1.
Türkiye toplumunun insan malzemesini değerlendirirken, kullandığımız ölçütler içinde belki de en dikkat noksanlığı gösterdiğimiz alan, “psikoloji” oluyor. Konu “insan” olduğu halde, “psikoloji”den uzak durmayı seçen bu “paradoksal” tutumun çeşitli nedenleri var kuşkusuz. Hızla sıralayacak olursak, ilkin psikolojik malzemenin doğasından; onun, kendimiz için tehlike olarak gördüğümüz bazı olguları ortaya çıkarma olasılığından ürküyor; kendi imgemiz ve genel olarak dünyayı algılama sistemimiz hakkında kurduğumuz “konforu” bozabileceğini bir biçimde seziyoruz. Sonra, bir akıl yürütme biçimi olarak psikolojik çözümlemelere çoğu kez inanmıyor; diyelim ki, ciddiye almıyor, “bilimsel” bulmuyor, onların “görünüşteki” her yana çekiştirilebilirlikleri karşısında güvensizlik duyuyor; klinik düzeydeki delilikler ve ağır patolojik durumlar söz konusu olmadığı sürece, onu, kendimizden uzakta, bütünüyle hayatımızın dışında bir yerde tutmaya; bizimle hiç ilgisi olmayan bir şeymiş gibi davranmaya çalışıyoruz. Çünkü, en başta bir “bilgi disiplini” olarak “psikoloji”nin kendisiyle yüzleşmekten korkuyor; bir “olgu” olarak sıkı sıkıya onunla yaşadığımız halde, bir “bilgi” olarak onunla yaşamak istemiyor; terimleri, tanıları, verileri, çözümleme mantığıyla gündelik hayatımıza ve algılama sistemimize sızmasından kaçınıyoruz. Ya da haklarında pek az şey bildiğimiz bu kavram ve terimleri, kimi tartışmalarda kızdığımız insanları suçlamak için, yedek cephane malzemesi olarak işimize geldiği gibi kullanıyoruz. “Şizofren”, “psikopat”, “paranoyak” benzeri sözcüklerin bu kadar uluorta kullanılması, sahiden bilerek kullanıldıkları anlamına gelmiyor.
Oysa kendimizi oldurmak, geliştirmek; kişisel malzememizi gözden geçirmek, benliğimizi bütünlemek, yaşamımızı yenilemek, varoluşumuzu anlamlı kılabilmek için, gereken durumlarda kendimizle, gerçeklerle ve hayatla “yüzleşebilmek” gereklidir. Özellikle zaman ve mekân içinde yol alırken katettiğimiz çeşitli dönemeçlerdeki zorunlu, kaçınılmaz yüzleşmelerde bizi dağılmaktan koruyacak, içimizi sağlamlaştıracak, bize gereksindiğimiz “iç gücünü” kazandıracak olan şey budur. Okunmuş, öğrenilmiş, yaşamla sınanmış, deneyimler sonucu kazanılmış, sezgi ve sağduyuyla zenginleştirilmiş bu bilginin kılavuzluğunda, güçlükleri daha kolay atlatabilir, tökezlediğimiz yaşamı yeniden örgütleyebilir, çıktığımız yolu daha iyi sürdürebiliriz. Güç koşullarda, durumun adını koymamız, seçim yapmamız, bir yalanı açığa çıkarmamız, bir açmazın üstesinden gelmemiz, soruna hakiki bir neden bulmamız, çetin bir ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda kendi başlı başına bir “ahlak” olan, insanın bu yüzleşebilme becerisi ve yeteneğidir. Ancak yüzleşebilen insanlar kendilerini aşabilir, sorunlarıyla baş edebilirler.
Bu nedenle, bir bilgi disiplini olarak, en temel konularından birinin, yüzleşme sorunları olduğunu düşündüğüm “Psikoloji”ye kitaplığımızda, gündelik sözlüğümüzde ve kişisel donanımızda daha fazla yer açmamız gerektiğine inanırım. Yazık ki, işi “insan ruhu” olan yazarlarının bile, bu bilgi disiplininin, akıl ve algı dağarcığımıza kazandırdıklarından gereğince yararlanmadığı bir ülkede, bunun için katedilmesi gereken yolun aslından daha uzun olduğunu biliyorum.
2.
Yüzleşme korkusu dediğimiz, mevcut bilginin ertelenmesidir bir bakıma. Orada içimizde bir yerde duran ya da bize dışarıdan yansıyan bir bilgiyle karşılaşmak, yüzleşmek, ödeşmek bundan sonuç çıkarmak, çıkardığımız sonuçlara katlanmak ve bu sonuçlarla birlikte yaşamaya çalışmak, hem toplumsal kültürümüzde yoktur, hem tek tek bireylerin yaşantılarında pek görmeye alışık olduğumuz bir yaşama tutumu değildir. Ailenin çekirdeğinden başlayarak, içinde serpilip geliştiğimiz toplumsal dokunun hiçbir katmanında öğrenmemize de fırsat tanınmaz. Bu nedenle, yüzleşerek öğreneceğimiz “gerçek nedenler” yerine, yalanlar, bahaneler, zahiri sebepler inşa ederiz. Ortaya çıkacak olan bilgiler, daha fazla saklanmaması gereken doğrular ve artık kabul edilmesi gereken gerçekler karşısında dağılacağını bilen “ego”, alt alta sıraladığı bahaneler manzumelerinden, kendini koruyacak bir kale inşa eder kendine ve bu kalenin sahte sağlamlığına yaslanarak bu “arızalı bütünlüğünü” sürdürmeye çalışır. Bizim önemsediğimiz de, toplumca önemsetilen de, “ego”muzu dik tutacak, bu arkası boş “cepheden görünüşümüzü”, “fasad”ımızı koruyacak bu kale; toplum katında anonim onay kazanacak bir “görüntü”, bir “imaj”dır. Hayatımızda çıkan irili ufaklı her yangından ilk kurtarılmaya çalışılan da ne yazık ki budur.
