CHP Nihayet AB'ye Karşı Olduğunu Açıkladı

Geçtiğimiz ayın son haftasına girerken CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bir dizi önemli açıklama yaptı. AB reformlarının ülkeyi çürüttüğünü iddia eden Baykal bundan böyle partisinin AB reformlarına destek vermeyeceğini ve açık bir biçimde bu reformlara karşı mücadele yürüteceğini ilan etti.

CHP’nin son dönemde takındığı tutum itibariyle pek çok insan tarafından “malumun ilamı” olarak kabul edilen bu açıklama pek heyecan yaratmasa da belli açılardan üzerinde durulması gereken bir dönüm noktası niteliğinde. Öncelikle uzun zamandır konuşulan, AB reformlarının Türkiye siyasetinin belirleyici karşıtlık noktasını oluşturduğu tespiti artık aleniyet ve inkar edilemez bir gerçeklik kazanmış oluyor. Artık bir yanda reformları destekleyen AKP ve onlara karşı olan ana muhalefet partisi CHP var. İkincisi ve daha önemlisi CHP’nin artık alenen reformlara karşı olduğunu söyleyecek özgüveni bulması sözkonusu reformlara karşı olmanın kazandığı meşruiyeti göstermesi açısından dikkate değer. Bilindiği gibi daha önce bütün partileri ortaklaştıran “AB’yi biz de istiyoruz ama” çizgisi ya da “AB’ye onurumuzla girelim” sloganı ilk kez anamuhalefet partisi tarafından açıkça “istemiyoruz”a dönüştürülmüş durumda. Dört sene önce MHP’nin bile ilan etmeye cesaret edemediği bu siyasal pozisyon, muassır medeniyetlerle kaynaşma arzusunun açık reddi, “AB’ye evet” fikriyatının nasıl ciddi bir hegemonya yitimine maruz kaldığının açık bir göstergesi.

Bir başka önemli nokta ise Baykal’ın takip eden günlerde cephe aldığı azınlık vakıfları ile ilgili tasarılara karşı kullandığı, Türkiye’de reaksiyoner-faşizan çevrelerde duymaya alıştığımız azınlık karşıtı, anti-Hıristiyan ve anti-Batıcı teyakkuz üslubuydu. CHP sıralarında uzun süredir Fener Patrikhanesi’nin toprak satın alarak Vatikan benzeri bir devlet kurmak istediği senaryoları konuşuluyordu zaten. Bu tablo siyasetin gövdesinde bir başka kaymanın da göstergesi. Azınlık, misyonerlik ve Hıristiyanlık karşıtlığı (tek parti CHP’sinin muhafazakar kanadını saymazsak) bu ülkede faşist sağın ve radikal İslamcılığın ideolojik cephanesinde yer alagelmişti. Bugün bu sağ gelenekten gelen bir parti Türkiye’nin en Batıcı partisi konumuna yükselmişken, geçmişte radikal Batıcılığın kalesi sayılan CHP, bünyesinde önemli bir bileşen olarak barındırdığı Üçüncü Dünyacı bir Batı aleyhtarlığını milliyetçi-muhafazakar bir Batı karşıtlığıyla harmanlamaya başlamış durumda. Peki bu noktaya nasıl gelindi? Halkın %70’inin destek verdiği AB projesi nasıl bu denli hegemonya yitimine uğradı ve 2002 seçimlerinde AB sözü veren ve ülkenin en Batıcı kesiminin temsilcisi olan CHP milliyetçi-muhafazakar bir dili sahiplenecek kadar anti-AB’ci bir noktaya nasıl sürüklendi?

AKP MİLLİYETÇİLEŞTİ Mİ?

Kuşkusuz AB’ci hegemonyanın yitiminde AKP’nin müzakereler başladığından bu yana takındığı tutucu, reformlar karşısındaki isteksiz tavrının payı çok yüksek. Reformları tamamlar tamamlamaz iç siyasal desteğini konsolide etmek amacıyla milliyetçiliğe cevaz veren AKP bu tavrıyla AB karşıtı milliyetçi cephenin elini bir hayli güçlendirmiş oldu. AKP’nin böyle bir tavır değişikliğine gitmesinin en önemli sebebiyse başta tahmin ettiği gibi AB reformlarının içeride kendisine olan siyasal desteği arttıracağından ciddi bir şüpheye kapılmış olmasıydı.

