Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı

Türk edebiyatında “genesis” temasının işlenmesi gibi bir konuyu ele alan bir kitapta, “Mavi Anadolucular” diye adlandırılmış grubun da incelenmesi gerekir, çünkü onların da bu “genesis” konusuna ilginç ve özgün bir yaklaşımı vardır. Öte yandan, daha çok roman alanına odaklanan bir kitapta bu yaklaşımı ele almak güç, çünkü grubun üyelerinin bu konuda yazdıkları (benim bildiğim kadarıyla) “roman” türünde değil. Tezi oluşturan Halikarnas Balıkçısı’dır. Ama romanlarında (tarihî olanlarında da) pek bu konuya girmemiştir. Bunu düzyazılarında, denemelerinde , en çok da yazıya geçmemiş konuşmalarında geliştirmiştir. Aynı gruptan Melih Cevdet ise bazı şiirlerinde bu temayı işlemiştir. Romana yansımamış olsa da, önemli bir tema olduğu için, gerek tezin kendisi, gerekse edebiyatta işlenişi üzerinde durmak istiyorum.

Önce “tez”den başlayalım: Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir) işlediği kadarıyla bu tez büyük ölçüde Batı Anadolu’yla, İonia ile sınırlıdır. Cevat Şakir, İonia ile bugünkü Yunanistan arasında büyük kültürel-entellektüel farklar olduğuna inanmıştır. Ona göre, Tales’ten Demokritos’a maddeci Yunan felsefesi İonia’nın ürünüdür, Anadolu’da yaşayan filozoflar tarafından geliştirilmiştir. Ama bu demokratik felsefe, Yunan karasında Sokrates ve Platon’un elinde idealist ve totaliter bir felsefeye dönüştürülmüştür.

Cevat Şakir, halk dilinde geçen çeşitli ad ve kelimelerin İonia kökenlerinden geldiğini kanıtlamaya çalışır: örneğin “zeybek” adı Bakkhos’tangelmedir (oysa bu, Yunanca adı Dionyssos olan tanrının Latince adı) ve zeybek oyununda yapılan hareketler, atılan ağır adımlar veya yere diz vurmalar, şarap üretmek üzere üzüm ezilirken yapılan hareketlerdir. Buna benzer bir biçimde “kıble”nin de tanrıça Kübele’den geldiğini iddia etmiştir. Bunu da onaylamak zordur çünkü kelime Arapçadandır ve Arapçanın “üç konson kuralı” çerçevesinde “kaf” “be” ve “lam” köklerinden türemiştir (bu bakımdan İbranice “kabala” ile de akrabadır).

Bu yakıştırmalarda pek fazla alınacak mesafe yoktur. Öte yandan, İonia kültürünü beğenip kendimize mal etmemizden ötürü, Ege’nin öteki kıyısındaki Helen kültürünü aşağılamanın gerekçesini anlamak da kolay değildir. Bu herhalde insanlara bir “öteki” ve bir “düşman”ın gerekli olmasının bir sonucu.

Ayrıca, teorinin doğru olması veya olmaması açısından da, bunlar çok önemli değil. Türklerin kendilerinden önce burada yaşayan insanlar arasında gelişmiş kültürden yararlanmış olacakları, kendi başına, bayağı aklı başında bir varsayım, doğal karşılanacak bir durum. İlle “zeybek” veya “kıble”ye gerek yok; ayrıca, “kolyoz” ile “kefal” veya “fener” ile “kavanoz” ya da “kerata” dediğimizde, arada ne biçim bağlar olduğu ortaya çıkıyor.

Teoriyi İonia’dan Anadolu’ya yaydığımızda, Türk-Tarih Tezi’ne bazı bakımlardan benzeyen, ama onu çok daha kabul edilebilir bir zemine oturtan bir manzarayla karşılaşıyoruz. Tarih Tezi’nin Sümerlerden Hititlere ve Yunanlardan Etrüsk’lere herkesi Türk yapan anlayışı ortadan kalkıyor, biz “onlara veren” değil, “onlardan alan” oluyoruz; ama ilişki çok fazla değişmeden kalıyor. “Açıklama”nın temeli “ırk” olmaktan çıkıyor, “kültür” oluyor.

Arkeolog Ekrem Akurgal da buna yakın bir teori geliştirmişti: Hattilerden başlayarak, Anadolu topraklarında yerleşmiş bütün medeniyetlerin mirasçısı olduğumuzu ileri sürüyordu. O da bunu DNA ile geçen bir bağa indirgemiyor, kültürel kalıtımdan söz ediyordu. “Onlar biyolojik anlamda bizim atalarımız olmasa da biz kültürel bakımdan onların çocukları sayılırız” diyordu.

İlginçtir, bu teoriyi Turgut Özal da benimsedi ve kendi adıyla yayımlanan küçük bir kitabı Gündüz Aktan’a yazdırdı. Benim bu kitapta bir ölçüde kurcaladığım “askerlik/medeniyet” ikileminde o da medeniyetten yana bir çözüm arıyordu. Çözüm o tarafta aranınca bu coğrafi bölgedeki tarihi medeniyetlerle böyle bir “miras bağı” kurmak en akla yakın çıkış yolu gibi görünüyor.

Peki, böyle bir teori savunulabilir mi?

Böyle bir soruya kestirme bir cevap vererek inandırıcı bir sonuca varamayız. Ama bugün bu ülkede yaşayan insanların gerçekten de o eski medeniyetlerle bir bağlantı içinde varolduğunu söylemek herhalde pek inandırıcı olmayacaktır. İnanmakta en fazla zorluğu çekecek olanlar da, bu mirası devraldığını iddia ettiğimiz halk olacaktır.

Öte yandan, bu “miras devralma” işinin ille de “biyolojik” bir soy sorunu olmadığını unutmamalı. Bugün Anadolu’da yaşayan bir köylü, yakınında bulunan bir Yunan ya da Roma ören yeriyle sadece orada bulabileceği define veya kullanabileceği taş gibi ögeler nedeniyle ilgilenebilir. Bunu da, o medeniyetten gelmemesiyle açıklamak bize inandırıcı gelebilir. Ama aynı köylünün Osmanlı geçmişiyle “biyolojik” diyebileceğimiz bir bağlantısı vardır. Buna rağmen, Osmanlı sanat eserleri, mimarisi v.b. bugün bu ülkede yaşayan insanlara son derece uzak. O halde, hesaba katılması gereken etkenler farklı olmalı.

Bağlar varolan koşullar içinde böyle kopabiliyorsa, o halde başka koşullar yaratıldığında kurulabilir de – ya da, öyle mi? Evet, bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Birçok kereler söylediğim gibi, “gelenek” dediğimiz şey, her zaman ve her yerde, bir vakit olmuş şeylerin daha sonraki oluşumlarda da tekrarlanmasıyla biçimlenmez. Aslında daha sık görülen durum, yaşadığımız noktadan geriye bakarak kendimize gelenek beğenip seçmemizdir. Bu böyle olunca, A ögesini olduğu kadar B ögesini de seçebiliriz; A’dan bir gelenek kurduğumuz kadar B’den de kurabiliriz.

Ankara’daki ünlü Hitit geyiği kavgası bu çerçevede ilginç bir örnek. Hatırladığım kadarıyla eski belediye başkanlarından Vedat Dalokay bu geyik heykelini Ankara’nın simgesi haline getirmek istemişti. Daha sonra Melih Gökçek geyiği yerinden sökmek üzere bir savaş başlattı. Onun “gelenek”ten anladığı başka bir şeydi.

Bugünkü genel ideolojik yapının Gökçek’i desteklediğini söylemek mümkün. Ne var ki, bu da sonuçta konjonktürel bir durum. Gökçek’ten yana çünkü onun “milliyetçi-mukaddesatçı” anlayışına yatkın, onu pekiştiren bir eğitim sistemi içinde yetişiyoruz. Bu koşullar değişirse geyiği benimseyenlerin sayısı da artabilir.

Peki, gelenekler, insanlar farkında olmaksızın yaşayamaz mı? Yaşayabilir tabii ve muhtemelen gerçek gelenekler, böyle olanlardır. Bu topraklara sonradan gelen her topluluk, önceden burada olanlardan bir şeyler öğrenmiştir. Bu zaten tarihin genel bir kuralıdır. Sonradan gelen genellikle “askerî fatih”tir, ama yerleştikten sonra yerli kültür onu fetheder. Bu, doğal olarak, geleneklerin de devamı demektir. Osmanlıların sözgelişi Bizans’tan aldıkları konusunda epey bir fikrimiz var. Ama Bizans kendinden öncekilerden aynı şekilde yararlanmamış mıydı? Böyle böyle, gene Hatti başlangıcına kadar gitmez miyiz?

Bazı alanlarda, belki. Ama, “Bizans” diyoruz örneğin... Bizans Doğu Roma’ydı. Doğu Roma’nın ise, Batı Roma’dan aldığı pek çok şey vardı. Bunlar da, o Roma mirasının parçasıydı; yani bu mirasta Batı’nın da payı vardı. Belirleyici dönemeçler her zaman büyük kesintilere, kopuşlara yol açmıştır.

Ama kesinti olmayan alanlarda da, örneğin devam eden bir gelenekte de, geleneğin temsil ettiği şeylerin algılanması tamamen değişebilir. Britanya’da “Morris Dansı” diye bir şey var; besbelli ki geleneksel! Ama, zamanında neyi temsil ediyordu? Bunun çok kesin bir cevabı yok, çünkü unutulmuş. Bugün de yapılıyor, ama sırf “gelenek” diye.