Bu nedenle, öyle ya da böyle “heba edilen yıllar” dendiğinde, düşünmemiz gereken şey, heba edilen yılların adedi değil, o yılların içeriği ve kalitesi olmalıdır.
Çoğunluğun sandığı gibi, Türkiye “imaj toplumu” olmaya şimdilerde başlamadı; zaten hep bir “imaj” toplumuydu. Dışarıdan nasıl göründüğü esası üzerine yükselen; başkalarının nasıl göreceğinin, ne diyeceğinin, ne söyleyeceğinin büyük ölçüde yaşama kurallarını belirlediği toplumlarda zaten bir “imaj” inşa etmek ve bunu sıkı sıkıya korumak kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda, birörneklik esası üzerinde yükselen; rol modellerinin fetişleştirilmesine dayanan bütün anonim kültürlerin ortak özelliğidir.
Bu sosyolojik malzeme, günümüzün moda deyişlerinden biri olan “imaj toplumu” ile yeni kavramsallaştırılmaya çalışılıyor olabilir, ama bu onun yeni ortaya çıktığını göstermez. Türkiye öteden beri bu olguyla iç içeydi zaten. Çağımızın ilerleyen teknolojisine koşut gelişen yeni görüntü üretme aygıtları, yaşamın gündelik sözlüğüne yeni sözcükler, terimler, kavramlar katmış oldu yalnızca. Teknolojik ilerlemenin sağladığı, “fetişleştirilmiş görüntünün” seri üretimi ve yaygınlaştırma kolaylığıysa, bu durumun, daha “görünür”, daha kavranır hale getirdi. Kısacası, sorunun kendisi “modern” değil, yalnız bu araçlar ve kavramlarla “modernize” oldu; bizi de güya daha modern bir sorunun içinde yaşadığımıza inandırdı.
“İmaj toplumu” ve “sanallık” konusunda söylediklerime, bu noktada bir açıklık getirmek isterim: Bugün, bu bilişim çağının kavramları, ilerleyen teknoloji, yaygınlaşan kitle iletişim araçları ve her çeşidinden görüntüsel bombardıman ile tanımlanan gelişmiş Batı toplumlarını işaret etmek için çatılan kuramsal çerçevenin yedeğinde kullanılıyor elbet. Batı’da görüntülerin bütün algılar sistemini ele geçirmesinden yola çıkarak kavramsallaştırılan “imaj toplumu” sözüyle, bizim toplumumuzun geleneksel “suret” malzemesi arasında bu anlamda bir “biçim” farkı var hiç kuşkusuz. Ama benim burada söylemek istediğim, “özünde” bir fark olmadığıdır. Buna bağlı olarak dikkat çekmeye çalıştığım bir diğer konuysa, bu gerçeğin sanki biz önceden böyle değilmişiz de, “Batılılaştıkça”, ya da “kapitalistleştikçe” böyle olmuşuz gibi alımlanması, daha fenası bu durumun, günümüzün kimi gözde post-endüstriyel kuramlarından devşirme yarım pörçük bilgilerle bu biçimde teorize edilmeye çalışılmasıdır. Yani daha sorunun kaynağını adlandırmada bir yüzleşme zaafı yaşanmakta, ortada “suç” diye “görülebilen” bir şey varsa bu, başkasına (Batı’ya, kapitalizme, endüstrileşmeye vb.) atılmaya çalışılmaktadır. Varoldukları tarihsel dönem farklılıklarına ilişkin olarak, “görünüşler”, “görülünüşler” değişiyor olabilir ama, endüstriyel toplumlardaki görüntülerin işleyiş ve alımlanışı ile geleneksel tasavvurun “inşasına” ilişkin imgeler düzeneğinin üç aşağı beş yukarı aynı biçimde işlediği gözardı edilemez. Bugün dinci-milliyetçi kökenli “Batı düşmanlığı”nın, ya da sol muhalefet kökenli “kapitalizm karşıtlığı”nın, kitle katında küçük politik kazanımlar uğruna geliştirdiği bu çeşit iddiasıyla içeriği örtüşmeyen iri ve süslü söylemlerin, çok daha kuşatıcı biçimde incelenmesi gereken temel bir sorunun, asıl kaynağını gözden kaçırmaktan başka bir işe yaramadığı rahatlıkla söylenebilir.
İmaj üretiminde, Doğuda bir örneklik yoluyla, “benzerlik” çoğaltılırken; modern Batı toplumlarında, bireysel ayrıksılık için, “farklılık” çoğaltılmaya çalışılır.
