Türkiye’nin gidişatına, geleceğine en azından 2010’lara kadar damgasını vuracak olan “üç aylar” başladı.
Daha 2006’ya girilmemişken bile, 2007 Mart-Haziran döneminin böylesi bir hayatî dönemeç olabileceği zaten kestirilmekteydi ama son bir yıl, bunu bir tahmin olmaktan çıkarıp, bir zorunluluk değilse bile birkaçınılmazlık haline getirdi. Ülke siyasetinin başlıca tarafları, bu sürecin ülkenin genel gidişatında olduğu kadar bizzat kendi varlıkları, varoluş biçimleri bakımından da kader belirleyici önemde olacağının gayet farkındadırlar. Ve herhalde en azından son altı aydır hazırlıklarını buna göre yapmış, bu süre boyunca yaptıkları manevralarla süreci karşılayacakları mevzilere yerleşmiş olmalıdırlar.
Manzaranın askerî bir durumu tarif edercesine çizilmiş olmasının, herkesin bildiği gözle görülür nedenleri, gerekçeleri var ise de; bu sürece hazırlanan tüm güçler hesaba katıldığında, Mart-Haziran dönemini, “Çankaya meydan muharebesi”nde kesin sonucun alınacağı bir savaş metaforunda ele almanın fazlasıyla indirgemeci, dahası yanlış ve yanıltıcı bir yaklaşım olduğunu söylemek gerekir. Çünkü her şeyden önce, bu savaş metaforu için ilk şart olan iki cephenin varlığından pek söz edemeyiz. Gerçi, Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı seçimine Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini belirleyecek olma gibi olağanüstü bir anlam yükleyenler, tüm toplumsal-siyasal güç, hareket ve kesimleri bunu gözeterek tavır almaya çağırıyor veya tutum ve düşüncelerini buna göre değerlendiriyor, kendi cephesinde veya karşısında sayıyor ise de; hesaba katılması gereken başka güçler için ise Mart-Haziran döneminin meydan muharebesi önem ve işlevini görecek kapışması, “laik”lerin elindeki Çankaya tepesi cephesinde değil milliyetçiliklerin cepheleştiği yörelerin herhangi birinde veya birkaçındaki “kontak”larda cereyan edebilecektir. Dolayısıyla genel manzaraya bakıldığında tasarlanan farklı meydan muharebeleri ve türleri olduğu söylenmelidir. Ancak bu durum bir noktaya kadar hesap paralelliklerinin olmadığı, hedef ve kesin sonuçlu muharebenin yeri ve türü hakkında görece farklı hesapları olanların, birbirlerine “kullanma” amaçlı yaklaşmalarını ve kimi kesitlerde ortak cephe manzarası göstermedikleri, göstermeyecekleri anlamına gelmiyor.
Daha somut ifade edilecek olursa, örneğin, çekirdeğini ve asli gücünü ordudan alan “laik” kesim, çoğu emekli subay ve general sözcüleri, onların “devlet”le irtibatlı ufak, yarı gizli teşkilatları, çevrelerindeki “çağdaş yaşam” etiketli dernekleri ve bunların toplamının siyasal taşeronu işlevini üstlenmiş CHP yönetim kadroları ile, R. Tayyib Erdoğan’ın ya da bir başka “öz AKPli”nin Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde. TC’nin şeriatçılar tarafından ele geçirilmiş olacağını, bunun da laik Cumhuriyet’in yıkımı -sonu- anlamına geleceğini ilan ederek; tüm toplumu bu teşhisin ışığında safını tayin etmeye çağırmaktadır. Onlara göre Mart-Haziran dönemini belirleyecek olan laik-şeriatçı cepheler arası mücadelenin kesin sonucu tayin edecek meydan muharebesi Çankaya-Cumhurbaşkanlığı alanında cereyan edecektir. En ateşli sözcüleri eklemektedirler ki; Çankaya’nın “şeriatçılar” tarafından zaptı, birinci Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş laik cumhuriyetin yıkılışı olmakla birlikte, aynı zamanda ikinci bir kurtuluş savaşına girmenin de meşru sebebidir. Dolayısıyla Mayıs ortasındaki seçime kadar verilecek mücadele 1. Kurtuluş savaşı ile kazanılmış zirvenin savunulması içindir. Mücadele Çankaya zirvesi kaybedildiğinde bitmiş olmayacak, bu kez oranın yeniden zaptı için “kurtuluş savaşı” mantığıyla verilecek mücadele başlatılacaktır.
