Eylül 1973: Korkuyorum. Her taraftan erkek bağırış çağırışları kulaklarımı deliyor. Adamlar emirler yağdırıyorlar ve bu durum bu anı öylesine gerçek dışı kılıyor ki, sanki sağa sola emir yağdıranlardan çıt çıkmıyor. Sanki o insanlar yoklarmış da sadece ben varmışım gibi; sanki bütün emirler bana yöneltiliyormuş gibi. Omuzlarıma bazı ellerin yapıştığını, beni bir o yana bir bu yana savurduklarını fark ediyorum; sırtıma silahların dayandığını hissediyorum. Beni pataklıyorlar. Arkadan kafama tokat atıyorlar, belime dipçikle vuruyorlar. Birden olduğum yerde durmam gerekiyor. Önümden bir yerlerden biri böğürüyor: “İsim!”; aşağı yukarı her on saniyede bir. Bu sözcük, sanki bir katedralde yankılanıyor gibi. Her on saniyede bir arkadan kafama bir tokat iniyor, bir adım ilerlemem gerektiğinin işareti olarak. “İsim”, tokat, adım. Bir sonraki adımı kendim atmak istiyorum, “isim”i bekliyorum, onu işitiyorum, bir adım ilerliyorum ve birine çarpıyorum. Karın boşluğuna inen bir darbe, içime şiddetli bir acı yerleştiriyor, nefes alamıyorum, fenalaşıyorum, yere düşmek istiyorum, tam o anda biri kulağıma yapışıyor ve beni kaldırıyor. Doğrudan kulağıma haykırıyor. “Sadece emir üzerine kıpırdanacak!” Bana hitap etmiyor, ben düğmeye basıldığında tepki vermesi gereken bir nesneyim. Nesnenin böyle işlemesini istiyor. “İsim!” diye böğürüyor, o nesneye vuruyor ve nesne de bir adım ilerliyor. İşliyor. “İsim”, dayak, adım. “İsim”, dayak, adım. “İsim!..” Nesne dayağı bekliyor. Nerede kaldı bu darbe? Nesne titriyor, kafasını sağa sola savuruyor, bir emre ihtiyacı var onun. Nihayet “isim”, sonra dayak, fakat bir başka ses tam kulağının içine bağırıyor: “Lanet olası, isim!” Nesne anladı, ismini söyledi. Arkadan kafasına bir darbe iniyor: “İlerle!” Nesne yürüyor. Kafasına bir darbe. “Sola dön!” Nesne sola yürüyor. Kafasına bir darbe: “Olduğun yerde kal!” Nesnenin gözlerindeki bant kafasından sertçe çekilip çıkarılıyor. Gün ışığı gözlerini kamaştırıyor. Kafasına bir darbe alıyor. “Yukarı çık ve isminin çağırılmasını bekle!” Yavaş yavaş tribünleri tanıyor, önündeki çimleri tanıyor, oturma sıralarının ve askerlerin yanından geçerek basamakları düşe kalka çıkıyor. Oturuyor. Ulusal Stadyum’da olduğunu anlıyor. Öldüm sayılır, diyor kendi kendine.