Benzer bir açıklamayı da, yüzleşme korkusunun, genel psikoloji açısından bakıldığında, tüm insanlarda görülen evrensel bir olgu olduğunu unutmadığım konusunda yapmak isterim. Dünyanın neresinde olursa olsun, insan doğası, karşılaştığı kimi zor durumlar nedeniyle, gerçeğin kendisiyle yüzleşmektense, “ego”sunun parçalanıp dağılmasını önleyecek “zahiri sebeplere”, daha kolay kabul edilebilir “bahanelere” sığınabilir. Bu, kişiye, duruma, koşullara göre değişen gerekçelerle, kimi zaman bir korunma yöntemi, kimi zaman gerçeği sindirip kabullenebilmek için hayattan zaman kazanmak anlamına gelebilir.
Benim “yüzleşme korkusu” derken, sözünü etmek istediğim, bir çeşit refleks gibi işleyen insan doğasına özgü bu psikolojik savunma niteliğinden çok, bu ruh halinin “toplumsallaşmış”, “sosyolojik değer kazanmış” yanıdır. Yani, çocuk eğitiminden başlayarak aileyi, okulu, toplumu kapsayan geniş bir yelpazede insan ilişkilerinin her düzeyini belirleyecek ölçüde sosyal dokuya sinmiş; toplumsal davranışta giderek geleneksel bir alışkanlıklar tarihi edinmiş olan niteliğidir. Zaman içinde kendi başına sosyolojik bir tutum birliği edinen böylelikle “bize özgü”leşen savunma esasına dayalı yüzleşme korkusunun, insanları anlamaya, görmeye, kabullenmeye, öğrenmeye, gelişmeye, değişmeye inatla kapatan bu köreltici, kötürümleştirici yanı, bu yazının temel derdi, ana konusudur. Kısacası, bana bu yazıyı yazdıran da budur.
3.
“Yüzleşme korkusu”nun bizim gibi sosyolojik bir kimliğe dönüştüğü toplumların bireylerinde, çocukluktan başlayarak köklü bir inkâr yeteneği gelişir/geliştirilir. Erişkin yaşlara gelindiğinde, kişiliğin adeta temel bir parçası haline gelen bu “yetenek”, kişinin hayatla olan bütün ilişkisini temel bir ikiyüzlülük, yok sayma, gözardı etme üzerine inşa etmesine ve algısında gerçeklik çarpıtmasına neden olur.
Bu korkunun hayatımıza nasıl sindiğini, algılarımızı ve gündelik ilişkilerimizi nasıl belirlediğini anlamak için, görüş açımızı genişleterek etrafta bir tarama yapmak yeterlidir.
Bugüne dek yaşadığım, gözlemlediğim, tanık olduğum, okuduğum, dinlediğim nice olaydan yola çıkarak, yüzleşme korkusunun, Türkiye insanının öteden beri en önemli, en temel korkularından biri olduğunu; böyle bakıldığında, toplumumuzun da, insanımızın da aslında korkak olduğunu düşünüyorum. Gözünü budaktan sakınmamak, kavgadan kaçmamak, savaşmaktan korkmamak, tek başına bir cesaret ölçüsü sayılabilir belki, ama asıl cesaret, insanın başta kendini, “içindeki” ve “dışındaki” gerçekleri göze alabilmesiyle başlar. En büyük cesaret, düşman karşısında değil, bilgi karşısında gösterilebilendir.
Türkiye insanı, yalnızca devletten, polisten ve benzerlerinden korkmaz; asıl gerçeklerle yüzleşmekten korkar; gerçeğin irili ufaklı her çeşidinden korkar. Onlarla nasıl başa çıkacağını bilemez çünkü. Yüzleşmeye kalktığı takdirde, bunun altından nasıl kalkabileceği konusunda, aileden, okuldan, toplumdan bir eğitim ve yardım almadığı gibi, bunu göze aldığında, köşeye kıstırılacağı kollektif bir tepkiyle karşılaşacağını da bilir. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir. Bunun yalnız bizde değil, çocuk kalmış/çocuk bırakılmış her toplumda görülen temel ve arkaik bir özellik olduğu kanısındayım. Toplumsal yapımızın çekirdeği olarak aile yapımız, kendiyle ödeşebilen, sorumluluklarını üstlenmeyi bilen; kendi kararlarını tek başına alabilen bağımsız bireyler yetiştirmekten çok, -ataerkil örgütlenme yapısı içinde olduğunu unutmayarak- “anne”ye bağımlı büyümemiş çocuklar yetiştirmeyi hedeflediği için, genel kabul görmüş doğruların; toplumsal ezberin; genelgeçer davranış kalıplarının, duyuş ve düşünüş biçimlerinin dışındaki her şeyi dışlar ya da kendi geleneksel diline çevirir, soğurur, benzetir. Birey, dış dünya karşısında kendini bütünüyle savunmasız hissettiği için, kabuğunu kalınlaştırarak, yalanlarını sağlamlaştırarak, bahanelerini zenginleştirerek, ısrarını ve inadını “doğru bildiklerinden vazgeçmemek” ya da “kişilik tutarlılığı” sanarak kendine gündelik hayat içinde “sanal bir alem” kurar. Kanaatin, bilgi yerine kullanıldığı bütün toplumlar için geçerli olan bir özellik gereği, bu anlamdaki “sanal”lık, bugün bilgisayar teknolojisiyle bulduğumuz/kazandığımız bir özellik değildir; biz buna zaten sahiptik. “Sanal”lığın en önemli koşuluna sahiptik: bilgi sahibi olmadığımız her şeyi sanıyorduk çünkü, başta “kendimizi” olmak üzere her şeyi “sanıyorduk”. “Resmî tarih” kadar, “Resmî hayat”ları da “sanıyorduk.”