Jessie Weston, klasikleşmiş From Ritual to Romance’ında, buna benzer bazı âyinlere değinmişti. Bu âyinlerde erkeklik organını temsil eden ince uzun nesnelerle kadınlık organını temsil eden kâse veya tabak gibi nesnelere vurulduğunu ve bu temasın doğaya bereket, ekinlere bolluk getirmesini sağlayacağına inanıldığını anlatmıştı. Arthur efsanelerindeki kılıçlı şövalyelerin kıtlık zamanında Kutsal Kâse’yi aramaya çıkmalarını da bu daha eski simgelere bağlıyordu. Çünkü bu tarımsal topluluklar çağını daha savaşçı dönemler izliyor ve bu gibi âyinler “kılıç dansı” türünden yeni âyinlere de dönüşebiliyor.

Weston Britanya folklorundan söz ediyor ama (“Kılıç Dansı” bölümünde) bu yeni perspektifte Bursa Kılıç Kalkan Oyunu’nun kökenleri üstüne bir spekülasyona dalabilirsiniz.

Daha birçok benzer örnek bulabiliriz. Sözgelişi, Boğaziçi boyundaki tepede yatan Yuşa Efendi’nin 12 metrelik mezarının İslâm-öncesinde de orada olduğu biliniyor. Zaten adı da Tevrat’tan. Kurcalayınca, Argonaut’ların seferinde Pollux’un burada öldürdüğü dev-kral Amykos’a kadar gidiyoruz. Ya karşı kıyıdaki Telli Baba? Onun da daha önce bir Hıristiyan azize (bu çöpçatanlık işleri daha çok kadınlara yakıştırıldığı için dişileştiriyorum) ve ondan da önce bir pagan kültüne uzandığı düşünülemez mi?

Bunların hepsi muhtemelen böyledir. Ama dediğim gibi, büyük dönemeçler, bazı gelenekleri devam ettirse de, anlamları üzerinden süngerle geçer. Bursa oyununa bugünkü gözle bakan adamın zihninde bambaşka kavramlar var; bunlarla yüzlerce yıl öncesinin bereket âyini arasında bağ kuramayız. Yuşa’nın mezarı kıpır kıpır. Ama oraya giden bu çağdaş Müslümanların zihnindeki, “ermiş”le ilgili düşünceler Amykos’la herhalde hiç bağdaşamaz.

Zaten bu nedenle, geleneklerin bu kadar uzun zaman süreklilik gösteremeyeceğini gördüğüm için, tarih boyunca bozulmaksızın ileri çağlara atlayan “öz”lerin ancak hayal gücünde varolacağını bildiğim için, bütün bu “genesis” bulma çabalarının boşuna olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, “Mavi Anadolu” grubunun bize kabul ettirmeye çalıştığı “genesis”in de ötekilerden daha inandırıcı olduğu kanısında değilim. Kâğıt üstünde baktığımızda, ötekilerden daha az “şoven”, daha az “dışlayıcı” olduğunu söylemek mümkün gibi görünüyor; ama tezi bizzat yaratanların çeşitli kitaplarında başka konularda konuşma tarzlarına bakınca, pratikte burada da milliyetçiliğin ve dogmatizmin başka yerlerdekinden daha az olmadığını görüyoruz. Ayrıca, örneğin Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk hakkında yazdıklarını okuyunca, bunları yaratan hayal gücünün dinî ayin anlayışından fazla uzak olmadığı sonucuna da varıyoruz.

HALİKARNAS BALIKÇISI

Cevat Şakir’in “Halikarnas Balıkçısı” olarak tanınmasını sağlayan kitapları, kırklar ve ellilerde yazdığı, hepsi de denizle ilgili romanları (örneğin Aganta Burina Burinata) ve denemeleridir (örneğin Gülen Ada, Yaşasın Deniz, v.b.) 1960’larda, Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adında iki tarihî roman yazma gereğini duydu. Bu romanlar, bence, niçin yazıldıklarını kendileri açıklayamıyorlar. Benzer adlarla benzer temaları işleyen, “popüler” dediğimiz romanlardan farklı bir şey görmek mümkün değil. Şüphesiz, Cevat Şakir formel bir eğitimi tamamlamış bir kimse olmamakla birlikte, çok okumuş, çok şey bilen (bir kısmını uydursa da) biri; dediğim o popüler romanları yazanların çoğunun birincil özelliği ise cehalet. Bu bir fark elbette, ama doğrudan estetiğe ilişkin bir fark değil. Estetik alanda Cevat Şakir’in yaptıkları bu tip kitaplardan kendini ayırmıyor. Aynı yoğun –ve temelsiz– şovenizm bunlarda da bulunuyor. Buyurun, daha ikinci sayfadan başlıyoruz: “Ve Türkleri öldürmek, Türk kanı içmek susayış ile... Ege kıyılarına doğru yelken açtı”! Bu, başka yazılarından bildiğimiz Halikarnas Balıkçısı’na yakışan bir üslûp değil. Ama bu, durmadan karşınıza çıkıyor: Valnero adında biri, “Dümenci dümen kullanırken pek yalnız kalıyor” diyor; “onun sağında ve solunda, her iki günde bir Türkü kazığa çaktırıyorduk ki, dümencinin canı sıkılmasın ve konuşacak adam bulsun” (Uluç Reis, s. 32). Türk olmayanları anlatma tarzı, onlara bulduğu sadizm biçimleri v.b., başta Nihal Atsız, hiçbir milliyetçi-faşist Türk yazarını aratmıyor.

“Canavarlaştırma” stratejisinin yanısıra, bu tip “edebiyatın” cephaneliğinde bulunan öteki karalama trüklerini de kullanıyor; örneğin, “kadınlaştırma” (bu bir “aşağılama” tekniği): Fransızlar uzun saçlıymış, “hepsi uzun saçlıydı ya; hattâ onları biz zenne sanmıştık da şaşırmıştık...” (U.R., s. 122) Bu olay durmadan tekrarlanıyor. Veya pis oluyorlar: “İspanyol, Maltız, Ceneviz, Venedik ve Papalık gemileri, pislikten ve bitten ve insanın içini bulandıran fena kokulardan bir lağıma benzerken, Türk gemileri baştan başa ‘gemiyi şartlama’ denilen esaslı temizleme ve yakınmalara tabi tutuluyordu.” (a.y., s. 101) Gülünçleştirme de (ama en kabasıyla) eksik değil: “... kaba etlerine de bir ok saplandı. Dük dö Loren, ardına takılan o sun’i kuyrukla...” (a.y., s. 10)

Hıristiyan kadınlarla ilgili şu sözlerle milliyetçi bayağılık doruğa varıyor: “Hep kendilerine tecavüz edildiğinden bahsediyorlar; fakat asıl tuhafı tecavüze uğramalarını dört gözle bekliyorlar.” (a.y., s. 243) Bulvar gazetelerinin “Türk erkekleri gibisi yok” diyen üstsüz Helga’sı da Halikarnas Balıkçısı’nın romancı imgeleminde kendine bir yer buluyor. Bu arada, iyi firenk de, “Hazreti İsa’ya ve onu doğuran Bakire Meryem’e basardı küfürü” (a.y., s. 19).

Ama bu düşmanlık yalnız Batılılara ayrılmamış; Türk milliyetçiliğine uygun biçimde, Araplar da paylarına düşeni alıyorlar. Kaypak, ham ve benzeri “meziyet”lerle donanmış durumda onlar da.

“Şarlken’in bu heybetli seferinin tam bir dayakla sona ermesine ramak kalmıştı. Ne var ki, tam bu sırada Tunusluların yarısı düşman tarafına dönerek onunla işbirliği etti. Geri kalan Tunuslular da kaleye kaçtılar.” (s. 312) İhanetleri böylece sürer gider: “Nelerin hazırlandığı düşman tarafından haber alındığına göre Türklerin ne hazırladığını haber veren Arap casuslar vardı.”

“TÜRKLÜK” VE “KÖKEN” MESELESİ

Yazının başında değindiğim, “kültürel mirasçı” teorisini başlatmış bir yazarın bu romanların her sayfasına sinen ırkçı-milliyetçi söylemi şaşırtıcı. Bunu şimdi “köken” konusunu sorun haline getirişinde gözlemleyelim.

Türklerin denizle geç tanıştıkları ve yaşadıkları yer bakımından denizle içli dışlı olanlar da bulunduğu halde, çoğunluğun deniz ve denizci kültüründen uzak yaşadığı bilinir. Osmanlı donanması, daha çok hayatına korsan olarak başlamış reislerin komutasında varlık göstermiştir. Bu reislerin birçoğu da Hıristiyan kökenliydi. Örneğin Turgut Reis’in anne-babasının Rum olması ihtimali güçlüdür. Ancak, Türk kaynakları bu iddiayı ciddiye almazlar. benzer biçimde, Hızır Reis ve kardeşlerinin babalarının Rum’dan dönme bir timar beyi olduğu kuvvetle muhtemel, annelerinin Rum olduğu da kesindir. Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis’le ilgili bu güçlü ihtimale önem vermeye hiç niyetli görünmüyor. Tersine, kitaba doğumunu anlatmakla başlayarak böyle bir ihtimali zihnimizden silmek üzere davranıyor. Başka kitaplarında da rastladığımız “yiğit” kadın (Veli’nin karısı) çocuğun geldiğini hissedince “çoğalacağım” der ve kendi kendine dağ başında doğurur, yürüye yürüye eve getirir.