AKP’nin iktidara gelirken temsil ettiği en özgün proje cumhuriyetin resmî kurumları ve ideolojisiyle ılımlı İslamı uzlaştıracak bir çerçeve oluşturmak ve cumhuriyet ideolojisinin tanımladığı siyasal normları siyasal İslamın kimi simgelerini de içerecek şekilde genişletmekti. Bu ideolojik bir zaferin yanında kendi destekçilerini oluşturan İslamcı-muhafazakar seçkinlerine (örneğin yüksek tahsilli türbanlı kadınlara ya da Merkez Bankası başkanlığına atama sürecinde görüldüğü gibi buram buram Anadolu muhafazakarlığı kokan kendi seçkinlerine) kamusal görünürlük kazandırmak ve onlara cumhuriyetin kurumları içinde yer açmak anlamına gelecekti. İktidarın en güçlü adayı olduğu anlaşıldığından beri kendisinden duyulan rahatsızlığın açıkça beyan edilmesi AKP’nin kendini müesses nizamın bir partisi olarak kabul ettirebilmesinin ne kadar zor olduğunu gösteriyordu. Bu açıdan AB reformları AKP’nin kendini ispatlaması için bulunmaz bir fırsattı. Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine ulaşma arzusunun nihai hedefi olarak kabul edilen AB’ye entegrasyon projesinin yürütücülüğünü yapmak AKP’ye ciddi bir prestij getirecek ve onu kurulu düzenin doğal bir parçası haline dönüştürecekti. Üstelik AB reformlarıyla birlikte gelecek olan siyasal demokratikleşme süreci AKP’nin temsil ettiği uzlaşma hedefini gerçekleştireceği bir esnekleştirmeyi de kendiliğinden getirecekti. Ordunun siyasal konumunun zayıflatılması, YÖK gibi vesayetçi kurumların demokratikleştirilmesi ılımlı siyasal İslamın elitlerine ve simgelerine Türkiye siyasetinde yer açacaktı. AKP’nin AB reformlarını bu denli istekli bir biçimde sarılmasının ardında yatan temel sebepler bunlardı.

Ancak AKP’nin beklediği olmadı. AB reformlarının ilk ayağı verilebilecek en az siyasal “tavizle” gerçekleştirildiği ve AB içindeki güçlü direnişe rağmen müzakere tarihi başarıyla alındığı halde ordu, sivil bürokrasi ve müesses nizamın partileri AKP’yi rejimin meşru bir partisi olarak aralarına almakta büyük direnç gösterdi. AKP’nin siyasal yaşamdaki yerinin normalleştirilmesi şöyle dursun, dahiyane komplo teorileri eşliğinde bu partinin dış güçlerin bir uzantısı olduğu fikriyatı gitgide daha fazla dillendirildi. Bu sert tavır karşısında AKP, AB reformlarının yarattığı milliyetçi tepkiden de ürkerek en azından seçimlere kadar reformlar konusunda ayak sürümeyi ve süreci rölantiye almayı tercih etti. Kuşkusuz kendi siyasal tabanının da Milli Görüş çizgisinden gelen milliyetçi refleksleri nedeniyle partisine olan siyasal desteği eriteceğinden korkuyordu. Oysa aynı süreçte, TESEV’in çarpıcı anketinin ortaya koyduğu gibi AKP destekçileri arasında “AB’ye evet” diyenlerin oranı 2002’den 2006’ya gelindiğinde %52’den %72’ye çıkıyordu. Ancak yine de AKP, PKK’nın da tekrar silaha sarılması gibi olumsuz gelişmelerin de etkisiyle AB reformlarını askıya almaya ve “rejim”in istediği refleksleri göstermeye özen gösterdi. Ve böylelikle güç dengesinin milliyetçi cephenin eline geçmesine izin verdi.

YA CHP

Yargıdan Orduya dek cumhuriyetin sarsılmaz kurumlarının AKP’nin normalleştirilmesine cevaz vermemesinin ve AB reformlarına direnişinin nedenleri çok konuşuldu. Kemikleşmiş cumhuriyet ideolojisinin herhangi bir İslami simgeye tahammül gösteremeyecek ve her türlü uzlaşmayı bir “zaafiyet” sayacak katılığından sıklıkla dem vuruldu. Cumhuriyet seçkinlerinin AB reformlarına gösterdiği ideolojik tepkinin yanında bu karşı çıkışlarının gayet maddi sebepleri de vardı. Başta Ordu olmak üzere Cumhuriyet’in sağlam kalelerini elinde tutan seçkinler sözkonusu reformlarla ciddi bir siyasal güç kaybına uğrayacaktı. Dolayısıyla onların itirazında garip olan bir şey yoktu.