Bugün kanaat oluşturma aygıtlarının her çeşit görsel, işitsel donanımla zenginleştiği, çeşitlendiği bu teknoloji çağının nimetlerinden yararlanırken, kendimize yalnızca yeni bir “imaj” yapıyoruz. Hepsi bu.
4.
Gündelik yaşam içinde, “Keşke yanımızda bir kamera ya da ses alma cihazı olsaydı da, konuşmalarımızı kaydetseydi, o zaman gerçekler anlaşılırdı,” dediğimiz çaresiz durumlar yaşadığımız çok olmuştur. Çoğu kez söylediklerimizin yanlış anlaşılması, kasıtlı olarak çarpıtılması ya da olan bitenin başkalarına farklı biçimlerde aktarılması gibi moral bozucu durumlara karşı, gerçeklerin teknolojik olanaklarla belgelenmesi halinde her şeyin çözülebileceğine inanmışızdır. O an gizli bir kameranın kaydettiklerini gösterme şansımız olsa, gerçeğin ortaya çıkacağı ve bunun başkalarınca da anlaşılacağı gibi toy ümitlere kapıldığımız bu çeşit ham hayallere, son yıllarda televizyon kanallarının en çok izlenen programları olan, belli sayıda insanın dar bir mekânda günlerce kapalı tutulduğu yarışmalar kesin bir son vermiş olsa gerek. Bu programlar ve uzantısı olan halka açık tartışma programları sayesinde hep birlikte görüyoruz ki, yeniden en temel gerçeğe dönülmüştür: Her ânın kaydedildiği, her yanı kameralarla çevrili kapalı bir alanda bile, insanlar görmek istemediklerini görmüyor, duymak istemediklerini duymuyor, kabul etmek istemediklerini kabul etmiyor, öğrenmek istemediklerini öğrenmiyorlar. Bir gün önce söylediklerinin birebir kayıtları kendilerine gösterildiğinde bile, rahatlıkla reddedebiliyor; akıldışı bahaneler uydurabiliyor, saçmasapan biçimde gerekçelendirebiliyor; bir başkasının defalarca yinelenen apaçık sözlerini, insanın gözünün içine baka baka tahrif ederek aktarabiliyorlar. Bu ve benzeri durumları, yarışmacıların ya da katılımcıların ahlak zaafları ya da kişilik bozukluklarıyla açıklamak yetmiyor. Nitekim, yalnızca bu gözükara yarışmacıların değil, onların yakınlarının, destekçileri olan seyircilerin de katıldıkları çeşitli programlarda, benzer düşünüş ve davranış kalıplarının aynı marazlarla sergilendiğini görüyor, dolayısıyla genişleyen halkayla birlikte, bunun “münferit vak’alar” değil, sosyolojik bir gerçek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Psikoloji’nin nasıl “sosyoloji” haline geldiği, ya da sosyolojinin aslında nasıl “psikoloji” olduğunu kavradığımız elmas parlaklığındaki bu öğretici deneyimler, aynı zamanda ve “paradoksal bir biçimde” bize, görüntü çağınının, her ânı kayıtlı “görüntülerinin” bile bir şeyi kanıtlamaya yetmediğini belgeliyor.
Bu örneği yaşamın içine; görsel, işitsel hiçbir kaydın tutulmadığı gündelikte karşılaştığımız iletişim sorunlarına taşıyarak çoğalttığımızdaysa, konunun sosyolojik boyutundaki açmaz daha görünür hale geliyor.
Bu vahim durum, ne yazık ki ortalık kızıştırma esası üzerine kurulu birkaç yarışma programı, birkaç aklı çizilmiş, ruhu didiklenmiş, şöhret sıtmasına tutulmuş hasarlı insanın varlığıyla sınırlı kalmıyor. Bu kapana kıstırılmış evlerin arızalı yarışmacılarıyla, örneğin Türkiye’nin ciddi sorunlarının tartışıldığı çeşitli açıkoturumlarda karşımıza çıkan, akademisyeninden köşe yazarına seçkin “münevverlerimiz” arasında temelde bir fark olmadığını anlamak için, TV kanalları arasında üstünkörü bir gezinti yapmak yetiyor. Hemen her seferinde, her çeşidinden tenezzül düşüklüğü eşliğinde, aynı burkulmuş mantıklar, aynı akıl yürütme ve çıkarsama yetersizlikleri, aynı zihinsel bağlantı kopuklukları; sıkıştığında odak kaydırma, konudan uzaklaşma, meseleleri çarpıtma esası üzerinde yükselen aynı ucuz “münazaracılık” numaraları; ortalama seyirciden oy ve puan toplama esasına dayanan aynı küçük kurnazlıklar; her eleştiriyi kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılayan aynı arızalı bünyeler; saplantılarını bir “yüce değer”, zayıflıklarını “derin duygu” sanma yanılgıları; çürük taşlarla çatılmış gediği çok, ama burcu yüksek kişisel savunma kalelerine hapsolmuş aynı kumaştan yapılma kişiler çıkıyor karşımıza. Sonuçta bu “yarışmacılarla”, bu “münevverler” arasındaki fark, yalnızca diploma ya da etiket farkı olmaktan öteye geçemiyor.