“Laik” kesimin bu perspektiften çağrısına geleneksel milliyetçiliğin MHP’den BBP’ye ve YP, BTP gibi muhafazakar-dinci yeni eklentilerine kadar uzanan yelpazesi, bu teşhisleri esas almasa da açıkça karşı çıkmayarak olumlu yanıt vermiş ve AKP karşısında yer almış görünümdedir. Nüans ayrımlarıyla bunların tümü, AKP iktidarının ciddi bir dayanıklılık sınavından geçeceği bu Mart-Haziran döneminde, AKP’nin geriletilmesinin şeriatçı tehdidi bozguna uğratmaktan ziyade, asıl olarak Türk milli varlığına yönelik tehdidi boşa çıkarmak gibi bir anlamı, işlevi olacaktır, olmalıdır. AKP ile şeriatçı olduğu için değil, temelde “Kürt Sorunu”na ilişkin yaklaşım ve icraatı nedeniyle mücadele edilmelidir. Onlara göre bu parti ve hükümeti uyguladığı iç ve dış politikalar ile “Türk milli çıkarları”nı ağır bir tehdit altına sokmuş ve sokmaktadır. Behemahal durdurulmalı, geriletilmeli ve Çankaya savaşını kaybetmesi halinde yenilgisi tescillenmiş olacağı için ya da kaybın ertesinde veya yıl sonuna doğru yapılacak seçimde iktidardan uzaklaştırılmış, hatta dağılmanın eşiğine getirilmiş olmalıdır.
DYP ve -belki de onunla birleşecek olan- ANAP gibi merkez-sağ partiler, AKP’nin rakibi olmalarına rağmen, ne onu “şeriatçılık”la yaftalamakta, ne de onun halihazırdaki milletvekili çoğunluğuyla istediğini cumhurbaşkanı seçmesinin meşruiyetini tartışmaktadırlar. Bu konuda AKP’nin “uzlaşma” yolunu tercih etmesi gerektiğini söylerlerken, bu uzlaşmanın AKP ile -Ordu çekirdekli– “laik” yelpaze ile mi yoksa kendileri ile mi yapılacağı bahsini açmamaya da dikkat ediyorlar. Bu “dikkat”in sebebi, AKP karşıtı cephenin iki esaslı bileşeninin, milliyetçi şemsiye altında homojen görüntü veren bu cephenin, cumhurbaşkanını seçecek Mecliste bunu engelleyebilecek sayısal güce sahip olmamalarına rağmen, Meclisi “dışarıdan” zorlayacak gayet ciddiye alınması gereken “koz”lar oynayabilecek olmalarıdır.
Bu kozlardan birincisi, laik - “ulusalcı-milliyetçi” kesimin Ordu tarafından/üzerinden yapacağı ültimatomdan emrivaki tarzında düzenlenecek bir iç veya dış askerî harekata kadar uzanabilecek girişimlerdir. Ordudan gelecek bir ultimatoma AKP’nin bir meydan okumayla karşılık vermesi ihtimali az olmakla birlikte, gözardı da edilemez. Bunun için, DYP ANAP ve onlarla birlikte büyük iş çevreleri -ve medya- şimdiden açık tavır belirtmekten kaçınmaktadırlar. AKP direndiğinde onunla işbirliği yapma opsiyonu -ki bu AB ve özellikle de ABD’nin AKP’ye açık desteği halinde sözkonusu olabilir- yedekte tutacaklardır. AKP’nin ultimatom karşısında gerilemesi halinde, onun sadece iktidarı değil, merkez-sağdaki konumu da hızla başaşağı gideceği için bu partiler ondan boşalacak yere hamle etmeye ve bunun gereği olarak da “ordu ile uzlaşma”ya hazır bir pozisyona da yatkın durmalıdır.