Turgut Reis’in soyu sopu tartışma götürür bir konu sayılabilir. Ama Uluç Ali Reis’in bir Kalabriyalı korsan olarak tutsak düştüğü ve din değiştirerek Türk korsanlarına katıldığı genel kabul görmüş bir bilgidir. Oysa bu durum Halikarnas Balıkçısı’nın hoşuna gitmiyor. İtalyan korsanların annesiyle birlikte Kalabriya’ya kaçırdığı bir Türk çocuğu olmasına karar veriyor.

Böyle bir kaygıyı vahim buluyorum. Türk milliyetçilerinin istedikleri her tarihî olguyu her istedikleri kılığa sokma sorumsuzluklarının sonuçları bir yana aslında kurtaracak bir durum da yok burada. Kökeni ne olursa olsun bir insan bir topluluğun kültürü içinde yetişmiş ve onu benimsemişse, bu biyolojik kökenin bir hükmü kalmaz. Evrensel dinler bunu her zaman bildikleri için kapılarını da kendilerine katılmak isteyeceklere açık tutmuşlardır. Ama modern çağın ideolojisi olan milliyetçilik bu “ulusal köken” konusunu mutlaklaştırarak dinciliğin çok gerilerine düşmektedir.

Örneğin Rüstem Paşa’dan söz ederken, Hırvat kökenli olmasını düpedüz bir suç gibi görmektedir: “Hırvat yani kul yani tutsak çeşidinden olan Rüstem Paşa sarayda yetiştiği için dalkavukluk sanatının sembolü idi.” (Turgut Reis, s. 303) Buradan, Barbaros’un ölümünden sonra kardeşi Sinan Paşa’yı Kapdan-ı Derya yapmasına geçiyoruz. Berbat bir olgusal yanlış: “Bu adam da Enderundan diploma almış ve Kanunî’nin kızı Mihriban’la evlenmişti.” Doğru ad Mihrimah ve evlenen Sinan değil, Rüstem Paşa. Ama Enderun’a reva gördüğü aşağılama ve Hırvat diye adamdan saymaması bu olgusal yanlıştan çok daha ciddi (Uluç Reis, 366’da aşağı yukarı aynı laflar var).

Hıristiyanların özellikle daha batıda yaşayanlarının kötü olduğunu görüyoruz. Bu durum Kemal Tahir’i akla getiriyor ve “Batı” kavramıyla görülememiş bir hesap olduğunu anlatıyor. Ama, biraz önce, Arapların da “Arap” olarak kötü olduklarını görmüştük. Ama, herkes nasibini almaktadır. Örneğin, “...bunların anlatacakları acem düzmeleri değildir” (Uluç Reis, s. 156) diye bir cümle okur geçeriz. Şimdi, şuna da bakabiliriz: “... hepsi de Afrika zencilerindendiler. Sıcak havada leş gibi kokuyorlardı.” (Turgut Reis, s. 16-17) Bu zencilere aynı şekilde düşman olmadığını görüyoruz, ama kokularını belirtmeden edemiyor. İspanyollar onlara o kadar kötü davranırmış ki bunlar da yamyam olmadıkları halde bir İspanyol yakaladılar mı “onu hemen yavaş ateşte kızartırlar ve yalnız yüreğini kemal–i âfiyetle yerlermiş” (a.y., s. 17). Bu gibi iğrenç ayrıntı bolluğuna daha sonra yeniden değineceğim. Bu fasılda son cümle şöyle: “... İspanyol yüreği kin bâdelerinin en güzeli, içindeki kan da kin şerbetlerinin en içimine doyulmaz olanı imiş.” (s. 17) Burada bir maraz var, hiç şüphesiz, ama İspanyollarda mı, başka yerde mi, bir şey söylemeyeyim.

“Yeniçeri Ağası Ali Ağa, Edirneli bir Türktür. Her memuriyetinde kabiliyetini göstermiş...” (Uluç Reis, s.388) Söz konusu tarihlerde bir Yeniçeri Ağası’nın Türk olması nasıl açıklanır? Ama “iyi adam” olarak anlatıldığına göre, Türk olmalıdır.

TARİH FELSEFESİ

Bu ırkçılığın, yazarın kültürel miras teorileriyle açıkça çeliştiğine değinmiştim. “Teori”den, Halikarnas Balıkçısı’nın bu romanlara iliştirdiği birtakım “büyük” olma iddiasında “tarih yorumları”na geçeyim. Uluç Reis’te Preveze zaferinden çıkarılan bazı sonuçlar görüyoruz. Bunların arasında, “düşman donanmasını yarma” taktiğini Barbaros’un icat ettiği ünlü İngiliz amirallerinin bunu ondan öğrendiği söyleniyor. Ama bunun da ilerisine geçiyoruz:

“... o asrın en kuvvetli deniz devleti olan İspanya, Şarlken ve İkinci Filip zamanlarında Türk denizcilerin şahsında kendisine üstün bir rakip bulmasaydı ve kuvvetlerinin büyük bır kısmını Akdeniz’de tutmak zorunda kalmasaydı, İngiltere’yi istilâya çıkan Büyük Armadadan çok önce, o Armadadan daha büyüğünü yapar ve bu takdirde de ne Büyük Britanya deniz İmparatorluğu kurulabilir ve ne de o imparatorluğu kurmakta hizmeti dokunmuş olan ‘Hawkins’ler, ‘Drake’ler, ‘Rodney’ler, ‘Seynt Vinsent’ler ve ‘Nelson’lar peydah olabilirdi.” (A.y., s. 332)

Halikarnas Balıkçısı “tekrar” denen şeyi bir edebî kusur olarak görmüyor belli ki. Bu paragraf, Turgut Reis’te (s. 262) aynen yer alıyor. Ama iki ayrı kitapta aynı cümleler fazla sorun sayılmaz çünkü aynı kitapta da çok sayıda tekrarla karşılaşıyorsunuz. Fransızlar uzun saçlı olduğu için bizimkilerin onları “zenne” sanması veya kanda ayak kaymasın diye teknelere savaş öncesinde talaş dökülmesi böyle gına getiren tekrarlardan. İki kitap arasında da çok fazla sayıda tekrar görüyoruz.

Peki, bu yorumun bir dayanağı var mı?

Yok. Ama Bakkhus’tan gelen “Zeybek” gibi burada da Balıkçı dayanak bulma ihtiyacı duymadan hoşuna giden bir şeyi yorum diye savuruyor.

Türkler Akdeniz’de kaç gemi bırakmalarına sebep olursa olsun, İspanyol armadasında 130 kadar kalyon vardı ve bu zaten sayıca İngiliz donanmasından üstündü. Ama gemi yapısı ve yakın savaşa göre düşünülmüş kısa menzilli topları yüzünden daha baştan handikaplıydılar. Buna rağmen, fazla gemi kaybı vermediler. Savaş kadar, belki daha fazla, hava koşullarında hırpalandılar. Çünkü “asrın en kuvvetli deniz devleti” değillerdi. Bunu çoktan kuzeye, Britanya ile Hollanda’ya kaptırmışlardı.

Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür’de bütün bu konular üstüne söylemek istediklerimi söylediğim için, daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Sonuçta bu mücadele ve rekabetin belirlenmesi, İspanya’nın merkeziyetçi-feodal yapısının çağdışı kalmasına bağlanabilir ki, aynı şeyler Osmanlılar için fazlasıyla geçerliydi.

Yazar, Preveze ve İnebahtı hakkında da tamamen yanlış iz üstünde. Özellikle İnebahtı sözkonusu olduğunda, milliyetçilik görüşünü kapatıyor: “Eğer Türk merkez filosu yarım saat daha dayansaydı Lepanto savaşı büyük bir Türk zaferiyle sona ererdi.” (s. 452) Bu iddianın herhangi bir dayanağı yok. Ama zaten Balıkçı, iki romanında da, korsanlıktan yetişme reislerini göklere çıkarırken Osmanlı’nın donanmaya komuta etmek üzere gönderdiği adamları yerin dibine batırıyor ve bunu yapmakla, söylemekten kaçındığı bir şeyi söylemiş oluyor: Evet, Osmanlı devleti denizci bir devlet olarak örgütlenemedi ve bunun sonuçlarıyla karşılaştı. Bu konu, “Enderun’a karşı korsan reisler” türünden millî coşkularla, bir tür “Deniz Robin Hood’u” efsanesiyle çözülecek bir konu değildir.

“Vahim” denecek yorum yanlışlarına sürükleniyor: “Her ne hal ise Lepanto deniz savaşı - birçok tarihçi ve yazarın verdikleri hükümlere tamamen aykırı olarak - mevcut durumu hiç değiştirmedi... Denizlere gene Türkiye [Israrla, “Osmanlı” değil] ve gene Cezayir Korsanları hâkimdi.” (A..y., s. 455)

Peki, o halde niçin bu savaştan sonra tek bir kayda değer Osmanlı denizcilik başarısına rastlamıyoruz?