Doğru ya da yanlış, sonuçta “kendimiz” bellediğimiz, “ben” dediğimiz bir bünyenin, en ufak biçimde bile sarsılmasına tahammül gösteremeyen, yanılmayı kabullenemeyen, gözden geçirmelere izin vermeyen, bu nedenle öğrenmelere, dolayısıyla değişimlere, dönüşümlere kapalı, hasara dayanıksız zayıf “ego”ların, hayatla, diğer insanlarla, memleket ve dünya gerçekleriyle, sıradan ya da tarihsel gerçeklerle, kendileriyle, kendi eylemlerinin gerçek dinamikleriyle yüzleşme korkusu, her şeyin önüne geçerek varoluşlarını hayata kapıyor.
En ufak sarsıntının bile, imgesi tunçtan dökülmüş kişilerin sıvalarını dökmeye, benliklerini sarsmaya yettiği, büyümemiş çocuklar toplumunda söz almak, söz vermek, sözünü dolaşıma sokmak, sözü bir değer kılmak; yeni bir düşünce, ilke, ahlak üretmek ve korumak, çağımızın hızında anlam, değer ve etik’in aynı hızda artan kaybıyla orantılı olarak gün günden güçleşiyor.
Sanmaktan bilmeye giden bu uzun yol, doğrusu gelecek için pek de ümit vermiyor.
5.
Yüzleşme edimleri kendi içinde çok çeşitli ve derecelidir. Korkularla, gerçeklerle, güçlüklerle yüzleşmek; kişisel yetersizlikler ve noksanlarla yüzleşmek, cinsel dinamikler ya da düğüm olmuş kişilik sorunlarıyla yüzleşmek; o güne dek doğru bellediklerimizle, bize öğretilenlerle, hiç kuşku duymadan kabullendiklerimizle yüzleşmek; hatalarımızı, yanılgılarımızı, suçlarımızı üstlenmek ve benzeri olgular, yaşam içinde bizi çevreleyen geniş bir varoluş alanını kuşatır. Aileden başlayarak, millete uzanan kanbağı ve yakınlık derecesi yelpazesinde kademelendirilebilir olan bütün ilişkiler, bu kişilere ilişkin sürekli savunma esası üzerinde tutar bizi. Örneğin, bu nedenle, anneninizin, babanızın ya da değer verdiğiniz bir yakınınızın, aslında “kötü bir insan” olduğunu, ya da “suçlu” olduğunu kabullenmeniz bazen bir ömür sürebilir. Bazı durumlarda, mahallenizden “böyle birinin” çıkabileceğine, bir memleketlinizden “bunu görebileceğinize”, askerinizin “bunu yapmış olabileceğine” asla ihtimal vermezsiniz.
Çocuğu suç işlemiş birçok ana baba için, asıl suçlu hep başkaları, ötekilerdir; o, arkadaşlarının aklına uymuştur. Ya da bazı durumlarda milli gerekçemiz gereği, “tahrik edilmiş olduğuyla” savunulur. Anımsayacaksınız, Sivas’ta 37 kişi herkesin gözü önünde diri diri yakıldığında, hem ülkenin başbakanının, hem ana muhalefet partisi başkanının ağızbirliği etmişçesine ilk söyledikleri, “Aziz Nesin’in ortalığı ‘tahrik etmiş’ olduğu”ydu. Yakın bir tarihte Antalya’da turist kadınlara tecavüz edip uçurumdan atan bir katilin anası, “Kim bilir, kadınlar ne yaptılar?” diyordu. Her yüzleşmenin, kişiye yüklediği sorumluluk payları aynı değildir kuşkusuz, ama benzerleri kolaylıkla çoğaltılabilir olan bu örneklerde rahatlıkla görülebileceği gibi, suçu, hatayı “öteki”leştirmek, sorumluluğumuzu saklıyor, payımızı hafifletiyor, sorunun kaynağını bizden uzaklaştırıyormuş gibi yapar. Sevdikleri sanatçının ya da bir yakınlarının eşcinsel olduğunu kabullenmekte zorluk çekenler ya da alkolik olduklarını bir türlü kabullenmeyenler hep bu “yakınlıkta” kaybedilen gerçeklik sorununun parçasıdırlar.
Kolaylıkla anımsayacağınız gibi, dramatik sanat disiplinlerinin gözde konularından biri olarak bu durumu örnekleyen çok sayıda öykü, roman, oyun ve film vardır.