Politika öğretmeni Manuel Medina, 17 Kasım 1991 sabahı eziyet verici yarım yamalak bir uykudan uyandı; eklemleri acıyordu, göğsü sanki halatlarla sıkıştırılmış gibiydi, nefesi ağırlaşmıştı. Yatakta dönüp durduktan sonra, güneş doğarken bitkin bir halde uyuyakalmıştı. 1973 Eylül’üne dair hatıraları bastırmak için kendini zorladıkça, Şili Ulusal Stadyumu’ndan görüntüler çok daha belirgin hale geliyorlardı. Bir tek geceyi huzurlu geçirmediği işkenceden sonraki o ilk yıllarda olduğu gibiydi. O zamanlar Londra’daki sürgün evinde hummalı rüyalara daldığında, en hafif bir gürültü bile onu uykudan çekip çıkarırdı. Sonra kasılmaktan sarsılmış, bulantıdan fenalaşmış, korkudan şuursuzlaşmış bir halde yatakta otururdu. O gecelerde Manuel Medina sık sık hayatına son vermeyi düşünürdü. 5 Kasım 1977 akşamında intiharın son bir direniş eylemi mi olacağı, yoksa ülkesindeki askerî diktatörlük karşısında teslimiyet anlamına mı geleceği üzerinde düşünüp dururken, derin bir uykuya dalmıştı. 6 Kasım sabahı uyandı, duvardaki takvime bir not düştü: 6 Kasım 1977 – Yeniden Doğuş. Dört yıldan beri ilk defa, rüyasında Ulusal Stadyum’u görmediği bir gece geçirmişti. On dört yıl sonra bu duvar takvimi Manuel Medina’nın, Santiago’nun dış mahallelerinden biri olan La Reina’daki evinde asılı duruyordu. Manuel Medina, iki tane maç biletini takvime iliştirmişti. 17 Kasım 1991. Kafasını ovarak içindeki basıncı boşaltmaya çalışırken, gözleri biletlere, tarihe takılıp kalmıştı. “Belki de benim için henüz çok erken” dedi, “belki de bununla başa çıkamam.” Daha on ay önce İngiltere’den ülkesine dönmüştü, halkın az bir farkla General Augusto Pinochet yönetimindeki askerî diktatörlüğe karşı ve demokrasi için karar vermesinden on altı ay sonra. O günden beri bir Hıristiyan Demokrat olan Patricio Alywin yönetiyordu ülkeyi. Fakat ordu ve polis, eskiden olduğu gibi Pinochet’nin emrindeydi. Diktatör, serbest seçimler için bir şart olarak talep etmişti bunu.
”Onun polisleri maçta düzeni sağlamakla görevli olacaklar” dedi Manuel Medina, o 17 Kasım 1991 günü öğle üzeri; Şili Ulusal Stadyumu’nu on sekiz yıl sonra yeniden göreceği andan birkaç saat önce.
“Peki neden oraya gitmek istiyorsun?” diye sordum.
“Bunu yapmak zorundayım.”
11 Eylül 1973 günü, güneşin doğuşundan kısa bir süre sonra, General Augusto Pinochet iktidarı gasp etmişti. Tanklar Santiago’yu ezerken, savaş uçakları sosyalist Başkan Salvador Allende’nin son konuşmasını gökten halka ilettiği Başkanlık Sarayı La Moneda’yı bombalıyorlardı. Birkaç dakika sonra da ölmüştü. Sosyalistler, içeriye dalan darbecilere elinde bir tabancayla karşı koyduğunu; faşistler ise, kendini vurduğunu söylediler. İktidarın yeni sahipleri, o andan itibaren Allende taraftarlarına yönelik bir av başlattılar. Yüzlerce kişiyi hemen katlettiler, aralarında halk şarkıcısı Victor Jara’nın da bulunduğu binlerce kişiyi stadyumlara sürüklediler, onlara işkence ettiler, öldürdüler, cesetlerini denize attılar ya da çöldeki toplu mezarlara gömdüler. Kadınlar, kaybolan yakınlarının fotoğraflarını taşıyarak gösteriler yaptılar. Bu en heybetli hapishanenin fotoğrafları bütün dünyaya yayıldı. Askerler, beş bin kadın ve erkeği haftalarca Ulusal Stadyum’un tribünlerinde tuttular. Bir televizyon ekibinin girmesine asla izin verilmeyen yeraltındaki tünellerde olup bitenleri anlatmak içinse bir tek sözü var Manuel Medina’nın: Cehennem.
Manuel Medina, FIFA’nın 1962 Dünya Kupası’nın Şili’de yapılmasına karar verdiği ’50’li yıllarda bu stadyumla öylesine gurur duyuyordu ki! Halk bu olayı bir gün bir gece boyunca sokaklarda kutlamıştı. Manuel’in ailesi, sanatçılar semti Bellavista’daki küçük evlerinin ön bahçesinde bir mangal kurmuş, sokakta dans edenlere mısır ve tavuk eti dağıtmıştı. Gazeteler, 1938’de inşa edilen Ulusal Stadyum’un tadilattan sonra nasıl görüneceğini tasvir eden tam sayfa fotoğraflar yayımlamışlardı. Manuel’in babası, gazete sayfalarını mutfağa asmış ve şöyle demişti: “Şili dünya şampiyonu olduğunda, biz orada olacağız.” Dünya Kupası’nın açılış gününde on altı devletin bayrakları gönderlerde sallanıyordu. İnsanlar kafelerde ve evlerde televizyonlara üşüşmüşlerdi, bütün pencerelerden radyo spikerlerinin sesleri çınlıyordu.