AKP karşıtı cephenin ikinci grup kozu, bu kez soy milliyetçiliğin başını çektiği, “ulusalcı” emekli subay, general kadrolu teşkilatlanmaların da “yardım, destek” ve hatta öncülüklerini esirgemeyecekleri, etnik çatışmaları provoke edecek girişimlerdir. Bunlar planlı olabileceği gibi, plan dışı meydana gelmiş ufak olayları oracıkta kızıştırıp yaygınlaştırmak ve genelleşmesini tahrik etmek biçiminde de olabilir. Bilindiği üzre, 1970’li yılların sonlarına doğru, milliyetçi-faşist hareketin anti-komünist reaksiyonu, o yıllarda Sünni-Türk yoğunluklu yöre ve şehirlerde yaşayan Alevi Türk-Kürt nüfusa karşı kitlesel katliamlar tertipleme noktasına gelmiş, Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’da bunun yüzlerce ölüme malolan örnekleri yaşanmıştı. Anti-komünizmini anti-Alevilikle kaynaştıran ve Sünniliğin Aleviliğe karşı tarihsel - geleneksel ön yargılarını, egemen-imtiyazlı konumunu koruma güdüsünü harekete geçiren bu etnik kışkırtmanın ön plan aktörleri, milliyetçi - faşist siyasal hareketin yasal partisinin (MHP) “dolaylı” uzantısı ve onun müttefiklerinin (AP-MSP) himayesi altındaki Ülkü Ocakları’nın militanlarıydı. Tertiplenen provokasyonlarla sadece MHP seçmeni ve kendisini öncelikle “milliyetçi” diye niteleyen kitle değil, kendisine “muhafazakar” “dindar”, hatta liberal diyebilen AP, MSP seçmeni daha geniş bir kitle, Sünnilik ve anti-komünizm adına saldırıya geçirilebiliyordu.
Şimdi ise, kısmen anti-emperyalizm kisvesine ihtiyaç duymakla birlikte doğrudan doğruya Türk milliyetçiliği bayrağı altında toplanan cephenin reaksiyonunun hedefinde Kürtler yeralmaktadır. PKK isyanı ve askerî bastırma sürecinde bazı büyük Güney-Akdeniz şeridi kentlerine ve İzmir, İstanbul gibi metropollere göç etmiş milyonlarca çoğu Sünni Kürt, buralardaki yerleşik çoğunluk Sünni-Türk nüfusun tepki hedefi haline gelmiş, getirilmiştir.
Geçerken ama önemle belirtmeliyiz ki, bu tepki potansiyeli sadece 1980-90’lı yıllarda PKK’ya karşı verilen savaşta beşbine yakın Türk asker ve polisin öldürülmüş olmasından ötürü oluşmuş değildir. Bütün “kardeşçe yaşama”, iddialarına asimilasyon çabalarına rağmen, bu ülkede dili, kimi kültürel özellikleri, sosyo-ekonomik durumu ile farklı bir milliyet olarak Kürtlerin varolduğunu bilen Türk-Türkleşmiş nüfusun büyük çoğunluğu onlara göre egemen, imtiyazlı, dolayısıyla “üstün” oldukları “bilgi”sini doğallaştırmış bir düşünüş tarzı içindedir. Kürtlerin dilleri, kültür ve kimlikleri adına eşit hak talebiyle harekete geçmiş olmaları, bunu barışçıl, siyasal mücadele veya silahlı isyan yoluyla yapmış olmalarından bağımsız olarak, bizatihi o üstünlük-imtiyazlılık durumuna karşı çıkış- tehdit olarak ana tepki nedenidir. Şüphesiz PKK’nın bunu silahla, terörle yapmış ve yapıyor olması, verdiği mücadelenin gayet kanlı bilançosu, bu aslî tepki kaynağının örtülmesine imkan vermekteydi. Anti-Kürt tepkinin, PKK’nın silahlı etkinliğinin zirvede olduğu dönemle kıyaslandığında şimdilerde çok daha yoğun ve belirgin olması bunun göstergesidir. PKK’ya karşı gayet sert bir askerî bastırma harekatı yürütülürken kitlesel bir çatışmaya saldırıya yol açacak bir anti-Kürt tepki çok daha düşük düzeyde ve örtülü biçimdeyken; PKK’nın askerî olarak yenildiği, yeniden başlarsa yine yenileceğinin bilindiği şu son beş-on yılda, anti-Kürt tepkinin, Kürtlere eşit hak doğrultusunda adımlar atıldıkça veya bu sonuca dolaylı olarak götürebileceği varsayılan iç-dış politik düzenlemeler gündeme geldikçe arttığı ve halihazırdaki açık ırkçı nefret ifadeleri taşıyan düzeyine vardığı dikkate alınmalıdır.