İnsanların çoğu, kişisel başarısızlıkları, yetersizlikleri konusunda ya da başkasına verdikleri zararlar hakkında da kendileriyle yüzleşmekten alabildiğine çekinirler. İnsan doğasının hileli yanlarından biri olan bu durum, yalnızca sıradan ya da eğitimsiz insanlara özgü bir hamlık değildir. Sorunun kendisiyle yüzleşmediyseniz eğer, yalnızca bahanelerinizi ya da gerekçelerinizi “entellektüalize” etmekte, “akla uydurmakta” ustalaşırsınız; sorunun kor çekirdeği değişmez. Bu durum ne yazık ki, kendi “karat”ını tartmada; yeteneklerinin sınırları, yapıtlarının niteliği, entellektüel kalitesi ve sanatsal düzeyiyle yüzleşmede ağır sorunlar yaşayan insanlarla dolu kültür dünyamızda da pek farklı değildir ve kolaylıkla karşılık bulur. Kendi başarısızlıklarının gerçek nedenlerini anlamak, onlarla yüzleşmek yerine, başkalarının başarısının arkasında kirli ve karanlık hikâyeler aramak, bu tutumun en yaygın biçimde rastlanan örneğidir. Onlara göre, kızdıkları kişi, kadınsa, “veriyordur”, “Yahudi” ya da “gay”se, arkasında “lobi”si vardır. Bu gibi ucuz gerekçelendirmelerle kendi maceralarında aldıkları güdük “yaralar” sarılmaya bakılır. Bu kişiler için, pahası ne olursa olsun, kendilerini doğrulamak, gerçek nedenleri kavramaktan çok daha önemlidir. İçlerinin mekanizması böyle işleyen kişilerin, “sosyalist”, “Müslüman”, “sağcı”, “solcu” olmasının hiçbir önemi yoktur. Kendi gerçeğine uzak olanlar, her yere uzaktırlar ve hem ait oldukları, hem karşı oldukları çevrelere aynı oranda zarar verirler.
6.
Bireysel yüzleşme korkusu kadar, toplumsal yüzleşme korkusu da çok köklü ve güçlüdür. Bu korku, kişisel ve toplumsal narsisistik imgelerimizi korumak için, ilkin içimizde kurduğumuz kalenin temel harcıdır. Bu nedenle “Sistem”, tarihiyle, geçmişiyle yüzleşmek; ordusu ya da diniyle yüzleşmek gibi zorlu sınavlar için, istense de kolay aşılamayan alabildiğine yüksek ve kör duvarlar üretir.
Türkiye’nin yakın tarih vicdanında hâlâ taze yaralar olarak duran ve büyük oranda bugün yaşadığımız çıkmazların çatalağızlarını oluşturan 12 Mart ve 12 Eylül askerî darbeleri, bu anlamda toplumsal yüzleşme tarihimizin de önemli dönemeçleri sayılır. Bu süreç hem solcular, hem darbeciler açısından zaman içinde ilginç bir hesaplaşma ve yüzleşme malzemesi ortaya çıkarmıştır. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki: Sol kesim, ne yazık ki, hiçbir zaman kendi dinamikleriyle gelişen, kendi evrimsel sürecinde vardığı bir aşamada özeleştiri yapmayı, kendini gözden geçirerek yeniden yapılanmayı becerememiştir. Bu tür kendini gözden geçirmeler, hesaplaşmalar, geçmişiyle ödeşmeler, hep dışsal, çoğu kez pahası ağır bir müdahalenin sonucunda, bir dış belirleyenin yolunu kesmesiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Kendi dinamiklerinin evrimsel gelişiminden yoksun, yalnızca yenilgi travmasıyla başlayan bu tür hesaplaşmalar da ne yazık ki, “Biz nerede hata yaptık?” düzeyinde daha çok taktik ve stratejik hata arayışlarına kilitlenmiştir. Bir bütün olarak sol anlatının kendisi, devrim ve eylem modelleri, örgütlenme anlayışları, fraksiyonların toplumsal ve tarihsel çözümlemelerinin doğruluğu ve geçerliliği, köktenci bir tutumla sorgulanamamıştır. (Bu süreçten toplu inkâr ve reddiye ile çıkanları saymıyorum.) Özellikle 12 Eylül, sol kesimin birçok bloku tarafından bir tür elektrik kesintisiymiş, elektrikler geldiğinde de kaldığımız yerden mücadelemizi sürdürecekmişiz gibi algılanmış, bu nedenle zihnen aynı yerde bekleyerek zaman geçirilmiş, bizi, ’90’ların, 2000’lerin dünyasına bağlayacak olan şiddetli süreç doğru okunamamıştır. Elbette bunun, bütün dünyanın yaşadığı, büyük anlatıların çözülüşü ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile kodlanan küresel krizle de bağlantısı vardır, ama benim burada dikkat çekmek istediğim konu, bu yazının teması gereği, yıllar yılı dilimize pelesenk ettiğimiz “özeleştiri verme”, “özeleştiri yapma” kavramlarının temel dinamiği olan yüzleşme terbiyesi ve geleneğinden toplumsal dokumuz gereğiyle ne denli uzak olduğumuza işaret fişeği düşürmektir.