Bunun cevabı yok, dolayısıyla Halikarnas Balıkçısı’nda böyle bir kanıt görmüyoruz. Armada’nın yenilmesi ve İnebahtı bozgunu, keşiflerle büyüyen ve olağanüstü değişen dünyada, okyanusun gereğini yerine getiremeyen (çeşitli nedenlerle) iki devin, Osmanlı ve İspanya imparatorluklarının, bayrağı kuzey Atlas kıyılarının yeni koşucularına, Britanya ve Hollanda’ya (kısmen de Fransa) teslim etmelerinin kesinleştiği iki olaydır. Bu “devir-teslim”, o zamana kadar rakipsiz İtalyan denizci kentlerini de içeriyor, Akdeniz Atlas’a teslim oluyordu. Süreç buraya gelmiş olmasa da, okyanusta kıyısı olmayan (ya da, Hint Okyanusunda olduğu halde bunun önemini kavramayan) Osmanlı’nın bu “Akdeniz- içi” rekabetten önde çıkması mümkün değildir. Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığı “kahramanlıklar”la yürüyecek bir iş değildir bu. Ve en parlak dönem sayılan Kanunî döneminde dahi Kızıldeniz ve çevresinde Portekiz’le başa çıkmak mümkün olmamıştı.

Başka bir konuya geçmeden önce Balıkçı’nın Kıbrıs fethi üstüne söylediklerine de bir göz atalım. Bu konuyu da biraz olsun incelemeden, karakuşî bir yorum yaptığını görüyoruz: “O adada büyük bir ticarî Cumhuriyet olan Venediklilerin bulunması ve bunların Türk deniz ticaretine saldırmaları da adanın alınmasının sebepleri arasında idi.” (A.y., s. 390) Bu arada, Yusuf Nasi’nin bu olaydaki rolüne önem vermeyi de reddediyor. Oysa, zamanın Sadrazamı Sokullu, uzun vadede Habsburg soyu, yani hem Avusturya, hem de İspanya ile (biriyle karada, öbürüyle denizde) kozunu paylaşmak zorunda olan Osmanlı’nın geri kalan Batı güçleri ile müttefik kalması gerektiğini düşünüyor ve buna göre bir politika yürütüyordu. Burada en “kritik” güç Venedik’ti. Sultan Selim’in Venedik asıllı hasekisi Nurbanu’yu da işin içine katarak Venedik’le dostluk ilişkisini sürdürüyordu. İmparatorluğun doğal sınırlarına geldiğini ve işlerin bundan sonra “yeni fütuhat” yoluyla yürümeyeceğini anlamış (Cevat Şakir’in 400 yıl sonra varamadığı bir “vuzuh”la), Karadeniz’den Hazar’a veya Süveyş’te kanal açmak gibi projelerle uğraşıyordu. “Toprak” takıntısından ve “fütuhat” ideolojisinden kopamayanlar padişahı Kıbrıs seferine ikna edince bu girişimler sonuçsuz kaldı; adayı kaptıran Venedik karşı safa geçti; Kıbrıs’ın üstünden bir yıl geçmeden İnebahtı’da donanma büyük bir yenilgiye uğradı ve Osmanlı bir deniz gücü olmaktan çıktı.

Ama ilkel ve fütuhatçı bir milliyetçilik Balıkçı’nın dünya görüşünü bir “dünya görmeyiş” haline getirdiği için, bu belirleyici olayların hiçbirine bakmadan düz bir “kahraman Türk korsanları” çizgisinde yürüyüp gidiyor.

Bu arada, İnebahtı’yı kazanan Batılı amiraller için söylediği şu cümle de gerçekten ibret verici:

“Don Juan yaralanır yahut ölürse, Mark Antuan Kolonna başkumandanlığa geçecekti. Papalık davacısı Bonifasın piçi olan bu adamın da deniz işlerini anladığı yoktu... Don Juan’ın da Kolonna’nın da veledi zina olmaları tuhaftır.” (A.y., s. 429)

Böyle sözleri bir İslâmcı’nın ağzından duysa kıyameti koparacak “laik aydınlar”ın Balıkçı’nın ideolojisini sorgulamak gereğini hiç hissetmemeleri ilginçtir.

KADINLAR

Yukarıda yazarın “ırk” konusuna ilişkin saplantılarına değinmiştim. Bu alanda epey çelişik bir ideoloji içinde yaşadığı görülüyor. “Anlatıcılık” yeteneğine güvendiği için Ahmed Midhat Efendi’liklerden de sakınmıyor ve akışı durdurup “her şeyi [ama her şeyi] bilen” yazar edasıyla parantezler açabiliyor:

“Bu pasaj Klod Farrer’in ‘Akdeniz’inde rastgelinen şu tümcelerden esinlenmedir” paranteziyle, romanda geçen bazı konuşmalara bir çeşit “dipnot düşmüş” oluyor. Farrère şunları söylemiş:

“Fransa’nın, İspanya’nın, Akdeniz kıyılarına ve İtalyanın bütün kıyılarına bakılacak olursa, oranın insanlarında Yakınşarkın çok badem gözlülerine rastgelinir. Elbette, Akdeniz ırkları adamakıllı karışmıştır. Fakat bu hale asıl Yakınşark korsanlarının neden olduklarına dair kuvvetli belgeler vardır” (Turgut Reis, s. 291-2)!

Şimdi, “bilimsel temeli” böylece saptanan “olgu”, kurmaca anlatıda karşımıza iki Hıristiyan’ın mükâlemesi olarak çıkıyor. Papaz olan, her “Türk korsanı” akınından sonra kilisenin günah çıkarmaya gelen kadınlarla dolduğunu ve bunların korsanlardan gebe kaldıkları gibi, bu durumdan çok da mutlu olduklarını anlatıyor. “Eh! peki bu gidişle neye varacağız?” diye bitiriyor; “Korsanların bir iki yıldabir uğradıklarını bir düşün. Onların her uğrayışlarından dokuz ay sonra da al sana bir sürü çocuk” (A.y., s. 291).

Genel olarak sonuçlara baktığımızda, leventlerimizin bu etkinliğinin sonuçları da Cevat Şakir’i mutlu etmeye yetmiyor, çünkü bütün Hıristiyanlara ateş püskürmeyi kesmiyor – bir kısmını bu yöntemle “içeriden” fethetmiş olduğumuz halde.

Sıradan Hıristiyan kadınların sahillerde nasıl gözlerini ufuklara dikip Türk korsanı yolu beklediğini öğrendik. Ama bu erkek çekiciliği karşısında yalnız sıradan kadınlar baştan çıkmakla kalmıyor. Hem baştan, hem yoldan çıkan başkaları da var. Palma yağmalanmış, başka ganimetler arasında nedense birtakım rahibeler de Halkulvad’a taşınmaktadır. Turgut da, onlara iyi muamele edilmesi için talimat vermiştir. Oysa kazın ayağı başkadır:

“... Sarı Hamdi, korsanlara değil, fakat asıl rahibelere nefislerine hâkim olmayı telkinde büyük zorluklar çekti ve kalyon Halkulvata vardığı zaman ancak görevinin yüzde yetmişini başarabilmiş oldu.”

Bu cümlelerin de istediği anlamı yeterince ilettiğine güvenmiyor olmalı ki, çizginin “esprisi”ni bir de yazıyla anlatan karikatürler gibi, şunu da ekliyor:

“İçinden: ‘Reis, asıl yoldaşları değil, fakat rahibeleri kastederek, insandırlar, rahibedirler, onlara söyle de nefislerine hâkim olsunlar, diyecekti’ diye düşündü”. (Turgut Reis, s. 196-7)

Memleketlerinde Türk bulunmadığı için rahibe oldukları anlaşılan bu kadınlar böylece felekten bir tekne gezisi çalarlar. Daha çok bir meyhane şakalaşması özelliği taşıyan bir bölümdür bu da.

Cinsellik, bu tür edebiyatın ilkelliğinin en kolay sırıttığı alanlardan biridir, belki başta gelenidir. Hıristiyanların kazandıkları yerde binlerce kadının ırzına geçtiğini yazan Cevat Şakir, bu duruma şöyle imgeler yakıştırmaktan geri durmuyor:

“Bir kalitanın kumandanı içki ve kadın ırzına geçmek arzusiyle patlamış çürük bir domates [henüz Amerika’dan gelip yayıldığı şüpheli bir bitki] gibi sulanan ağzını şapırdatarak...” (Uluç Reis, s. 251) Buraya kadar, Halikarnas Balıkçısı’ndan nesnellik beklemenin epey boşuna bir bekleyiş olduğunu hep birlikte kavramış olmalıyız. Gene de, bu kadar abartılı bir taraflılık bu dozda bir milliyetçiliği (bir “bizcilik” ideolojisini) benimsemeyenler için fazlasıyla rahatsız edici.