Bu noktada asıl anlaşılması güç olan, kendi tabanında AB destekçiliğinin en yüksek olduğu (yine TESEV araştırmasına göre 2002’de %83, 2003’te %86) CHP gibi bir partinin hem kamuoyundaki yüksek AB taraftarlığına hem de kendi tabanındaki olumlu bakışa rağmen dört senelik süreçte kendi siyasal çizgisini gitgide yukarıda sözü edilen bir avuç katı Kemalist elitin AB karşıtı siyasal çizgisiyle özdeşleştirmesi, hatta bu çizgiyi daha da radikalleştirmesi ve bu çizgiyi popülerleştirmek için elinden geleni yapmasıydı. Çocukları için güvenli bir gelecek, sağlam bir eğitim, kendileri için temiz sokaklar, saygılı insanlar isteyen ve bunların AB’ye üyelikle geleceğine inananların en fazla temsil edildiği parti dört yılın sonunda açıkça AB reformlarına cephe alıyordu. Ve dört yılın sonunda CHP’yi destekleyenler arasında AB’ye evet diyenlerin oranı % 60’a düşüyordu.

Hem AKP’nin hem de CHP’nin siyasal çizgisini parti tabanında yaşanan siyasal değişimlerin yansıması olarak okumak safdil bir sosyolojizm olur. Değişimin asıl belirleyici gücü tam ters yöndeydi. Yani bu süreçte parti örgütlerinin aldığı tavırlar tabandaki değişimin yönünü belirledi. Bir başka deyişle parti önderliğinin bilinçli ya da bilinçsiz uyguladıkları siyasal eğitim kendi destekleyicilerinin görüşlerindeki kaymanın ana müsebbibiydi. AKP tabanı gitgide Batı karşıtı reflekslerini bir yana bırakmanın makûllüğüne ikna olurken CHP tabanı gitgide daha fazla “Kıbrıs’ı satıyorlar”, “tersanelerimiz işgal edildi” sloganlarının etkisi altına girdi. Peki CHP gerçekten tabanındaki eğilimlerin tam tersi bir rota mı izledi?

Bu soru aslında çok soruldu. Pek çok solcu ve liberalin gönlündeki CHP, gerçekleşmesi bir hayli zor gözükse bile, AB reformlarını AKP’den daha fazla sahiplenen ve muhalefetini demokratikleşmeyi daha ısrarlı bir biçimde savunmak üzerine inşa etmiş, Avrupa sosyal demokrat partileri çizgisinde bir CHP’ydi. Nitekim partinin içinde bu çizgiyi savunan bir kanat vardı. Livaneli-Derviş çizgisi diyebileceğimiz bu ekibin partide pek bir şansı olamadı. Kuşkusuz Baykal otokrasisinin bu tip muhalif çizgileri ezmedeki rolü büyüktü; ancak partide tümüyle demokratik seçimler olsa bile CHP’nin siyaset esnafının bu çizgiyi iktidara taşıyacağı oldukça su götürürdü. Kuşkusuz pek çok insan Baykal’dan rahatsızdı ve muhalefetini açıkça dile getiriyordu. Ancak tabandan gelen muhalefetin çok daha önemli bir kısmı “ülke elden gidiyor, bunlar bir şey yapmıyor” türünden daha Kemalist çıkışları yansıtıyordu. Pek çok yazara göre CHP her zaman devlet partisi olagelmişti ve ondan herhangi bir reformcu karakter üstlenmesini beklemek hayaldi. Ancak bu yaklaşım tarih-dışı bir CHP algısı üzerine inşa edilmekteydi. CHP 1970’lerde devlet partisi olmaktan uzaklaşmış ve bu özelliğini 1990’ların sonuna kadar korumuştu. CHP’nin daha milliyetçi ve popülist gövdesini kendine çeken DSP bu dönüşümü çok daha erken yaşarken, daha Batıcı ve demokrat üyeleri barındıran SHP-CHP çizgisinin devletlulaşma süreci 28 Şubat ertesinde, ama asıl olarak AKP iktidarı ve AB sürecinde gerçekleşti. Dolayısıyla şu soru sorulabilir: CHP her ne kadar devlet partisi olma geleneğinin izlerini taşısa da tabanında varolan bu yüksek AB destekçiliğinin de etkisiyle farklı bir rota tutturabilir miydi? Ya da en azından bu denli pervasız bir Batı karşıtlığına savrulmak zorunda mıydı?