Ne olursa olsun, günah çıkarma geleneği, Hıristiyan kültüründen geçen Batılı toplumlara iyi-kötü bir içe bakış terbiyesi kazandırmışken, bizim kültürümüzde bunun bir karşılığı yoktur.
Bugün 12 Eylül’de yapılanlara ilişkin ne zaman eleştirel bir konumdan söz alınsa, askerî darbelerin savunma hattı üstünde duran kişiler, o dönemin koşullarının bunu gerektirdiğinden dem vururlar. Zaman ile koşullar arasında bu denli kaba ve kör ilişki üreten bu çeşit klişeler, ortalama zihinlerin konforu için kullanışlıdır belki, ama geçersizdir. Tarihin böyle işlemediği; o günün koşullarında yapılanların çoğunun, aslında hiçbir koşulda yapılmaması gerektiği biliniyordur çünkü. Araya giren zamanın puslandırıcı etkisinin, gerçekleri, kanıtları ve geçmişin günahlarını karartacağına duyulan bu boş güven, geçmişi temize çıkarmanın beyhude gayretleriyle, daha sonra yapılabilmesi olası askerî darbeleri, zihinlerde meşrulaştırmaya zemin hazırlar yalnızca. Bugün Kürt realitesini tanımakta, Ermeni meselesini konuşmakta bunca zorlanmamız; diyelim, son zamanlarda yeniden gündeme gelen Latife Hanım’ın mektuplarının kilit üstüne kilit içinde saklanması, resmî kilit altında tutulan tarih arşivlerini açmaktan bunca kaçınıyor olmamız, hepsi bu genel korkunun bir parçasıdır.
Bildiğiniz gibi, açık ve resmî bir yasaklama olmadığı halde, bir “consensus”a dönüşen dilsiz bir sansürle ülkemizde, Atatürk’ün canlandırıldığı herhangi bir film uzun yıllar çekilememiştir. Atatürk’ün beyaz perdede cisimleşmeye başladığı tarihler yenidir. Çünkü, şeriat karşıtı “birtakım Atatürkçü zihinler” bile, İslami suret yasağı geleneğinin içinden ve odağından baktıklarının farkında olmayarak, uzun yıllar Atatürk’ün beyaz perdede canlandırılmasını engellemişlerdir.
Bugün Batı dünyası ve Hıristiyanlık, İsa’nın canlandırıldığı onlarca film yapabilmekteyken, müslümanlar kendi peygamberlerini konu edinemezler. İslam toplumlarında Hz. Muhammed’in yüzünü resmetmek yasak olduğu gibi, canlandırmak da yasaktır. Bu nedenle belki de hiçbir zaman Hz. Muhammed’in canlandırıldığı bir film seyredemeyeceğiz.
Bence, Türkçenin güzel olanaklarından biri, “yüzleşmek” fiili ile “yüz” sözcüğünün ilişkisidir. Kendi peygamberiyle “yüz”leşemeyen toplumlar, kendi varoluşuyla ne kadar yüzleşebilir ki?
7.
Red ve inkâr mekanizmaları, kimi zaman hazin ya da gülünç hikâyelere dönüşür. Son zamanlarda ardı ardına okuduğum casuslar ve casusluk tarihi üzerine kitaplarda, toplumsal narsisizmin yüzleşme korkularını parlak ve güçlü bir biçimde örnekleyen çeşitli yaşanmış hikâyelere rastladım. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların, sırrı asla çözülemez sandıkları ve kendi zekâlarına hayranlık ve tapınma nesnesi haline getirdikleri, daha sonra uğradıkları büyük kayıplara karşın, şifrelerinin kırılmış olabileceğinden kuşkuya düşmeyi bir an bile akıllarına getirmedikleri “Enigma” adını verdikleri şifre makinesine duydukları sarsılmaz güvenin etrafında yaşananlar, bunun tipik bir örneğiydi. Kendi akıllarından daha üstün akıllar olabileceğini düşünemeyen, Almanların OKW diye anılan şifre bürosu adamlarının, kendi geliştirdikleri bir makinenin mağlup edilemeyeceğine olan inaçları o kadar tamdır ki, şifrelerin kırılmış olabileceğine ilişkin kanıt olabilecek nice önemli yenilgi yaşandığı halde, bu gerçeği kabullenmeye yanaşmazlar. Hatta, yalnızca bir ay içinde kaybedilen 43 denizaltının yok olmasına, belki de deniz filolarıyla “Enigma” aracılığıyla yapılan görüşmelerin neden olabileceği kuşkusu ileri sürüldüğünde bile, bu olasılığı ileri sürenleri şiddetle püskürtürler. Onlara göre, başlangıç çizelgesinde 36 sıfırlı sayı üretebilen 1036 farklı anahtar deneme gerçekleştirebilen böyle bir makinenin gizi, asla başkaları tarafından üstelik bilinen yöntemlerle çözülemez. “Enigma”, onların gözünde yalnızca bir şifre makinesi değil, aynı zamanda “ego”larını bütünleyen bir “milli gurur abidesi” olduğu için, bunun algılarında yarattığı kör nokta, onlara büyük kayıplar verdirmeye devam eder. Nitekim, çok sonra 1974 yılında “Enigma”nın çözülmüş olduğuna ilişkin bilgiler resmen açıklandığında bile, OKW’nin hayatta kalmayı başarmış bazı adamları, bu gerçeği kabullenmeye yanaşmamışlardır. Bu çeşit zihinler için önemli olan gerçekler değil, onların inandıklarıdır.