Şimdi şu Hıristiyan kadınların Türk korsanları hakkında içlerinden neler geçirdiklerini görelim:

“Ateşli Dona İnez, için için İspanyol kadırgasının korsanlar tarafından zaptedilmesini istiyordu... Şevket [herhalde “şehvet”in dizgi yanlışı] yangınını söndürmek için bir gemi dolusu korsan değil, bir donanma dolusu pala bıyıklı haydut ve izbandut bile yetmezdi. Kadın yarı kapalı mahmur gözlerle ve titriyen kirpiklerle korsanlar tarafından nasıl esir edileceğini düşündükçe zevk ve imrenişle yutkunuyordu.” (A.y., s. 291)

Bu duygular yalnız bu kadına özgü değil. Kont Pordenno, karısı Lorenza’yı, Prens Filiberto’ya peşkeş çekmiş, sevişmelerini bekliyor. Burada bir para sorunu olduğunu öğreniyoruz, ama sapıklık bununla sınırlı değil ki, Kont, bahçede “dikize yatmış”, olayı seyretmek istiyor. Tam bu sırada Türk korsanı ortaya çıkınca İtalyan erkekler savuşuyor. Hikâyenin hemen tahmin edeceğiniz gerisini, Lorenza’nın bunu bir arkadaşına anlatışından dinliyoruz:

“O acı ıssızlık duygusu korsanı gördüğüm zaman kayboldu. Vallahi, nasıl olduğunu bilmiyorum, dünyanın en doğal şeyini yapıyormuşum gibi ben kendimi onun kolları arasında ve onun dudaklarını da dudaklarım üzerinde buldum. Kocamı da, prensi de unutmak istiyordum... Tuhaf ama sanki ona verdikçe daha ve daha güzel oluyordum” (A.y., s. 359)

Dona İnez’in aşk anlayışının daha “biberli” olduğu söyleniyor. Onun düşünceleri şöyle devam ediyor:

“Şu gözünü budaktan sakınmıyan korsanlara esir olamayacağım diye canı yanıyordu. Ah, şunların birinin kölesi olsaydı da şöyle ağız tadıyla ‘Şak, şuk!’ diye birkaç tokat yiyerek al aşağı edilseydi ve bütün o güçlü kadınlığına lâyık bir erkeğe rastlasaydı!” (A.y., s. 295)

Turgut Reis’te ise şöyle bir fanteziyle karşılaşırız:

“Bir tanesini bilirim, kadından hemen hemen yarım okka pırlanta, zümrüt, yakut ve inci çıktı. Eh ondan sonra yasağı masağı ortadan kaldırdık. Günahı bizim boynumuzda değil, fakat ganimeti o yolda saklıyanlarda...” ( s. 137)

Nerede saklandığı herhalde anlaşılıyor...

“Yarım okka” abartısı, epey “kirli bir bilinçaltı” ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor herhalde.

Turgut’un “deniz aşkı” nun kendisine vurgun Avrupalı aristokratlara hiç yüz vermemesinin nedenidir: bunlardan biri, “... Prenseza Lucia Miranda, bir tek altmışlık kocasına, iki tane otuzar yaşında kocayı tercih eden takımdandı” (T.R., s. 133) ama belirtilen nedenle Turgut’tan umduğunu bulamaz.

Bu hikâyelerde, yaşını başına almış bir “yazar”dan çok, seks manyağı kadınlar hayal ederek mastürbasyon yapan bir erginleşmemiş oğlan çocuk hayal gücünün çalışmasını görüyoruz. Cinsellikte böyle bir sado-mazohist potansiyelin bulunduğunu biliriz. Gerçek hayatta kadın-erkek eşitliği için kahramanca çarpışan bir feministin özel hayatında Balıkçı’nın hayal ettiğine yaklaşan maço erkeklerden hoşlandığı hikâyelerini de dinlemişizdir. Ama böyle olaylar genelleştirilemez, cinsel yaşantının temeli haline getirilemez. Bu üslûp, yalnız amaçladığı gibi Hıristiyan kadınlarına değil, bütün kadınlığa bir sövgü niteliğinde. Ama bunları üreten hayal gücünün kaynağı olarak, “erkeklik”de nasibini alıyor. Balıkçı bu yazdığı satırlarda cinsel yaşantıyı, tikel bir bireyin cinsel özlemini filan da keşfediyor değil; hiçbir “keşif” çabası yok. En yavan, en ortalama, en bayağı fantezi malzemesiyle dünya kuruyor–çirkin, zevksiz bir dünya.

(Örneğin şu deyim onun icadı değil, Türkçe’de var; ama bir yazar bunu kullanmama hakkına da sahip: “Delikanlının uyanıp da kendisine gene sahip olmasını beklemedi.” (U.R., s. 209)

Ama bunların yanısıra bir şey daha dikkati çekiyor. Şu satırlara bir bakalım! Başından geçenleri arkadaşına anlatan Lorenza hikâyeyi şöyle bitiriyor:

“Hem sana güzel bir müjde vereyim, galiba ondan gebe kaldım. Çünkü kocamdan tiksinti duyuyorum. Siftah olarak o korsanla ne kadar kadın olduğumu anladım.” (U.R., s. 359)

Şimdi burada “cinsel haz” denen şeyin yanısıra bir de “gebe kalma” olayını, bunun da başlı başına zevk veren bir şey olduğunu görüyoruz. Bu yukarıda gördüğümüz, korsanların “tecavüz”üne uğrayan, bundan “zevk” alan ve mutluluk içinde gebe kalan kadınlar hikâyesine de hemen bağlanabiliyor. Ayrıca, bu romanlarda, adamların kadınları tohumlaması gibi bir şeye sık sık rastlıyoruz. “Tohum” ve başka kelimelerle habire anlatılıyor. Turgut Reis’te erkek kılığına girip levent kocalarıyla gemide sefere çıkan kadınlar uzun uzun anlatılır. Onların da gebe kalmaları önemli bir olaydır. Balıkçı bunu mizahî bir renk vererek anlatmaya çalışır:

“Musa’nın karısı Suna, topçular arasında Hasan Efe diye anılıyordu... Yalnız anlamadıkları bir şey varsa karnında peydahlanan urdu... Hem de daha tuhafı başka bir ur da Mehmet Efenin (yani Nimet’in) göbeğini şişiriyordu.” (s. 122)

Cinsellik, sevişme ile gebe kalma arasında bu yakın ilişki tuhafıma gidiyor. Şu nedenle: hayvanlarda cinsellik, çoğalma içgüdüsünün yarattığı bir şeydir, mevsimlerle gelir geçer. İçgüdüyle değil, bilinciyle yaşayan insan cinselliği çoğalma içgüdüsünün ürünü olarak değil, kendisi olarak ele almayı öğrenmiştir. Bunun mevsimi falan da yoktur. Cinsel edim kendi başına zevk veren, güzel bir edimdir, onun için istenir ve istenirken çok zaman bunun muhtemel “gebelik” sonucu istenmez. Onun olmaması için, olacak olursa da, çocuğun doğmaması için, kimisi çok tehlikeli, bir yığın tedbir alınır. Oysa Balıkçı sanki her “doyurucu” cinsel birleşmeden bir de çocuk bekler gibi konuşuyor. Örneğin şu cümleler:

“...erkeklerine yardım için onların yanıbaşına fırlıyan ve şiirin de romanın da ne olduğunu hiç mi hiç bilmedikleri halde, savaşın tuzlu terleriyle ışıl ışıl ışıldayan memelerinin altındaki o uçurumlar kadar derin ve korkunç koyunlarında insana, şiirin de, romanın da ta canının canını, tadının tadını ve ateşinin cehennemini harıl harıl yaşatan Cezayirli kadınları düşünüyordu. Bunların birinden şu güzel yeryüzüne bir çocuğunun doğması, ne saadet olurdu!” (Uluç Reis, s. 149)

Bu gibi bölümlerde kadın, cinsel ilişkinin ortağından çok, çocuk edinmenin aracı olduğu için değer kazanıyor gibi.

Uluç Ali’ye âşık olan genç kız (Yörük’müş) şöyle konuşur:

“Onun kollarının beni sardığını duymak istiyorum. Onun dudaklarının sıcaklığını kendi dudaklarımın üzerinde duymayı özlüyorum. Onun okşayışını çıplak gövdemin üzerinde duymaya can atıyorum. Tohumunun bana geçmesini istiyorum ve istiyorum ki, ta içinde onun tohumundan olma çocuğunu geliştireyim...” (Uluç Reis, s. 255)

Bu, neden ileri gelebilir? Son derece öznel bir yorumla, daha önce “cinsel zevk” özleyen kadın betimlemelerine bakarak, Cevat Şakir’in cinsel edimi düşük ve hayvanî bir davranış olarak değerlendirdiğini söyleyebilirim. Bu durumda, bu edimin tek soylu yanı insan türünün çoğalmasını sağlaması olabilir. Bunu, yukarıda gördüğümüz türden “fanteziler”in çok zaman kaçınılmaz karşılığı olan “frijidite” (bu kadınlara atfedilen bir tutumdur ama ben bunun bu tip erkeğe özgü olan çeşidini kastediyorum) olarak yorumluyorum. Bütün bunlar şüphesiz bilinçaltı ya da bilinçdışı şeyler. Bu “hayvanî” edimin aynı zamanda bir “fetih” olduğunu görüyoruz. Günümüzde çok yakından tanıdığımız erkek konuşmalarında sık sık geçen “karıyı kanırtmak, karıyı bağırtmak” vb. klişelerle tamamen yabancılaştırılan, duygudan, sevgi ve şefkatten arındırılan, gene bir iktidar gösterisi olarak algılanan cinsel edim, doğal olarak, bir doyum duygusu da yaratamaz. Bir erkeğin kendi ideolojisinde bütün bunları yaratarak yaşadığı edimden de insanî bir zevk almasını imkânsızlaştırması durumunda, “fütuhat”ının son aşamasına “tohum”larını bırakarak eriştiği düşünülebilir.