CHP tarihi boyunca Kemalizme içkin olan Batıcılık-milliyetçilik, modernleşmecilik-demokratlık, laiklik-demokratlık türü gerilimleri derinden yaşadı. Bu gerilimi en sade biçimde yansıtan yaklaşım Türkiye’nin hızlı bir Batılılaşma iradesi gösterdiğini ancak bu Batılılaşma sürecinin Türkiye’ye özgü tarihsel ve yapısal nedenlerle Batı’nın yaşadığı ve “biz”den beklediği biçimde olamayacağı üzerine kurulmuştu. Örneğin Türkiye tabii ki laikti ve laik kalacaktı ancak bu laikliğin teminatı ordu idi ve şımarıkça isteklerle cici demokrasicilik oynamak Türkiye laikliğinin dibine dinamit koymakla eş anlamlıydı. Böylelikle en kapsayıcı ifadesi Batıcılık-milliyetçilik olan bu gerilimden, Batıcılık-laiklik türü ucube pek çok küçük gerilim türedi ve son dönemde CHP zihniyetine içkin olan bu gerilim ciddi bir yarılmayla sonuçlandı.

Ancak bu yarılma ne kaçınılmazdı ne de genetik olarak belirlenmişti. Başka koşullarda bu gerilimlerin üzerini örtecek ya da bunları yumuşatacak bir siyasal formül bulunabilirdi. Örneğin AKP, geleneğinden getirdiği bütün anti-Batıcı özelliklere ve taşıdığı benzer gerilimlere karşın yukarıda özetlediğimiz gibi kendi İslamcı çizgisiyle AB reformculuğunu uzlaştıracak bir projeyi özellikle iktidarının ilk iki yılında başarıyla geliştirdi ve uyguladı. CHP ise Batıcılık-milliyetçilik geriliminde yaşadığı yarılma sonucu tercih ettiği milliyetçiliği haklı çıkarmak için fütursuz bir komploculuğa girişerek, bir zamanlar kendisine karşı kullanılan 1970’lerin Tercüman gazetesinin reaksiyoner-komplocu-teyakkuzcu dilini sahiplendi.

İyimser çevrelerin CHP’den beklediği daha az laikçi, daha demokrat ve AB’ci bir çizgiyi savunma talebi AKP iktidar olduğu anda buharlaşan bir hayal olarak kaldı. Çünkü muhalefetteyken AB reformlarını daha fazla talep etmek, daha fazla demokratikleşme istemek AKP’nin projesini yani demokratikleşerek siyasal İslama yer açma projesini dolaylı ya da dolaysız olarak kabul etmek anlamına gelecekti. Oysa belirleyici karakteri katı bir laiklik ve şeriat korkusu olan, ulusal kalkınmacılığın iflasıyla birlikte alt sınıflarla olan temasını tümüyle yitirip, seçkinci bir hayat tarzı savunuculuğuna girişen ve siyasal İslamın ’90’lardaki yükselişiyle ciddi bir panik havası yaşayan CHP’nin eğitimli orta sınıfları için böylesi bir kabul mümkün görünmüyordu. Siyasal İslamın rejimi tehdit ettiğine inanıldığı sürece aynı anda hem demokratikleşmeyi hem de YÖK’teki Kemalist vesayeti, hem siyasal reformları hem de 12 Eylül Anayasası’ndaki rejimi koruduğuna inanılan maddeleri savunmak imkansızdı. CHP ancak Kürt milliyetçiliğinin ve ılımlı da olsa İslamcılığın marjinalleştiğine inandığı anda Batıcılık rolünü oynayabilirdi. AB reformlarını önce İslamcı emellerle ardından emperyalist yayılmacılıkla bir tutan teyakkuzcu ruh hali aslında bir güçsüzlük ve güce tapma hissiyatının garip bir birleşimiydi.