Yenilginin öğretici bir deneyimleme olduğunu düşünenler için ümit kırıcı olan bu durumun bir benzeri, Japonlar için de söz konusudur. Onların da, sonradan “Eflatun” diye anılan şifre makinelerinin kırılamayacağına olan inançları öylesine tam, kibirleri o denli büyüktür ki, savaş sırasındaki birçok kayıplarının “Eflatun”un kırılmış olabileceğiyle ilgili olduğunu anlayamazlar. Onlar, küçümsedikleri Batı zihniyetinin “Eflatun”un şifrelerini asla çözemeyeceğini, karmaşık bir yapı içeren Japon diline Batılıların hiçbir zaman egemen olamayacaklarını düşünmektedirler. Oysa, bir süredir Amerikalılar bu sayede Japonların omuzlarının üzerinden göz gezdirebilmekte, onların bütün diplomatik trafiklerini izleyebilmektedirler. Üstelik, hayli gelişkin bir makine olan “Eflatun”un çözülmesinde, dil kalıplarının matematiksel olarak yeniden yapılandırılarak nasıl çalıştığını, nasıl şifrelendiğini ele veren ilk hamleye, ironik bir biçimde bir başka ulusal zaafları neden olmuştur: Güçlü bir imparatorluk geleneğinden gelen Japonların alışkanlık haline getirdikleri aşırı nazik selamlaşma biçimleri, savaş sırasındaki hayati mesajlarına bile, süslü hitaplar içeren diplomatik bir dille başladıklarının anlaşılması, dilsel işaret kalıplarının çözülmesinde ilk ipuçlarını vermiştir.
Almanların olduğu gibi, Japonların da kendileriyle yüzleşmekten kaçınan köklü inatları, öylesine güçlüdür ki, savaş sırasındaki Japon ordu sinyal kuruluşunun yaşayan son üyelerinden biri, yıllar sonra 1984’te yaptığı açıklamalarda hâlâ Amerikalıların, “Eflatun”u çözememiş olmalarıyla ve Japon dehasıyla övünmeyi sürdürür.
Toplumsal narsisizmin malzemesiyle beslenen ve kendini ancak böyle sürdürebilen milliyetçilik, doğası gereği, körlüğün inatlarına yaslanır elbet. Bireysel psikoloji, kolaylıkla toplumsal psikoloji haline gelebilir.
İnsanların kendilerini, kimliklerini, niyetlerini, amaçlarını gizlemek zorunda oldukları casuslar, köstebekler dünyası, yüzleşme konusunda bize, metafor değeri yüksek hikâyeler sunar. Örneğin, kimi CIA yada KGB ajanları, özellikle Soğuk Savaş sırasında bazı kişiler hakkında yanılmış ya da yanlış kararlar vermiş olduklarını; bağlı bulundukları örgütleri istemeden de olsa yanıltmış ya da zarara uğratmış bulunduklarını, yıllar içinde bütün gerçekler ve belgeler ortaya çıktıktan sonra bile, asla kabul etmeye yanaşmazlar. Örneğin, zamanında takibinde olduğu KGB ajanı sandığı biri uğruna CIA’yi ciddi para, zaman ve insan kaybına uğrattığı halde, duvar yıkılıp, Sovyetler Birliği dağılıp, belgelerin büyük bir kısmı ortaya saçıldığında bile, o kişinin karşı tarafın casusu olduğu yolundaki görüşlerinde ısrar eden ajanlar, bu duruma iyi bir örnektir. Ortaya çıkan belgeler ve açıklanan gerçekler onlar için bir şey ifade etmez. Onlar için önemli olan, yanılmış olmamalarıdır.
Yukarıda andığım örnekler, Türkiye’nin yıllardır içinde yaşadığı iç savaşta buna benzer ne gibi hikâyeler yaşanmış olabileceğini düşündürüyor bana. Bunu size de düşündürmek istedim. Korucuların, itirafçıların iç dünyalarındaki parçalanmalar; emekli olduktan sonra gözünü politikaya dikmiş generallerin hatıraları değil ama, askerî psikiyatrların kapalı odalarda dinledikleri bölgeden dönen askerlerin anlattıkları bir yazar olarak çok ilgimi çekiyor.
Gülümseyerek kapatalım: Milliyetçilik körlüğünün, gündeliğin sıradan ayrıntılarında bile görülebilen yüzleşme zaafına bir örnek: Yunanistan’ın evelsi yılki Eurovision birincisi olan şarkısının, aslında bizim Karadeniz horonundan araklama olduğunu iddia eden bir büyük gazetemiz, konuyla ilgili attığı manşetin hemen altında, “Horon” sözcüğünün, Yunancadaki “Horeia”dan geldiğini söylerken, o iki santimetrekarelik alan içinde bile kıstırıldığı kör noktayı göremiyordu: Söz, sahiptir.
Korkularının adını koymaktan korkanların bilmedikleri ve korkmayı sürdürdükçe de bilemeyecekleri budur.
Adını koyalım.