Sanat-edebiyat eleştirisinde psikanalizci bir yaklaşım vardır. Bunun, sanat eserinden çok eseri üreten sanatçıyı kendine araştırma nesnesi yapan kollarına yakınlık duymam. Bu disiplinlerle ilgilendiğim çağlarda, sanatçıyı temel alan “amaçsal yanıltı”ya (“intentional fallacy”) karşı fena halde uyarılmıştık. Ama burada zaten sanatçının da kendisiyle eseri arasına “mesafe koymak” gibi bir çabası olmadığını görüyoruz. Onun için Cevat Şakir’in kendi özel hayatında da bu “kanırtma/bağırtma” kategorisine giren birçok hikâye dinlediğimi söylebilirim. Romanında bir kadına (Zehra) şöyle sözler söyleten bir yazarın cinselliği gerçekten insanî bir gözle görmesi şüphelidir: “... geceleyin de nikâhlı karın olur sana uçkur çözerim. Ben bu iki vazifemi yaparak...” (U.R., s. 211)

Turgut Reis’te İspanyolların zorla Hıristiyan yaptığı Hamra adında bir kız var. Korsanlardan Sarı Hamdi’ye âşık oluyor, nikâhları da kıyılıyor. Burada Müslüman bir çift sözkonusu olduğu için, şehvet de “erdem” sınırları içinde bir şehvet olarak kalıyor. Hamra, “bu gür kalçalarımdan sana erkek, kız nur topu gibi çocuklar doğuracağım” diyor (s. 178). Böylece gene cinsel haz cinselliğin “amacı” olmak üzere “doğurma” eylemine bağlanıyor. Ama araya çeşitli “millî” diyebileceğimiz konu da giriyor. Örneğin bu çocuklar İspanyolların öldürdüklerinin yerine konmak üzere doğurulacak. Ama daha önemlisi, intikam alanıncaya kadar beklenen “birleşme” de olmayacak! İntikam ne? Hamra’ya acı vermiş olan bir din adamı, bir “arşevek” var. Hamra, “zifaf odamızda yerde arşivin kesilmiş kellesi bulunacak” diye şart koşuyor. Hamdi “kellesini getireceğim” diye söz verince, “Bulut geçti. Dünya apaydın oldu. Kız titreyen dudaklarla işitilir işitilmez, ‘Affet beni, ama ben ancak öyle rahat edeceğim!’ dedi.” (a.y. s. 196)

KANLI SAHNELER

Halikarnas Balıkçısı’nı bir çeşit “guru” gibi benimseyen aydınlar grubunun (Sabahatin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi, Vedat Günyol, Azra Erhat v.b.) başlıca teorik pozisyonlarından biri hümanizm’di. Balıkçı’nın şuraya kadar alıntıladığım sözlerinde ise hümanizmden zerrelere pek rastlanmıyordu. Benim bunları kasıtlı seçtiğimi kabul edelim. Ama sonuçta bütün bu cümleler Balıkçı’nın metinlerinde var ve bunların yanısıra daha hümanist bazı sözlerin bulunması (ki böyleleri benim ele aldığım iki romanda değil, başka kitaplarında geçer) bunları “söylenmemiş” hale getirmez.

Verdiğim son alıntıda, içinde kesik bir kelle bulunan odada aşk yapma durumu geçiyordu. Bunu aratmayacak pek çok kanlı sahne görürüz bu romanlarda. Bazılarını sayayım: Enkisizyon bir kadını yakarak öldürmeye hazırlanmaktadır; oğlu, kadını kendi elleriyle boğarak bu işkenceden kurtarır (Uluç Reis, s. 49-51). Kanda ayak kaymasın diye güverteye talaş serpilmesinin otuz kere tekrarlandığını söylemiştim. Himmet adında biri köyünden uzağa gider. O yokken “Kıbrıs’ın Venediklileri” gelip herkesi kılıçtan geçirir (Kıbrıs’la ilişkilerin böyle olmadığını yukarıda söylemiştim). Şöyle bir sahne:

“Çocuğumun kımıldandığını görünce onun hâlâ diri olduğu şüphesi bir şimşek hıziyle aklımdan geçti; ‘Ah, Ahmedim!’ diye bağırarak üzerine atıldım. Parmaklarım, yavrumun çürümüş ve yumuşamış etlerinnin içine battı. Nâşının içinde kaynayan kurtlarla yavrum hâlâ kımıldanıyordu.” (A.y., s. 104) “Uluç Ali, biraz önce, çocuk denecek kadar genç olan gönüllünün kılıç elde durduğu yerde, boğazından kan püsküren başsız bir gövdenin sendelemekte olduğunu gördü.” (U.R., s. 172) “... yandaki bir topun ardında duran bir topçu çırağı, iki ucu gülleli bir zincir parçası tarafından tam belinden ikiye biçildi ve iki parça olarak yere düştü. Hâlâ, top temizlemekte kullanılan ucu paçavralı süngüyü, yani tomarı sağ eliyle sıkı sıkı tutuyordu. Gözleri, bir şeye hayret ediyormuş gibi yuvalarından fırlamıştı. Soluk almak hevesiyle, ağzını kapayıp açıyordu ve kırık, güdük hecelerle şehadet getiriyordu.” (A.y., s. 173) “... bir kısmının da kellelerini karpuzlar gibi uçurarak...” (A.y., s. 174) “... iki eli de bir zincir parçası tarafından koparılıp uçuruldu. Cesur topçu, topu ateşliyebilmek için, yerde yanmakta olan meşaleyi ayağiyle tutmaya uğraşırken... yaralı arkadaşlarının yüzlerine, gözlerine ve üst başlarına barsak, kara ve akciğer parçalarını savurarak şaklattı.” (A.y., s. 177) “Koca Dursun’un baş parmağının tırnağı yarı koparılmış, kalkık vaziyette duruyordu. Dursun, tırnağını dişlerinin arasına kıstırdı ve bir çekişte tamamen koparıp denize tükürdü, parmağındaki kanı da denize silkti.” (A.y., s. 228)

Turgut Reis’te Sen Jan Şövalyesi Türk çocuğun kafasını duvara çarpıp “beynini dağıt”ır; annesi yarım akıllı Emine “Herifin zaten koparıp sökmüş olduğu gırtlağını... dişleriyle daha da paralamağa devam” ederek öcünü alır (T.R., s. 9). Oruç Reis’in yaralanan sol “koluna kızgın yağ” dökülür. Bu tedavi (!) sonuç vermeyince leventlerinden biri kolu kesmeye başlar ama yarı yolda fena olur. O zaman Oruç Reis “bıçağı kapınca kendi kolunu bir vuruşta kesip düşürdü.” (A.y., s. 132) Enkizisyon işkenceleri bu kitapta da ballandıra ballandıra anlatılır:

“... gözleri akıyordu. Göz yuvaları iki karanlık çukurdu. Oradan aşağıya doğru bir et ve kan bulamacı sızıyordu. Eriyen yağları ise cazır cazır yanıyordu...” (A.y., s. 178)

türünden ayrıntılar görürüz. Kulağa kızgın bezir yağı dökmek (s. 202) de eksik değildir. “Kayanın düştüğü yerin çevresi sıçrayan kandan kıpkırmızı kesildi. Dört tarafa kemikler, etler, bacaklar, beyinler serpildi.” (s. 294) “Düşman leşleri” (s. 214) gibi bir dille konuşmak belli ki, Balıkçı’yı rahatsız etmiyor; ama bu kan revan arasında bir de bu hakaret dolu dil, aslında çok itici.

TARİHÎ OLGULAR

Cevat Şakir, bu kitapta ele alınan birçok “tarihî roman” yazarından daha çok okumuş, yabancı dil bilen, dolayısıyla daha bilgili bir kişidir. Böyle olmasına rağmen, çoğu belki dalgınlığa ya da özensizliğe verilebilecek çeşitli olgusal karışıklıklardan kurtulamamıştır. Dediğim gibi bilgili bir kişi olmakla birlikte, olduğundan daha bilgili görünme jestlerinden arınmış olduğunu söylemek de mümkün değildir. Başta çeşitli denizcilik terimleri olmak üzere, biraz da “eksantrik” denebilir bilgilerle donanmış olmak özellikle hoşlandığı bir şeydi. Bu romanlarında, denizciliğin yanısıra tarih bilgilerini de sergilemek için epey çaba harcadığı görülüyor. Ancak, “makro-tarih” düzeyindeki ciddi yorum ve değerlendirme yanlışlarının yanında, mikro düzeyde de yeterince incelemeden atıp savurduğu görülüyor.

Örneğin korsanlardan Kara Yusuf anlatıyor: “Çünkü İspanyollar, Avrupadan taşıyıp da yerli kızıl derililere aşıladıkları hastalıklarla adamların köküne kibrit suyu dökmüşlerdir.” (Uluç Reis, s. 65) Belli ki, Batı’yı kötüleme ihtiyacıyla Cevat Şakir bunları söylüyor. Bilgi olarak da yanlış bir şey değil bu. Ama bir 20. yüzyıl bilgisi olarak... 1530 dolaylarında Akdeniz’de bir korsanın bileceği bir şey değil bu. Sonraki sayfada gene aynı Yusuf’un İngiliz kraliçesi Elizabeth adını bilmesi bile olağan sayılmaz–ama kendi parasıyla gemi yaptırıp köle ticareti yaptığını nasıl bilebilirdi?

Girolamo Fracastoro 1530’da “Syphilis” adında bir şiir yazarak, Amerika’nın gelen bu hastalığı Syphilus adında bir çobana mal etmişti. Aynı hastalığa biz “frengi” adını vermekle, Amerika’dan habersiz olduğumuzu (hâlen olduğu gibi her kötülüğü Avrupa’dan bildiğimizi) ortaya koymuştuk. Onun için bu tarihlerde bir korsanın ağzında böyle bir konuşma tamamen anakroniktir. Böyle bir duruma Cevat Şakir’in “bilgisizliği” değil de, aldırışsızlığı veya savrukluğu demek daha yerinde olabilir.