Yetmiş bin insan İsviçre’yle oynanacak açılış maçı için Ulusal Stadyum’a akın etmişti. Yüz binlerce kişi, Şili’nin 3-1’lik zaferinin ardından yollara dökülmüştü. Araba konvoylarından kesif bir duman yükselmiş, And ovasını koyu bir sis bulutu kaplamış ve üç milyonluk şehrin üstüne çökmüştü. Manuel ve arkadaşları önbahçede sevinçten yerlerde yuvarlanırlarken, babası yanlarına gelmiş, diz çöküp iki kağıt parçasını sallamıştı: “Bak Manuelcik, İtalya maçına bilet buldum.”
2 Haziran 1962, hayatının en güzel günü olmuştu. Babasıyla birlikte insanlardan ve bayraklardan oluşan bir denizin içinde bulvarı aşıp Ulusal Stadyum’a varmışlardı. Ulusal renklerle bezenmiş evlerin arasında yankılanan tezahürattan dolayı, daha Stadyum’un girişinde kulakları uğuldamaya başlamıştı. Adamlar bayrakların önünde diz çöküp dua ediyorlardı, hoparlörlerden halk müziği zangırdıyordu, kızarmış badem kokusu havayı kaplamıştı. Dünyanın en güzel stadyumu önlerinde yükseliyordu. Ve dik merdivenlerden yukarıya yavaşça çıktılar, arşa tırmanır gibi. Her basamakta Manuel’in yüreği daha hızlı çarpıyordu. Dar giriş kapısını geçip karanlık gölgeden çıkarak yetmiş bin kırmızı, mavi, beyazın hafifçe salındığı parlak güneş ışığına ulaştıklarında ve Şilili futbolcular nihayet ışıltılı çimlerde göründüklerinde, Manuel’in gözleri heyecandan yaşlarla doldu. Şi – Şi – Şi, Li – Li – Li; kulakları sağır eden bu tezahürat sürekli yeniden başlıyor, Manuel de her seferinde göğsünü parçalarcasına buna katılıyordu, öyle ki, akşam artık hiç konuşamaz olmuştu. İki İtalyan oyuncu büyük sevinç çığlıkları altında oyundan atılmış, Şili iki gol atmıştı. Dengelerini kaybederek tribünlerden aşağı düşen adamlar onu da sürüklemesinler diye babası Manuel’i her golde sıkıca kucaklamıştı. Şili çeyrek finaldeydi. Bitiş düdüğünden birkaç saniye sonra Stadyum’un bir yerlerinde bir grup, ulusal marşı söylemeye başlamıştı. İkinci dizeden itibaren herkes katılmıştı. Stadyum’dan ayrıldıklarında, adamların Stadyum’un sütunlarını öptüklerini gördü, kendisi de öptü. Çeyrek finalde Sovyetler Birliği’ne karşı alınan 2-1’lik galibiyeti Manuel radyodan yaşamıştı. Sonunda koca Brezilya yarı finalde bekliyordu. Meydan ve barlardaki adamlar görüş birliği içindeydi: Gerçek final bu olacaktı. Manuel, Bellavista sokaklarında zıplayarak “Campeon, Campeon” diye bağırıyor, büyükler de ona el sallıyorlardı. Sonra trajedi geldi, Brezilya Şili’yi 4-2 yenmişti. Nasıl olabilirdi? Şili, Ulusal Stadyum’da nasıl yenilebilirdi? Ezeli düşman Brezilya, üç gün sonra Çekoslovakya’yı 3-1 yenerek dünya şampiyonu olmuştu. Ezeli düşman, dünya kupasını Şili Ulusal Stadyumu’nda almıştı.
“Öylesine hayal kırıklığına uğramıştım ki! En çok da Ulusal Stadyum’umuzdan. Bizi yarı yolda bırakmıştı; onu inşa eden, seven ve savunan bizleri.
Oraya bir daha asla gitmemeye kesin karar vermiştim. Tövbem beş yıl sürdü, Peru’ya karşı oynanacak bir maça kadar. Aradan geçen zamanda artık Stadyum’dan nefret etmiyordum, ama onu öpmüyordum da. Hiç kimse onu artık öpmüyordu.”