Neo-conların bugünlerde en fazla referans verdiği tarihsel olayların başında Neville Chamberlain’in Nazilere karşı uyguladığı yatıştırma (appeasement) politikası geliyor. Hitler ile Saddam (bugünlerde Ahmedinecad) arasında paralellik kuran neo-conlar benzer bir yatıştırma politikasının fanatiklere kendi güçlerini abartma fırsatı vererek felaketlere kapı açacağını iddia ediyorlar. Benzer bir hissiyatın Kemalist seçkinlerin ve orta sınıfların dünya görüşünü şekillendirdiği kolaylıkla iddia edilebilir. Her türlü uzlaşma adımının karşı taraf açısından bir “zaafiyet” olarak anlaşılacağı ve onlara hain emellerini gerçekleştirmek için cesaret vereceğine duyulan inanç cumhuriyetçi tavizsizliğin ana eksenini oluşturmaktaydı. Bu durum aslında Orduda cisimleşen muazzam bir güç arzusuyla toplumsal olarak hissedilen bir güçsüzlük ve etkisizlik hissinin tuhaf birleşimiydi. Toplumsal hegemonyanın eksikliğinden kaynaklanan bilinçaltı korku, cumhuriyetin kurumlarında gerçekleşecek herhangi bir esnekleşmeyi gerici kalabalıkların istilasına davetiye çıkarmakla bir tutuyordu. Böylesi bir sonuçtan kaçınmanın tek yolu tavizsiz bir biçimde tepede biriken güce sarılmaktı.

Aslında bu durumun Türkiye’ye özgü bir tarafı da yoktu. Tarihte hakim sınıfların ve seçkinlerin ilk bakışta kendi lehlerine olmayan reformları destekledikleri durumlar, genellikle bu kesimlerin ciddi bir özgüven içinde bulundukları, ancak tarihsel sürecin zamanla kendi güçlerinin altını oyacağını fark ettikleri anda ısrarla eski konumlarını sürdürmek yerine denetimli bir reform yoluyla kendi iktidarlarını pekiştirmeye karar verdikleri durumlar olduğu söylenebilir. Değişime akıldışı direnç ve katı tavizsizlik politikaları ise genellikle bir paranoya ve büyüklenme hallerinin tekinsiz bileşiminin ifadesidir. İngiltere’nin 19. yüzyılda aristokrasi önderliğinde yaşadığı değişim birinci durumun en güzel örneğidir. Tarihte burjuvazinin zaferi olarak bilinen 1846 tarihli Tahıl Yasası tümüyle toprak sahiplerinin hakim olduğu bir meclisten geçmişti. Toprak sahipleri burjuvazinin yükselen gücünün ve özellikle ülke için hayati önemde gördükleri sanayinin istihdam yaratma kapasitesini fark ederek, kendi kısmi çıkarlarından vazgeçmek yoluyla, kendilerini doğal hakim sınıf olarak kodlamak yerine hakimiyetlerinin meşruiyet kaynağını ülke çıkarlarını korumalarından türetmeye çalışmışlardı. Benzer bir biçimde, cumhuriyet elitlerinin kendi yaşam tarzlarını ve kimliklerini sert karşıtlıklar yaratarak korumak yerine AB reformlarıyla uyumlu bir çerçevede bir genel çıkar tanımlamaları ve bu tanım içinde Kürtlere ve İslamcılara kısmi bir yer açmaları mantık dahilindeydi. Üstelik CHP, siyasal geleneğinde benzer bir uzlaşmacı ve hegemonik tarzın mirasını taşıyordu. Ecevit’in Demokratik Sol’u tam da yukarıda anlatılana benzer bir değişim çabasının sonucuydu. 1960’ların sonuna doğru CHP siyasetteki eski hakim pozisyonunu askerin yardımı olmadan koruyamayacağını anlayarak kendi kimliğinden ciddi tavizler vermeyi, Güven Partisi’nde biriken muhafazakarların korkularının aksine ülkeyi sola açarak ve daha az laikçi bir politika izleyerek CHP çizgisini hegemonikleştirmeyi denemişti. Ama o dönemde Kemalist orta sınıflarla geniş yığınları birleştiren bir ulusal kalkınmacı söylem bu projeyi mümkün kılmıştı. Bugün ise benzer bir sol söylemin yaşadığı kriz Kemalist orta sınıflar-alt sınıflar ittifakını tümüyle dayanıksız biraktı. Ancak yine de cumhuriyet elitleri bugün yaşadıkları toplumsal güçsüzlüğe karşı toplumdaki AB’ye yönelik kaba zenginleşme ve yırtma hayallerini de kucaklayan sosyal ve siyasal haklar temelli bir hegemonya projesi sunabilirlerdi. Fakat tarihindeki Ecevit parantezinden ders çıkaramayacak denli defansifleşmiş, korkaklaşmış ve aynı ölçüde saldırganlaşmış cumhuriyetçiler, CHP’den Güven Partisi’ne intikal eden tarihsel tecrübelerine ve siyasal kültürlerine sarılmayı seçtiler.