Ama, “Boş sandıkları sandalın içine bir deniz feneri tutarak ilk bakan adam” cümleciğindeki dikkatsizlik de az değil. Pilli bir fener kastettiğini herhalde düşünemeyiz ama kullandığı kelimeler tam da onu düşündürüyor.

Bir yerde (s. 131) “İspanya kralının mavi zemin üzerine gümüşi ile işlenmiş bayrakları” demiş. Ama her iki romanda pek çok yerde modern bir ulusal bayraktan söz eder gibi “bayrak çekti”, “bayrak dikti” türünden eylemler anlatıyor. Bu da bir dikkatsizlik.

Gene bunun gibi, “Cezayir korsan marşı”nın (s. 146) ne olduğunu da anlamak zor. Kitabın başlarında “türkü” diyerek şunları yazmıştı:

Murat Reisin gemileri seksen direkli

İçindeki tayfalar, korsanlar aslan yürekli.

Enginden bir kuş geldi, kondu ay gemiye, serene;

Beş Mısır hazinesi vereyim görene.

Murat Reisin gemileri çamdır, dayanmaz,

İçinde tayfalar, ağalar uyur, uyanmaz.

Şimdilerde bizim okullarda, “içindeki düşmanlar saman yürekli” gibi hoş buluşlarla takviye edilerek çocuklara öğretilen bu şarkı ya da bunun gibi bir şey mi bu marş?

Bazı konuları, bir Türk milliyetçisi olarak, özellikle zorladığını sanıyorum. Bir Türk korsanı şunları söylüyor: “...Berberiye kıyılarında tutunmak istiyoruz. Burda bir yeni deniz Türkiyesi kuruyoruz...” (s. 147) Bu terminoloji de olacak bir şey değil. Ama benzerlerini sık sık görüyoruz. Düşman gemisindeki Türk forsanın “yanı başındaki vatandaşına” kerpeten vermesi (s. 213) de en azından anakronik. Gemi anlatırken “Fakat hangi ulustan olduğu belli değildi” (Turgut Reis, s. 101) der. Oysa Venedik, Cenova gibi kent devletlerinin ön planda olduğu, Napoli’nin İspanya’ya bağlı olduğu bir çağda “ulus” kavramını kullanmak doğru değildir. Ama, dediğim gibi, sanki kasten yaparcasına, bu anakronizmi sık sık tekrarlar Cevat Şakir. Türk (orasını nasıl bildiğimiz de belli değil) korsanlar “kısmen de yurttaşlariyle birleşmek özleyişleriyle gelip Oruç Reis”e katılırlar. (A.y., s. 205) Arada bir “Tunus hükümeti” (A.y., s. 203) lafı geçer. Fransızlar “bayraklar açarak” karaya çıkar. Henüz Fransız bayrağı icat olunmadığına göre, bu ne olsa gerektir? Üç zambaklı Bourbon flaması mı?

Hızır Reis Cezayir’e gelir, “bir şartla burada kalmayı kabul ederim. Türk devletini devletiniz sayacaksınız” (A.y., s. 219) der. Bu nedir, on yedinci Türk devleti mi? “Onun namına” dediğine göre yeni değil, Osmanlı devleti. Ama ona ne zaman “Türk devleti” denildi?

Bu devletin “demokratik” olduğu da anlaşılıyor ki başında “Türk” olan devletlerde sık rastlanır bir özellik değildir. Ama Oruç Reis’in “deniz Türkiyesi”nde “... halka bir meclis seçtiriyoruz. O meclis de bizi vekil koyuyor. Ben ve kardeşim bu memleketin birer valisinden ibaret kalıyoruz.” (Uluç Reis, s. 148) Ayrıca, “Cezayir’de halktan hiçbir vergi alınmadığından talanın bir kısmı memleketin idaresine ayrılırdı” (A.y., s. 150).

Bu sistem, Amerikan Cumhuriyetçi Parti’nin de ilgisini çekebilir. Benzerleri Turgut Reis’te de tekrarlanır (zaten hemen hemen her şey iki kitapta da var):

“Yönetim işine gelince, o iş iki başkanın başkanlık edecekleri bağımsız bir yoldaşlar, ‘genel kurultayı’ tarafından görülecekti. Bu suretle Oruç Reisle, Hızır Reis birer Vali olarak kaldılar.” (T.R., s. 210)

“İspanyollar tepeden tepeye, gece gündüz işaret vererek haber salmak usulünü Türklerden öğrenmişlerdi” diyor Cevat Şakir (Uluç Reis, s. 200). Türkler de bunu Bizans’tan öğrenmişlerdi. Ama Bizans zaten Doğu Roma, İspanya da Batı Roma’nın bir eyaleti olduğuna göre, İspanyolların bunu öğrenmek için Türklere ihtiyacı yoktu.

Tarihî romanın dili, kullanılan söz sanatları, anlatılan dönemin bilgi sınırları içinde kalsa, esere daha fazla inandırıcılık sağlar. Uluç Ali ile Hatçe’nin aşkını anlatırken, “herkes tarafından seyredilmek üzere sahneye konan tiyatro piyeslerinden değildi” cümlesi bu iki kişinin bilinçlilikleri içinde yeri olmayan bir gönderme yaptığı için, pürüzlü kalıyor.

Türklerin karşısında ne büyük bir düşman yığını olduğunu anlatmak, bu çeşit popüler romanlarda (ama okullarda okutulan tarih kitaplarında da) her zaman başvurulmuş bir tekniktir. Şöyle bir örnek: “İspanya, Papalık, Cenova, Floransa, Malta, Sicilya, Napoli, Monako devletleri filolarını birleştirerek...” (Uluç Reis, s. 375) Bu sayılanlardan Papalık askerî bir devlet değildi. Kritik anlarda paraya kıyıp gemi donattığı da olurdu ama bir “Papalık filosu” yoktu. Sicilya ve Napoli birbirlerinden ayrı olmadıkları gibi, sözkonusu tarihte İspanya’ya bağlıydılar. Onun için “İspanya, Sicilya, Napoli” diye saymak abes. Bunu yapacaksak Leon, Navarra, Endülüs, Felemenk diye devam edebiliriz – hem de liste uzamış olur. Bu sırada Monako’ya egemen olan Grimaldi ailesi de İspanya’nın koruması altındaydı. “Filo” konusunu Cevat Şakir kitap çıktığında hayatta olan Prens Rainier’e haber verse, eminim o da sevinir, ülkesinin askerî geçmişi olduğunu öğrenmekten kıvanç duyardı.

Türk korsanı, forsalık anılarını anlatırken, “geminin kıçında altın yaldızlı Madre Dolorosa adını ve kabartma Meryem Ana tasvirini görmüştüm” diyor (Turgut Reis, s. 18). Demek Latin alfabesini okuyabiliyor. O dönemde eğitim şimdikinden çok daha yüksek nitelikliymiş. Bu tarihî romanlarda dil sorunu hep çapraşıktır. Bütün gâvurların Türkçe bildiği, Türklerin de istedikleri anda istedikleri dili anladıkları sonucunu çıkarmamız gerekiyor. Ama bu arada Cevat Şakir adı “Texada” olan birinden söz edince İspanyol alfabesi, sahip olmadığı “X” harfine de kavuşmuş oluyor. Bu ad konusu bazan karışık bir hal alabiliyor. Örneğin Don Carlos de Sforza diye birinden söz ediliyor. Sforza ailesi İtalyan’dır ve 15. yüzyıl boyunca Milano’yu yönetmiştir. Ama başı Don Carlos’la İspanyol, gerisi Sforza diye İtalyan olacak bir kentaur mümkün değildir.

Napoli’nin İspanya’ya ait olduğunu bilmediği veya unuttuğu anlaşılıyor. “Otranto’da Napoli hükümetine ait Kastro kalesi” (T.R., s. 240) gibi ibarelerden bu sonucu çıkarıyorum. Aynı durum Sicilya için de geçerli.

Hıristiyan din adamları konuşurken “Ben fizioloji, bioloji gibi şeyler okuyorum” der (T.R., s. 291) Henüz bu kavramlar icat edilmediği için gerçekten hayranlık verici bir olgudur bu.

Bu arada bir de “kibrit” kelimesi geçiyor. O tarihlerde ancak bir meşale olabilirdi. Kitapta, sözü edilen bu nesnenin nasıl bir şey olduğu, başka bir ateşten mi, yoksa “çakarak” mı yakıldığı pek iyi anlaşılmıyor. Çakılanı ancak 19. yüzyılda icat olunduğuna göre, herhalde o değil. Ama 16. yüzyılda “kibrit” (Arapça “kükürt”ün ve Farsça “gûgird”in bozulmuş şekli) kelimesinin kullanılıp kullanılmadığını, ya da hangi anlamda kullanıldığını bilmiyorum.

“... Sicilya ile Sardenya arasındaki Boğazın ortası...” (A.y., s. 200) herhalde bir dalgınlık, Korsika demek istemiş olmalı.