Manuel Medina, mutfak masasında oturuyor ve beşinci çayını içiyordu. Duvar saati 14’ü gösteriyordu. 1991 sezonu şampiyonluğu için son kozlarını oynayacak Universidad de Chile ile Cobrelao takımları arasındaki maçın başlamasına daha iki saat vardı. Kimin kazanacağı Manuel için fark etmiyordu. Gençliğinde Universidad, bu geleneksel kulübe verdikleri adla LaU için heyecan duyuyordu. LaU’nun renkleri, milli takımınkiyle aynıydı; kırmızı forma, mavi şort, beyaz tozluk. Fakat LaU, iç saha maçlarını Ulusal Stadyum’da oynadığı için, Manuel’in sevgisi uçup gitmişti.
“Bunlar, darbeden kısa bir süre sonra orada oynadılar. İnsanların katledildiği odalarda üzerlerini değiştirdiler. Taraftarlar, insanların ölüm korkusuyla oturdukları sıralar üzerinde muharebe şarkıları söylediler. Futbolcular, askerlerin devriye gezdiği çimlerin üzerinde sevinç çığlıkları attılar. Bu kulüp benim için öldü. Ama ne kadar çelişkili olursa olsun, sanırım bu Stadyum’a geri dönüşü ancak bir futbol maçıyla kaldırabilirim.”
“Neden oraya gitmek zorundasın?” diye sordum.
“Geçenlerde bir arkadaş, galiba bu mekanla barışmak istiyorum, demişti. Belki de öyledir, ama ben ona şöyle cevap verdim: Ömrümün kalan kısmını etrafında dolanarak geçiremem. Santiago’da otobüsler bunun için fazla pahalı.”
La Reina’dan Ulusal Stadyum’a ulaşmak için otobüsün o geniş Kuzey-Güney aksı üzerinden Santiago’nun içinden geçmesi, yolun yarısında Providencia semtine sapması ve burayı boydan boya geçmesi gerekiyor ki, sonunda Nunoa semtine ulaşabilsin. Bu yolculuk 45 dakika sürüyor. Manuel pencereden dışarıyı seyrediyordu. Duraklarda, LaU taraftarlarının naralar atarak otobüse binişlerini gözlemliyordu. Bazen Manuel’in gözlerinde bir tiksinti belirir gibi oluyordu, sonra yine dalgınlaşıyordu, sanki formanın kırmızısına dalıp yitiyormuş gibi. Providencia’daki villaların yanımızdan akıp gittikleri bir anda Manuel bir şeyler mırıldandı, etrafımızı saran bağırış çağırışlara rağmen duyabilmeme yetecek kadar yüksekti sesi.
“İyi misin Manuel?”
”Bu, benim 1962’de babamın elinden tutarak stadyuma koştuğum cadde. Bu cadde, benim için mutluluk yoluydu.”
“Daha sonra buraya hiç gelmedin mi?”
“Sürgünden döndüğümden beri hiç gelmedim. Demin, askerî kamyonla stadyuma götürüldüğümüzde bu yoldan geçip geçmediğimizi düşünüyordum. Gözlerimiz bağlıydı. Konuşmamıza izin verilmiyordu, yani sadece trafiği ve soluğumuzu duyuyordum. Tanrım, o soluk, kuduz köpeklerin hırıltısı gibiydi. Yanımdaki adam tepeden tırnağa titriyordu, bir ara soluğu kesildi, her an boğulacakmış gibiydi. Sonra bir askerin küfrettiğini duydum, ardından vahşice bir darbe, çürük bir tahtaya demir bir çubukla vurur gibi. Birden sükunet oldu. Biz dışarı çıkarıldıktan sonra, o adamın bir köşeye yığıldığını duydum. İşte o anda, hayatımı bir film şeridi gibi düşünmeye başladım. Bazen ailemin sesini duydum içimde ve her seferinde bundan dehşete kapıldım, çünkü hatıralarımı bir veda gibi algılıyordum. Aşağılanmanın kötü yanı, sana bir köpek gibi davranılması değil, senin kendini bir köpek gibi hissetmendir. Bir köpek, yolun sonuna geldiğini hisseder. Bu insanı felç eder, iyi bir şey değil. Şimdi o gün yanımdaki adamı bu caddenin hangi noktasında öldürdüklerini soruyorum kendime.”
“O adamı tanıyor muydun?