Bu noktaya ve onun Kürt milliyetçiliğindeki ikizi anti-Türk ırkçı nefret bahsine ileride dönmek üzere Mart-Haziran döneminde Türk-Kürt milliyetçilikleri arasındaki gerilimi kitlesel etnik bir vuruşmaya dönüştürmeye matuf girişimlerin muhtemel oluş(turulma) konusuna dönelim. Ortada milliyetçilik adına yapılacak bir kışkırtma ihtimali olmasına ve bu kışkırtmanın fiiliyata dökülmesi bahsinde Türk milliyetçiliği daha hazır ve teşne görünüyor olmasına rağmen; bu kışkırtma işlevini geleneksel soy milliyetçilerin değil; onları geri plana itmiş biçimde “ulusalcı” sıfatına daha yakın duran -neo- Atatürk milliyetçiliği adına hareket eden grupların üstlenmeye istekli olduğu görülüyor. Emekli generallerin içinde ve tepesinde yer aldığı, kadrolarını emekli subay ve diğer ordu mensuplarından oluşturan, halen görevli ordu mensuplarından da yardım-destek gördüklerine dair birçok kanıt da olan bu çeşitli adlar altında örgütlü grupların tümü veya çoğunluğu tek bir merkeze bağlı bir “laik-şeriatçı” veya Türk-Kürt kapışmasını provoke etmeye matuf hemen her eylemin bu gruplarla doğrudan bağı olması dikkate alınmalıdır. Birarada tasarlanan ve icra edilen Cumhuriyet gazetesinin taranması ve Danıştay suikasti eyleminde adı geçen gruplar burada bir laik-şeriatçı vuruşmasını kışkırtma pozisyonunda iken, aynı grupların adının geçtiği Mersin’deki “bayrak çiğnetme” ve Türk bayraklı gösteri yürüyüşü eylemleri ile bir Türk-Kürt çatışmasına ortam hazırlama işlevini üstlenmiş olduklarını görüyoruz. Mersin’de buram buram ırkçılık kokan yemin törenleri ile ölmeye ve öldürmeye kararlı üyelerini fütursuzca teşhir edebilen grubun başında da emekli bir ordu mensubu, “ulusal”cı zat var.
İlginç olan nokta şudur. Bu emekli subay, eski ordu mensubu çekirdekli gruplar düzenledikleri provokatif bir eylemde maşa, tetikçi olarak kullanacakları kişileri MHP ve BBP’nin taban-gençlik örgütlerinin üyesi olmuş veya sempatizanı olanlar arasına sızarak bulmaktadır. MHP ve BBP yönetimlerinin bundan rahatsız olduğu; aynı yöntemle icra edilecek daha çaplı ve gözükara bir provokatif eylemle tabanın kadro ve hatta örgütünün, kendilerince planlanmamış ve yönlendirilemeyecek bir çatışma mecrasına sürüklenmekten kuşku duyduğu ama bu kuşku ve tedirginliği ifade edemedikleri seziliyor. Büyük çaplı bir etnik -Türk-Kürt- çatışmanın provoke edilebileceği yerlerin başında gelen Mersin’de, şehir çevresindeki Türk Yörük köylerinde anti-Kürt propagandistler, MHP ve BBP’nin geleneksel milliyetçi söylemlerini daha keskinleştirmiş -ırkçılaştırmış- bu emekli eski subay çekirdekli gruplara bağlı çalışırken, o parti yönetimlerinin aralarında organik bir ilişki olmayan o gruplarla aralarına nasıl bir sınır koyacakları meçhul. 1970’li yıllarda “devlet”in kendilerini “kullandığı”na ilişkin buruk kanaatin hayli yaygın olduğu MHP-BBP çevreleri örgüt mensuplarını yine aynı tezgaha düşmemeleri için uyarıyor, kimi emekli subay kişi ve grupçuklardan uzak durulmasını telkin ediyor olabilirler. Ancak, bu partilerin özellikle taban örgütlerinin içinde yer aldığı genç milliyetçi kitlenin büyük ölçüde gelecek kaygısından, tutunamama endişesinden kaynaklanan nihilizme yatkın öfkeliliği ile ırkçı telkin ve girişimlere açık oluşu, o uyarıların etkisini azalttığı gibi, sözkonusu partilerin bu kaygan zeminle birlikte ırkçı provokasyonların açacağı mecraya sürüklenmesini önlemekte yetersiz kalabilir.
