermekten ötürü cezaî olarak sorumlu tutulmasını sağlayacak yaptırımlar isteniyor. Muhafazakarlar, bu radikal talepleri hararetle savunan liberal FDP lideri Westerwelle’yi, partisinin tarihindeki Scheel, Genscher, Kinkel gibi “devlet adamı sorumluluğuyla siyaset etmiş” kişiliklerin saygın hatırasına ihanet etmekle suçluyorlar.

İlk andaki infial, acil ve yoğun bir şeffaflaşma ve hesap sorma talebini öne çıkarmıştı. Zamanla, bu “devlet sorumluluğu” -“devlet hikmeti” de diyebilirsiniz!- söylemi rehabilite oldu ve ilk adımda, yeni bir soruşturma mercii kurulmasına dönük girişimler bir süre ertelendi.

Yeşil milletvekili Hans-Christian Ströbele, 1999’da en temizini söylemiş aslında: “Gizli olanın sahiden denetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle, gizli servisler lağvedilmelidir!” Eyvallah... Velâkin, “şımarıklık” etmeyelim; gizli servisler üzerinde parlamenter denetimin genişletilmesindeki ve ciddileşmesindeki ısrarı kesinlikle küçümsemeyelim.

MÜNİH -

“TEMİZ ÇATLI’LAR” MI

Steven Spielberg’in Aralık’ta ABD’de vizyona giren, Ocak ayı sonlarında da Avrupa ve Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlayan Münih filmi de, bu mevzulara kafa yormak için yeni ve popüler bir malzeme getirdi ortaya. Film, 1972 Olimpiyatlarında -yoldaşlarının serbest bırakılması için pazarlık etmek üzere rehin aldıkları- 11 İsrailli sporcuyu ve bir Alman polisini katleden Kara Eylül örgütü mensuplarının veya bu eylemin gerçekleşmesinde bir biçimde dahli bulunanların, İsrail Gizli Servisi MOSSAD tarafından “cezalandırılmalarını” konu alıyor.

“Gerçek olaylardan ilham alıyor” hikaye - aslında, ilham almaktan biraz fazlası. Dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir, 1972 Eylül’ü sonunda bu cinayetin hesabının sorulacağını söylemişti. Filistin kamplarında 200’ü aşkın -çoğu sivil- insanın ölümüyle sonuçlanan misilleme bombardımanı, hesap sormaktan sayılmadı. İstenen, güçlü bir caydırıcılık ve açıkçası intikamdı. Bunun için, doğrudan doğruya Başbakanlık makamının bilgisi ve emri altında bir özel birim oluşturuldu. MOSSAD Başkanı, Münih katliamından -giderek, benzer eylemlerden de- sorumlu olduğunu saptadığı kişi/lerle ilgili dosya sunarak infaz onayı istiyor, Başbakan -bazen kimi kabine üyeleriyle de istişare ederek- hüküm veriyordu. İnfaz operasyonları, MOSSAD’la ve İsrail Devletiyle hiçbir resmî bağı olmayan, var-ama-yok bir özel birim tarafından yürütülüyordu. (Aktarıldığına göre, Münih kurbanlarının ailelerine açılan “anonim” bir telefon, onlara eşlerinin/çocuklarının katillerinin cezalandırıldığını haber veriyordu.) Bazı uluslararası medya organlarında “Komite X” diye adlandırılan bu ‘kozmik gizli’ örtülü operasyonun nasıl yürütüldüğünü, kendisi de eski bir gizli servis elemanı olan İsrailli yazar Aaron Klein, 2005’in sonlarında çıkan İntikamcılar adlı kitabında anlattı. Kitapta nakledildiğine bakılırsa, Golda Meir ve özellikle İzak Rabin mütereddit bir tavır gösterir, ince eleyip sık dokurken, Menahem Begin ve İzak Şamir infaz emirlerini zorlanmadan, handiyse şevkle verirlermiş.