Sözkonusu elitler ve laik, Kemalist, eğitimli orta sınıflar ta 27 Mayıs darbesinden bu yana sürekli bir güç yitimi ve gücün restorasyonu döngüsünün içinden geliyorlardı. Toplumsal olarak güçlerini yitirdiklerini panik içinde algıladıklarının hemen ertesinde Ordu eliyle yitik gücün restore edilmesi sözü edilen güçsüzlük-güce tapma salınımını bu kesimin temel siyasal karakteri haline getirdi. Ecevit projesinin başarısızlığı da orduyu “halk”tan daha güvenilir bir ittifak olarak kabul etmeyi kolaylaştırdı. 1990’larda katı bir biçimde özdeşleştikleri Türk milliyetçiliğinin Kürt milliyetçiliği tarafından saldırıya uğraması, ardından da siyasal İslamın yükselişi CHP’nin doğal seçmeni eğitimli orta sınıflar arasında ciddi bir panik havası yaratmış ve eski gücün restorasyonu özlemlerini iyiden iyiye kışkırtmıştı. Batıcı hayat tarzlarının azımsanamayacak bir tehdit altında olduğunu fark eden bu Kemalist orta sınıflar 28 Şubat sürecinde orduyla özdeşleşmeyi seçtiler. Ancak bertaraf ettikleri Refah Partisi çizgisi yeni bir kılıkta karşılarına çıkınca düşmanları toplumsal açıdan tasfiye edememiş olmanın verdiği güçsüzlük hissi öfkeli bir otoriterlikle kaynaştı. Ama tarihten çıkardıkları ders sabitti: Yeterince tavizsiz dururlarsa kuşkusuz kazanacaklardı. Tıpkı cumhuriyetin kazanımlarını tehdit altında hissettikleri an Napoléon ve Boulanger gibi askerlerin koyu destekçisi haline gelen Fransız cumhuriyetçileri ve kendi güçsüzlüklerini kavrayıp, Almanya’yı birleştireceğine inandıkları anda Bismarck’ın arkasına dizilen ve onun anti-demokratik anayasasını destekleyen Alman liberalleri gibi, Kemalist cumhuriyetçiler de kimliklerinin temelindeki katı laikliğin ve milliyetçiliğin garantörü orduyla özdeşleşmeyi seçtiler. AB ile entegrasyon süreci bu korkuları azaltabilirdi. Ne var ki AB süreci AKP iktidarıyla aynı döneme denk geldi. AB reformlarıyla İslamcı emelleri ayırdetme yeteneğinden yoksun kafalar, ikisini özdeşleştirmeyi ve İslamcılık, emperyalizm ve Kürtçülüğü aynı düşman potasında eritmeyi seçtiler. Böylelikle CHP’liler kendilerini, İslamcı addettikleri bir partiye karşı misyonerlik ve azınlık okullarının tehdidi altındaki Müslüman-Türk kimliğini korurken buldular.

CHP’li bir akrabam televizyonda Ahmet İnsel’in konuşmasını izlerken bana dönüp “Bu adam İslamcı mı solcu mu anlayamadım?” diye sormuştu. Ortalama bir CHP’linin kafası hiçbir zaman laiklik ve demokratlığın birarada olabileceğine ya da insan haklarıyla ülkenin bölünmeyeceği fikrine pek yatmadı. Bu zihniyet AB modelinde somutlaşan farklı kimliklerin siyasal temsiline izin veren bir parlamenter demokrasiyi anlamakta hep güçlük çekti. Ancak bunları söylemek özcü bir CHP’li kimliğini kabul etmek anlamına gelmez. Farklı siyasal projelerin üretildiği ve geleceğe yönelik güçlü vizyonların inşa edildiği dinamik bir CHP örgütü bu dar ufuklu siyasal kısırlığı tabanından söküp atabilirdi. Tabandaki %90’lara varan AB taraftarlığı bu tip projeler için bir zemin olabilirdi. Fakat yukarıda belirtilen tarihsel ve yapısal nedenlerin de güçlü belirlenimiyle ortalama CHP tarzı aşılamadı. AB reformlarıyla laikliği ve ulusal bütünlük hedeflerini uzlaştıramayan zihniyet AB taleplerinde art niyet ve komplo senaryoları aramayı seçti.

EMİN ALPER