Bu durumda, vaktiyle, 1970’li yılların sonlarında MHP yönlendiriciliğindeki ülkücü-milliyetçi provokatörlerin merkez sağ kitleleri Maraş ve Çorumdaki gibi kitlesel katliamlara sürükleyebilmesine benzer bir “senaryo”nun, bu kez geleneksel ülkücü milliyetçiliğin -özellikle “Kritik” kentlerde hayli kabarık olan- kitlesel gücünü çok daha geniş çaplı kitlesel katliamlara, çatışmalara sürükleme biçiminde devreye sokulabileceği söylenebilir.
Yukarıda yazılanlar, şu son yıllarda kendilerini milliyetçi değil de “ulusal”(cı) olarak niteleyen akım ve grupların geleneksel ülkücü-milliyetçilerden çok daha sert, sakınmasız bir ırkçı söylem tutturduklarını ve çok daha kanlı, kapsamlı bir çatışmayı göze almış bir tutum içinde olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla ulusalcı ve milliyetçi söylemler arasındaki fark sadece “ulusalcı”ların “dinî-Sünni” boyutu da olan hareket/kesimlere karşı da “militan” bir tavır ve dile sahip olmalarına karşılık, milliyetçilerin bu hareket ve kesimlerle siyasal rekabetin sınırlarını aşmayacak bir yakınlıkta durmalarından ibaret değil.
Ama bu farklılık, yani geleneksel milliyetçiliğin -hayli “Türkleştirilmiş” olsa da- din-İslam ile bağlarını yine de korumaları, onların açıkça ırkçı söylem ve tutumlara kaymamalarının önemli bir nedeni sayılabilir. Oysa aynı “fren”, tümü de Atatürkçülükle temelden bağını vurgulayan, onun bağrından doğduklarını veya izinden yürüdüklerini iddia eden “ulusalcı” akım ve çevreler için sözkonusu bile değildir. Çünkü tarihsel oluşumu ve “misyon”u, dinle İslamla şekillendiği varsayılan bir Türkiye toplumunu istediği kalıba sokabilmek için o din ve İslamla mücadele içinde belirlenmiş Atatürkçülüğün bu anti-İslam pozitivizmi, milliyetçiliğin “ruh”tan etikten kolayca sıyrılabilen mekanist yorumuna haliyle açıktır.
Fakat öte yandan Atatürk milliyetçiliğinin başlangıcından çok yakın döneme kadar geleneksel-ülkücü-milliyetçilikten çok daha “ılımlı”, etnik çağrışımı çok daha bastırılmış bir milliyetçilik olarak sürüp geldiği de vakıadır. O halde bu kisvesini sıyırarak ırkçı söylem ve tutum bahsinde geleneksel-ülkücü milliyetçiliği de peşinden sürükleyebilecek bu noktaya nasıl/niçin geldiğinin de bir izahı olmalıdır.
Bunu en kestirme biçimde, milliyetçiliğin -elbette tüm topluma sirayet ettirilmek amacıyla- hangi sınıf/zümre tarafından savunulduğu sorusunun cevabından hareketle açıklayabiliriz. Ve aynı zamanda da, tüm sınıf-zümre aidiyetli ideolojilerin o sınıf/zümrenin kendi özel konum/güç yükseltme amacının aracı, taşıyıcısı olduğunu bilerek.
Bu açıdan bakıldığında Atatürk milliyetçiliğinin bir asker-sivil bürokrat zümre ideolojisi olduğu ve tarihi boyunca belli kesitlerde tespit edilebilecek vurgu-içerik farklılaşmalarının da o kesitlerdeki o zümrenin konum-güç yükseltme/koruma hesabını nasıl yapabildiği ile ilişkilendirilmesi gerekir.
Özetleyerek, ifade edecek olursak, başlangıçta, bu zümrenin toplum ve devletin “dizginleri”ni rakipsizce ele geçirmek, bu “dizginler” üzerinde nüfuz, güç sahibi olan İstanbul, İzmir burjuvazisi ve muhafazakar-İslamcı elitle paylaştığı toplumsal iktidar “payı”nı yükseltmek için, “çağdaşlaştırma”nın -ona “bigane kalanları yakıp mahvedecek”- ışığı ile harelenmiş Atatürk milliyetçiliği, tüm toplumu kucaklayacak, asimilasyoncu bir içerik-vurguya sahiptir.