“Kamyonda benimle birlikte kimlerin olduğunu; kamyondakilerin bizimkiler olup olmadığını, bizleri birbirimizden ayırıp ayırmadıklarını bilmiyordum. Tahminen altı kişiydik; galiba dört asker tarafından göz altında tutuluyorduk. Dört kamyon ve beş ya da altı askerî jiple gelmişlerdi. Kesin kırk kişi varlardı. Santiago’nun içinden geçiyorlar ve insanları adi bir nakil eşyası gibi kamyona yüklüyorlardı. Bunu güpegündüz ve göstere göstere yapıyorlardı. Gözdağı verme taktiklerinden biriydi bu da. Bütün dünya burada ne olup bittiğini biliyordu. Hatta bir akşam askerler yabancı bir kameramanı yolun ortasında vurdular. O akşam askerler sokağa çıkma yasağına uymayanları kovalıyor, herhangi bir eve sürüklüyorlardı. Etrafa deliler gibi ateş ediyorlardı. Kameraman bütün bunları kaydediyordu. Aniden bir asker ona nişan aldı ve – pat - kameraman yere yığıldı, ama çekim yapmaya devam etti, sonra da öldü. Onun kaydettiği görüntüleri daha sonra İngiltere’de izledim. Anlıyor musun, hiçbir şeyden çekinmiyorlardı. Bir ara, Katolik Üniversitesi’nin yakınlarında bir bodrumu bastıklarını ve üç yoldaşı götürdüklerini gördüm. Sanki Washington’u fethetmeye gideceklermiş gibi silahlanmışlardı. Yoldaşlardan biri “Viva Allende, viva la revolucion” diye bağırdı. Onu öldüresiye dövdüler ve biz bir şey yapamıyorduk. Öyle çaresiz hissediyorduk ki kendimizi! Yoldan geçenler etrafımıza toplanmış alkışlıyorlardı, bazıları da “gebertin şu komünistleri” diye bağırıyorlardı.”
Otobüs durdu. İtiş kakış indik. Caddeye ayak basar basmaz, bir insan seline kapıldık. Her taraftan trampet sesleri gümbürdüyor; sirenler ve kornalar bir çivi gibi kulakları deliyor, ağır bir yağ kokusu burunlara çöküyordu. Birden büyük bir kavşağın ardından Ulusal Stadyum belirdi; griliği her adımda bir kale gibi önümüze yığılıyordu. Polisler kaldırımlarda omuz omuza sıralanmışlardı; bazılarının kaskları açıktı, bazıları da yüzlerini kopkoyu siyahlığın ardına gizliyorlardı. Yüzlerini atkılarla maskelemiş iri yapılı adamlar, insan selinin ortasından polislere taş atıyorlardı. Önümüzdeki toplulukta bir kaynaşma oldu, çünkü dört polis öne doğru tuttukları sopalarla kendilerine dar bir yol açtılar, iki delikanlıyı sweatshirtlerinin kapşonlarından tutup sürükleyerek kaldırıma götürdüler. Gençlerden biri sendeleyip yere düştü, bir polis göğsüne tekme atıp bağırdı. Keskin bir ıslık konseri başladı, yuh sesleri gürültüye katıldı, bunun üzerine birkaç polis sopa ve kalkanlarını savurarak hızla öne atıldı, bizler ürkek hayvanlar gibi geri çekildik. Stadyumun yakınında siyah bir duman havaya yükseldi, sirenler uğuldadı. Önümüzde toplanan polislerin sayısı giderek çoğalıyordu, kalkanlarıyla içinden geçip ana girişe doğru ilerleyeceğimiz daracık bir yol oluşturdular. Arkadan veya yanlardan sürekli kalkanlara doğru itiliyorduk, polisler de her seferinde zor kullanarak bizi dar güzergaha geri itiyorlardı. Manuel beni kolumdan tutup iki polisin arasından parmaklıklarla kapatılmış bir kapıya doğru çekti. Polisler, parmaklıkların üzerinden havlarcasına kısa emirler yağdırarak karşıladılar bizi. Manuel’e ceketini çıkarttırdılar. Bir polis çantaları aradı. Manuel, diğer iki polisin önünde bacakları açık halde durup gömleğini yukarı çekmek zorunda kaldı. Polislerden biri kaşlarını çatarak Manuel’in vücudundaki yara izlerine bakarken, diğeri onu yoklamaya başladı ve o arada bacaklarının arasını sıkıca kavradı, sonra da geçmesini işaret etti. Şimdi sıra bendeydi; ben de ceketimi çıkarıp gömleğimi yukarı kaldırmak isterken, polis bana dostane bir şekilde gülümsedi ve nazikçe kenara çekildi. İşte oradaydık ve susuyorduk.