Bugün Fas sınırları içinde kalan Tetuan’da (Akdeniz kıyısında, Septe’ye yakın) bir “Bahriye Mektebi” olduğunu söylüyor. Portekiz’in Henrique Navigador’una özenmiş olabilir. Böyle bir şeyi ben bilmiyorum ve muhtemel de bulmuyorum. Ama bu bağlamda söylediği sözlerin hiçbiri kabul edilir nitelikte değil. Oruç Reis anlatıyor:

“Kristof Kolomb adındaki bir denizci Batı yolundan Hindistan’a vardı. Vasco de Gamayı, Vasco Vunez de Balbaoyu (Balboa olacak) da duydunuz, bu yıl Magellan denize açıldı.” (Turgut Reis, s. 210)

Bunları bilen Oruç “Bizim denizciliğimiz bunlardan üstündür. Üç, dört koldan Batıya doğru gidelim, yeni yeni yerler keşfedelim... Hep bu Akdeniz’de mahpus mu kalacağız?” diye devam ediyor. Hani, insana “roman değil mi? Uydur uydur söyle” dedirtecek bir durum.

Balıkçı denizcilik terimleriyle “lugat paralama”sını pek sever. Örneğin şöyle cümleler: “Limanın içi, üç gemiden verilen, ‘Fora yelken!’, ‘Alesta skota gabya!’, ‘Hissa gabya!’ emirleriyle çın çın öttü.” (Uluç Reis, s. 142) Şu komutların içinde “yelken”den başka Türkçe kelime yok. Ama bu terimleri çoğaltsak, Türkçe oranı daha da düşer. Bunlar ortadayken “bizim denizciliğimiz bunlardan üstündür” böbürlenmesi hangi temele dayanıyor?

“Genel kurultay” seçimleri yapılan, Oruç Reis’in İspanya’da pek tanınmayan Balboa’dan söz ettiği sayfalarda şunları da okuyoruz:

“Cezayir’deki denizcilik okuluna [ya Tetuan’dan taşınmış ya da habire çoğalıyorlar] birçok korsan delikanlı öğrenci olarak devam ediyordu. Burada coğrafya, gemi seferleri, yıldızbilimi, güneşbilgisi, iki yaka arası deniz kılavuzu, harita, Arapça, İspanyolca ve İtalyanca öğretiliyordu. Oradan yetişen birçok korsanlar sonradan eser yazarı olmuşlardı.” (s. 210)

Eserler hangileri ve nerede acaba?

“Görgülü ihtiyar kaptanlar, Turgut Reisin ihtiyar Endülüslüsü ve İbni Rüşd’ün ve başkalarının birçok öğrencisi okulda hocalık ediyorlardı.

İbn Rüşd’ün ölümü 1198’dir. Felsefî iddiası İslâm dünyasında reddedilmiştir. Ama Cevat Şakir böyle uygun buluyor.

CERVANTES

Cevat Şakir’in İspanya’ya niçin böyle kin duyduğunu anlamak zor. Muhtemelen özellikle İspanya da değil, kin duyulan, bütün Batı. Kendi milliyetçiliği ona bütün Batı’yı “ötekileştirme” misyonunu yüklüyor. Korsan hikâyesi yazınca da İspanya daha bir hedef haline geliyor.

Bu arada, bu toplumun büyük edebiyatçısı hakkında da bir yorum yapma gereğini duymuş. Kısaltarak çarpıtmamak için, bu uzunca paragrafın tamamını alıntılıyorum:

“Servantes, başı o masallarla dolu ve yüreği propagandalarla kabarık olarak Türklere karşı cesaretle harbetti, aldığı ağır yaralar onu özellikle sol elinden sakat bırakmıştı. Kendisi esir düşerek beş yıl Cezayir’de kaldı ve kurtulmalık için az buçuk mülkünü satmaya mecbur oldu. Nihayet harp malûlû ve parasız pulsuz bir adam olarak ülkesine döndü. İster Müslüman, ister Hıristiyan.... binlerce insana kitabiyle bir anıt dikmiştir. Bu adam İspanyol, İtalyan ve Türk halkının tercümanı olmuştur. ‘Don Kiyote de la Manca’ (İspanyolca böyle telaffuz edilir) bizzat kendisidir. Yani üzgün ve hazin yüzlü şövalye. Zavallı şövalye büyük kahramanlıklar için hazırlanmıştır. Bir idealisttir. İşte o da bir yeldeğirmenine hücum ettiği için yaralanmış, sakatlanmıştı. İşte onun hazin sesi size usulcacık ‘aman oralara ve öyle şeylere gitmeyiniz’ diye yalvarır. Çünkü artık Servantes barış ve istirahatten başka bir şey düşünmüyordu. Neye yarıyordu bu boş ve feci mücadele? Onun istediği ailesi ocağında, kupkuru da olsa esmer ekmeğini yemekti. Ancak böyle mutlu olabilirdi, o eski kahramanlık arzularına gülüyordu–ağlamamak için gülüyordu.” (Uluç Reis, s. 457)

Don Kihote’yi milyonlarca insan okudu, binlercesi de onun üstüne yazdı. Ama içlerinden hiçbiri yeldeğirmenlerinin Türk gücünü temsil ettiğini, kitabın bütününün Türklerle itişmeye kalkışmak gibi çocukça işler yapmaya karşı yazıldığını söylememişti, bunu anlamamıştı. Anlayan ve söyleyen bir tek Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) var.

BİRKAÇ SONUÇ

Bu iki romanın “genesis romanı” kategorisine girdiği tezi belki savunulabilir, Cevat Şakir’in denize verdiği önem nedeniyle Türklerin denizcilikte en başarılı oldukları zamanı bir “genesis” saydığı söylenebilir. Ama bunun çok inandırıcı olduğunu düşünmüyorum. En azından ben bu kitapları böyle bir gerekçeyle bu kitap kapsamına almadım. Cevat Şakir bir “genesis teorisi”nin oluşmasına katkıda bulunmuş bir yazardır. Bu iki roman bence o teorinin örneklendirilmesine yaradığı için değil, teorinin bizzat teorisyeni tarafından sindirilmediğini kanıtladıkları için burada ele alınmaları gerekliydi.

Turgut Reis’in başlarında bir “Mavi Anadolu” teması başlar gibi oluyor: Turgut, çocukluğunda keçilerini güderken

“Bir gün koyu mavilerden bembeyaz bir sıyrılışla yükselen bir dorik sütunun gölgesine yan geldi. Başını göğe kaldırdı. Kar beyaz bir bulutçuk sütunun üzerinden geçiyordu. Sütun sanki uçuyor ve göklere gidiyordu. Bilmedi neden, fakat yerinde saplı katı mermer sütunun uçuşunu görünce içine bir gariplik çöktü. Gönlünde için için yanan bir gitme özlemi, bir uzaklıklar nostaljisi uyandı.” (s. 25)

Bundan başka sütun, dorik, ionik bir şey görmüyoruz (bu da isabet, tabii). Bu da yalnızca sabit şeylerden uzaklaşıp harekete girme özleminin simgesi olarak veriliyor.

“Turgutça bilmedi neden, fakat yerinde serili duran ovayı da ortasında saplı duran kuleyi de, şu geviş getiren keçileri de istemem dedi”. (s. 25-6)

Romanlarda çok fazla tekrar olmakla birlikte, zaten yazış tarzı bakımından birbirlerini tamamen tekrarlıyorlar. Cevat Şakir’de pek “olay örgüsü” kurma yeteneği yok. Daha çok, E.M. Foster’ın “sonra ne oldu?” merakıyla açıkladığı bir “hikâye anlatıcısı” olduğunu görüyoruz. Ama bilgi döktürme merakı çok zaman anlatının sürükleyiciğini de engelliyor. Anlatı, boğuntu yapan, patlamalarla çalışan bir motor gibi, birtakım episodlarla, sarsıntılı bir biçimde yürüyor.

Bu ilkel teknik, en az bu kadar ilkel bir milliyetçi (ve belki daha çok “xenophobic”) bir “fikrî” içerikle yanyana gidiyor. Bu bakımdan bir biçim/içerik uyumundan söz etmek mümkün. Ama sonuç olarak bu romanlar bir Nihal Atsız ve hatta bir Kozanoğlu popüler romanı kadar da sürükleyici değil. Karakterizasyon hiç yok denebilir. Ama kişiler nasıl birbirlerinin kopyasıysa, olaylar da öyle.

Örneğin, Turgut Reis tutsak oldu ve forsaların arasına bağlandı. O çağda, o koşullarda bir reis bu durumla nasıl başa çıkar, ne duyar, ne düşünür? Böyle hiçbir arayış görmüyoruz. Karakterlerin hiçbirinde üçüncü bir boyut yok.

Başka kitaplarında zaman zaman karşımıza çıkan şiirsel arayış da yok. Vurdulu-kırdılı konusu onu en çok kanlı betimlemelere yöneltmiş gibi. Burada bir hayli sansürsüz, ama bunun sonucu bir süre mide bulandırıcı sahne. Bunlar ve kadına yaklaşımı birlikte ele aldığımda içi epey katı bir adamla (kendisiyle çok sorunu olsa da) karşı karşıya olduğumu hissediyorum. Kendisiyle sorunu olsa da, bütün sorunlara katı ve şiddetli yaklaşacağı, dolayısıyla da sorun çözemeyeceği izlenimi veriyor.

Bütün bu özelliklerle, Anadolu’nun antik hümanist kültürünün ırkî değil “habitat” gereği mirasçısı olduğumuz, dolayısıyla “genesis”imizin bu eski Anadolu medeniyetlerinde yattığı tezi inandırıcı bir şekilde yanyana gelemiyor.