1972-1992 arasında, “Tanrının Gazabı” kod adlı bu operasyon çerçevesinde Avrupa ve Ortadoğu’da 8 kişi öldürüldü. Bunlar arasında, Münih cinayetleriyle ve eylemi gerçekleştiren -Filistin Kurtuluş Örgütü mücavir alanındaki- “Kara Eylül” örgütüyle bağlantılı bulunanlar olduğu gibi, alakasız kişiler de vardı (misal, 1973’te İsveç’te öldürülen Faslı garson). Klein, kitabında, MOSSAD’ın kimileri hakkında “eylemin mimarlarından”, “lojistik fer’i iştirakçi” gibi muğlak ve keyfîliğe açık ithamlarla da infaz dosyaları hazırladığını ortaya koyuyor.

Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de, “devlet ve millet düşmanı”nın sadece takibat altında tutulması, hapsedilmesi falan değil, tenkil edilmesi gerektiğini savunanların, “önlem” almanın yetmeyeceğini, “bunların” ibretlik ölümlerle ölmeleri gerektiğini düşünenlerin, MOSSAD’ın bu intikam operasyonlarını hayranlık ve ürpertili bir kıskançlıkla izlediklerini biliyoruz. Bunlar, Susurluk Skandalı sonrasında, Çatlıgillerin 1980’ lerde ASALA’ya karşı yürüttükleri türden operasyonların isabetinden şüphe etmemiş, devlete sadece örtülü operasyonun örtüsünün kolayca kaymasına yol açan acemiliğinden ötürü kızmışlardı. Buna bağlı olarak bir de, bu işlerde Çatlıgiller yerine “temiz” profesyoneller kullanmadığı için.

İşte, Spielberg’in Münih’i, tam da böyle “temiz Çatlı’lar”la yürütülen bir örtülü operasyonu anlatıyor. Karanlık geçmişleri olmayan, -belki biri (Steve) dışında- hepsi kendince sempatik, “düzgün” vatandaşlardan oluşan bir resmî-illegal birim, haklılığına inandığı bir intikam planını yürütüyor. “Siviller” arada kaynamasın diye özen gösteriyorlar, güzelce, sadece intikam listesindekileri öldürüyorlar. Ancak ekiptekiler, özellikle başlarındaki Avner, yaptıkları işi sorgulamaya başlıyor, vicdanî hesaplaşmalara, ruhî bunalıma giriyorlar. Suikast öncesinde keşif yaparken yüz yüze geldikleri hedeflerin “senin benim gibi insan” çehrelerini görüyorlar, “kötü”leri temizlediklerine dair imanlarına gölge düşüyor. Üstlerindeki “yetkililerden” sahih delil sorası oluyorlar. Dahası, “işverenleri” ile onlara istihbarat veya “olanak” sağlayan profesyonel beynelmilel kriminal şebekeler arasında, hatta bunlarla hedefleri arasında acaip çapraz ilişkiler olduğunu görüyor, iyice huylanıyorlar. “Doğru bir iş mi yapıyoruz?” sorusu, hem kişisel anksiyete ve ailesiyle ilgili kaygılar, hem de “genel ahlak” ve meşruiyetle ilgili tereddütler üzerinden, Avner’in vicdanına çökeliyor. Neticede, bu nevi örtülü operasyonları, “teröristleri” misliyle şiddetle ezme stratejisini sorgulayan bir film, Münih.

Spielberg ilk kez bu filmle, “herkesin sevdiği dâhi çocuk” olmaktan çıktı. ABD’de, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerden tekdir aldı. İyiyle kötüyü ayırt etmediği, İslami radikalizm kaynaklı terörle teröre karşı savaşı eşitlediği suçlamasıyla karşılaştı. Filistinli teröristleri veya terörün akıl hocası fanatikleri insan yüzleriyle ve duygularıyla gösterdiği, onların saiklerine anlayış göstermeye meylettiği söylendi. New York Times’ta, “sahiden var olan Kötü’nün varlığını inkâr ettiği” yazıldı. Münih neticede, 11 Eylül sonrası ABD yönetiminin “teröre karşı savaş” stratejisiyle ilintilendirildi, bu politikaya bir itiraz olarak izlendi.