1970’lerde, bu çağdaşlaştırma bahsinde onu sönükleştiren ideolojilerle rekabet edemez duruma düştüğünde ise Atatürk milliyetçiliğinin muhafazakarlaştığını ve bu ideolojinin taşıyıcısı zümrenin konumunu yükseltmek değil, korumak, yanıbaşında yükselen, yükselebilecek olan toplumsal güçlere karşı tahkim etmek derdinde olduğunu görürüz. 1990’lara doğru Atatürkçülüğün, yeni(lenmiş) İslami hareketi onun üzerinde yükseldiği dinamik, taşra orta sınıfı “büyüyen iç tehdit”lerin en önemlisi sayarak, diskurunu, milliyetçiliğini “laiklik” eksenine oturtması bunun sonucudur.
2000’lerde ise, kendisiyle eşit iktidar paylaşımı, statü eşitlenmesi talep edebilecek bu “iç tehdit”e bu kez iktidarının azaltılmasını, konumunun geriletilmesini “çağdaş standart”lara uygun hale indirgenmesini talep eden güçlü bir “dış tehdit”, yani Türkiye’nin AB’ye üyeliği faktörü eklenmiştir. Atatürkçülüğün “anti-emperyalizm” vurgusuyla, “ekseni” ile boy göstermesi bu durumla örtüşür. 1990’larda 28 Şubat’la iyice tahkim edilmiş, arttırılmış olan Ordunun, asker-sivil bürokrat zümrenin iktidar payı ve bu zümre çevresinde “çağdaş yaşam”ın edindiği ayrıcalıklı toplumsal konum, on yıllardan beri ilk kez tek başına hükümet kuracak bir oy gücüyle iktidara gelmiş bir AKP’nin iktidar payı ve toplumsal konum eşitleme eğilimi tarafından “iç tehdit”e, “AB’ye üyelik süreci”nin öngördüğü daha fazlasını da talep eden “dış tehdit”e aynı anda maruz kaldığında kendini gerçekten de “dört, yandan kuşatılmış”, “tarihinin en ağır saldırısı altında” ve “yıkılma tehdidiyle karşı karşıya” hissedecektir.
1990’larda AKP’nin öncülü RP’nin bir koalisyonla hükümet ortağı olma gücüne erişebildiği koşullarda; bu, yükselen taşra ağırlıklı orta sınıfın muhtemel girişimlerine karşı yerleşik metropol-büyük sermayenin ve Batı kentlerinin “geleneksel”e karşı “çağdaş yaşam” kibirlenmesine alışmış kesimlerini “laiklik” eksenli bir Atatürkçülüğün cephesine çağırarak mücadele eden ve “28 Şubat zaferi”ni kazanan zümre, şimdi bu desteklerden de medet umacak durumda değildir.
“Kürt Sorunu”na yüklenmenin pratik-sosyolojik nedeni budur. Ve bunun kaçınılmaz kıldığı ideolojik burgaç, Atatürk milliyetçiliğini milliyetçiliğin en derin köklerine canlı varlığın “tür”ünü koruma içgüdü ve reflekslerini depreştiren ırkçılık çukuruna sürükler, sürüklemektedir.
Bu içgüdü ve refleks, milliyetçiliğin, etkili olabilmek için mutlaka cevap vermesi gereken bir ihtiyaca karşılık düşer. Kişi veya toplulukların bu organizmalara içrek güdü ve refleksi tatmin edebilmek için o millete aidiyetten başka bir tutanakları olmadığı takdirde milliyetçilikleri ırkçılaşmaktan başka bir şey yapamaz. Bu ihtiyaç birilerinden veya bir milletten üstün oldukları hissiyle doyurulabilir. Birey, topluluk veya millet olarak birilerinden üstün oldukları hissini medeni kulvarlarda, bunların en azından bir kısmından yani üretim, ticaret, bilim, sanatlar... da edinebilmiş ve bu hissiyati sürdürebileceğinden güvenli topluluk ve milletler, halihazır konumlarından çok daha yüksek bir statüye sıçramak için o medeni kulvarlardan medet ummadıkları takdirde ırkçılığa saparlar. O kulvarların normal işleyişinin halen sahip oldukları “üstün”lük duygusunu torpüleyeceğini vaktiyle aşağı saydıklarını eşitleri haline getirebileceğini gören, sezen toplulukların, kesimlerin halen “üstün” olan millete aidiyetlerini, başlıbaşına bu özelliklerini, üstün olmanın gerekçesi sayan bir anlayışa sürüklenmeleri de ırkçılığın diğer mecrasıdır.
Atatürk milliyetçiliğinin halihazır sözcüleri, ideologları ve örgütçüleri, yukarıda özetle anlatılan nedenlerle “anti-emperyalizm” eksenine oturttukları “yeni” diskur ve tutumları ile bu ikinci mecraya seslenmektedir. “Globalleşen” dünya ve Türkiye koşullarının “tutunamaz”laştırdığı, umutsuzluk ve nihilizme açık ve giderek artan sayıdaki bu alt-orta sınıf kesimlerden sağlayacağı gücün ancak yıkıcı bir güç olabileceğini herhalde biliyor olmalıdır.
Ancak, üstünlük hissi bir biçimde verilemiyorsa “millet” de olunamadığı milliyetçiliğin alfabesinde yazılı ise, “üstün”lük duygusunun kaybedilme ihtimali de milletin yokolması gibi algılanacağı için; kendi ideolojisinin kıskacındaki bir milliyetçinin “yok olmamak” için o halde “batsın bu dünya” noktasına saplanıp orada kalması da doğaldır. Hem Atatürk milliyetçiliğinin “ulusal”cı örgütlenmelerinin hem de onların “kullanma”ya elverişli gördüğü “tutunamayan”lar milliyetçiliğinin bu noktaya sürüklenmek için çifte gerekçeleri olduğu -özetle de olsa- anlaşılmıştır sanırız.
Kaldı ki, bu yıkım psikozuna girme bahsinde aynı kulvarda koşan ve böylece o yöne doğru gidişin rüzgarını katmerleştiren başkaları da vardır. Kürt milliyetçiliğinin yine benzer biçimde, bu kez Kürt kimlikli bir “tutunamayan”lar kitlesinden özellikle beslenen bir damarı, Türk milliyetçiliğinde asker-sivil bürokrat zümrenin oynadığı rolü üstlenmiş görünen PKK’nın güçlü kanadı tarafından harekete geçirilmeye hazırdır. Şubat ayı sonlarından beri bu PKK kanadı tarafından gayet ajitatif bir dille ortaya atılan “Abdullah Öcalan’ın zehirlendiği” iddiası, bu iddiaya dayalı gösterilere, özellikle de “fedai” eylemlerine çağrı kararları, yaklaşan Nevruz düşünüldüğünde, nelerin göze alınmış olduğu ihtimali ile dehşete kapılmamak elde değil. Batman’dan Mersin ve Antalya’ya kadar Türkiye’nin bütün Güney kuşağı ve başta İstanbul metropol kentleri, her an ve özellikle de Nevruz arefesinde herhangi bir noktadan başlatılacak bir saldırının beklendiği bir cephe hattına çevirebilecek olan bu PKK kararı, umalım ki Mart’ın ortalarına kadar tavsamış veya tavsatılmış olsun. Bu, şüphesiz onun partneri olan Türk milliyetçiliği ile bilenmiş kesimlerin provokasyon hesap ve girişimlerini de tavsatacak veya en azından “tek kanat”lı bırakarak, büyük çoğunluğun öfkeli vicdanında kararlı bir “asıl suçlu” etiketiyle damgalanmasını sağlayacaktır. Aksi halde, eğer şu yukarıda bahsedilen cephe hattının herhangi bir noktasında sözkonusu “taraf”lardan birinin başlatacağı provokatif bir saldırının tüm cepheye yayılmasıyla ya da en azından yayılma gerginliği ve emarelerinin günlerce, haftalarca sürecek olmasıyla “Türkiye’nin kaderi”ni tayin edecek meydan savaşı “Çankaya Savaş”larını gereksiz, işlevsiz, bir formalite derecesine indirmiş olarak sonuçlanmış olur. Çünkü “Çankaya Savaşı” gerçekte değilse bile zihin ve ideolojilerinde asker bürokrat zümre için bir varoluş-kader belirleyici olabilir ama Nevruz günleri ve sonrasında bir etnik çatışmalar cephesinin kan ve ateşini yaşamış bir Türkiye, sonuç ne olursa olsun uzunca bir dönem varlığını yitirmemişse bile, koyu bir karanlığa bilinmezliğe sokulmuş demektir.