Avrupa’daki liberal kamuoyu da, ABD’nin karşı-terör stratejisine itirazın popüler bir imkanı olarak sarıldı Spielberg’e. “Demokrasilerin, hukuk devletinin intikam alması gibi bir mefhum olabilir mi?” “Demokrasilerin teröre benzer yollarla karşılık vermesi, onların medenî temelleri ve idealleri için tehdit oluşturmaz mı?” “Teröre şiddetle mukabele, terör şiddet sarmalını büyütmez mi?” gibi sorularla…

Steven Spielberg Time’a, “filmin barış için bir dua olduğunu” söylemiş. Spiegel’le söyleşisinde, teröristleri “insanlıktan çıkararak mı göstermeliydim?” diyor, bu şeytanlaştırma politikasına karşı çıkıyor. “Karmaşık sorunlara basit cevaplar verilemeyeceğini” söylüyor. “İlk gençliğinden beri İsrail’in hararetli bir savunucusu olduğunu... bir Yahudi olarak, hepimizin bekası için İsrail’in varlığının öneminin bilincinde olduğunu” söylemekten, hatta “Gerekirse, ABD için de İsrail için de ölmeye hazırım” demekten de geri kalmadan. “Tanrının Gazabı” operasyonu için de, “İlke olarak doğru yapıldığını düşünüyorum” diyor. Münih katliamının yarattığı muazzam ulusal travmayla açıklıyor bu meşruiyeti - ki onbir sporcu (sivil/masum) Yahudinin özellikle de Almanya’da öldürülmesinin İsrailliler ve başka yerlerdeki Yahudiler üzerindeki travmatik etkilerine, başka yazarlarca da dikkat çekilmiştir. Spielberg, “ilke olarak doğru” bulduğu intikam eyleminin, “caydırma ve terörü önlemeye katkıda bulunsa bile, istenmeyen yan etkiler yaratabileceğini” söyleyerek devam etmiş: “İnsanları değiştiriyor, onlara bir yük yüklüyor, onları gaddarlaştırıyor, etik bir çöküşe sürüklüyor. (…) Şiddet, kural olarak karşı şiddet doğuruyor.”

Filmde de, “kötü” kötü olarak, “iyi” iyi olarak durduğu yerde duruyor, aslında. Kendi davasını kırık dökük bir İngilizceyle bir iki dakikalığına anlatma fırsatı bulan kara kuru Filistinli Ali, karikatür gibi görünüyor. Filistinlilerin yurtsuzluk acısını ondan kısaca “öğreniyoruz”. Ama sanki sadece kuru bir bilgi olarak öğreniyoruz; tutku ve hüzünle dolu sözlere, saplantılı-donuk gözler eşlik ediyor. Filistin meselesi denen ‘olaya’, Filistinlilerin de sivilleri olduğuna, bu sivillerin kâhir ekseriyetinin Paris’teki FKÖ kordiplomatiğinden hayli farklı koşullarda yaşadığına dair gerçek bir anlayış edinmek pek mümkün değil Münih’ten. Filmin başındaki dokümanter bölümde aktarılan ABD haber bülteninde FKÖ söylemine şerh düşerek “sözüm ona İsrail savaş makinesi” diye anılan İsrail güvenlik stratejisinin, on binlerce Filistinli sivilin yaşamını çıplak hayat haline getirdiğine dair bir işaret almak da mümkün değil. Olsa olsa, İsrail’in bekası uğruna dünyayı yakmaya hazır bir ruh halinin, tehlikeli bir saplantı haline gelebileceğine dair hafif uyarı sinyalleri alabiliyoruz.

Spielberg, iyinin iyiliğinden, kötünün kötülüğünden pek şüphe etmiyor da, şiddetin kötüyü daha beter azdıracağını dert ediyor sanki. Tabii, “kötüyle kötü olmanın”, iyiyi iyi olmaktan çıkartacağına dair bir sezgisi de var. Yine aynı şey, Almanya’daki gizli servis tartışmasındaki gibi: İyiyi kötüyü ayırt etmekle ilgili ciddi ayrılıklarımız olabilir (seks-şiddet, ölüm-doğum ikilik ve döngülerinin estetik temsili meselesini de paranteze alalım!) lâkin şımarıklık etmeyeceksek, sinik olmayacaksak, Münih’in liberal ahlaki sorgulamasının hayra vesile olmasına bakalım.

TANIL BORA