Darbeyi izleyen haftalardan fotoğraflar var. Stadyumun ön çıkıntısının altında, askerler silahlarını gözleri bağlı, elleri başlarının arkasında sıraya dizilmiş adamlara doğrultmuşlar. Bazı fotoğraflarda stadyumun arka duvarının önünde yüzüstü yatırılmış, elleri arkadan bağlı, yüzleri toz içinde olan tutuklular görülüyor. Manuel de burada mıydı, o da pisliği içine çekmek zorunda kalmış mıydı? Soramadım.
Manuel, oturacağımız tribünün başında durdu. Dik koridorların sonunda gerçekten de sadece gökyüzünün maviliği görünüyordu.
“1962’nin üzerinden otuz yıl ve bir darbe geçti”, dedi Manuel, “fakat her şey eskisi gibi”. Sonra gölgeli merdivenlerden yukarı yavaşça çıktık, kesin altmış basamak var. Sondan üçüncü basamakta, üzerimize ansızın düşen güneş ışınlarının gözlerimizi kamaştırdığı anda Manuel bir kez daha durdu. “Öyleyse!” Derin bir iç çekiş gibi çıktı bu ses. Sonra birden hızlandı, oturacağımız sıraya doğru tribün basamaklarını tırmandı, kendi sırasında oturdu. Otururken, sinirli parmaklarıyla maç biletinden küçük parçacıklar koparıyor, sol ayağını sallıyor, her an belli bir kimsenin göz kamaştıran ışığın içinden çıkıp gelmesini bekliyormuş gibi başını ani hareketlerle bir yandan öbür yana savururken, durmadan hafifçe öksürüyordu. Siyah skor tabelasının altındaki eğimde yerini alan ateşli topluluk hamur gibi hareket ediyor, bayrak sallıyor, şarkılar söylüyordu; havai fişekler havada vızıldıyordu. Diğer tribünlerin sadece dörtte biri doluydu, bazı tribünler de tamamen boş kalmıştı. Başlama düdüğüne az bir zaman kala, önümüzdeki sıralar kemirilmiş kaburga kemikleri gibi görünüyordu.
“Gerçekten de hiçbir şey değişmemiş”, dedi Manuel. “Hatta sanıyorum, bütün o zamanın büyük bir kısmında bizim bloğun çok yakınında oturdum. Şurada, şehrin arkasındaki And silsilesi, her Allahın günü gözlerimi dikip oraya bakıyordum. Gündüzleri birbirimizle hemen hemen hiç konuşmuyorduk; dikkatleri üzerimize çekmemek için sessizce duruyorduk.”
“Kaç kişiydiniz?”
“Bizim blokta tahminen üç yüz kişi vardı, makineli tüfekleri sürekli bize doğrultulmuş elli kadar askerin gözetimi altında. Beş asker aşağıda, sahanın önünde duruyor, parmaklıkların güvenliğini sağlıyorlardı, diğerleri bloğu çevreleyecek şekilde merdivenlerde duruyorlardı. Küçücük bir harekette hemen sinirleniyorlardı, özellikle de geceleri. Sen soğuğu iliklerinden defetmek için bir aşağı bir yukarı gidip gelirken, onlar projektörlerini sana tutuyorlardı. Yüksek ateşten muzdarip yoldaşlar vardı. Biz de her bir blokta bulunan az sayıdaki battaniyeyi o yoldaşlara veriyorduk. Bir gün yaşlılardan biri öldü; sabahleyin battaniyenin altında ölmüş olarak öylece yatıyordu. Biri dedi ki: Zavallı adam, kim bilir nelerden kurtuldu. Arada bir, aşağıdaki tünellerden makineli tüfeklerin yaylım ateşini duyuyorduk.”
“O anlarda neler düşünüyordun?”
“Ailemi, kız arkadaşımı ve onları bir daha göremeyeceğimi düşünüyordum. Her gün bizim bloktan üç kişiyi götürüyorlardı, bazı günler daha fazla ve hiçbiri bir daha geri dönmedi. Hepsinin öldürüldüğünden kesin olarak emindim. Bu stadyumda öleceğimden şüphem yoktu.”
“Bu düşünceyle nasıl baş ettin?”
“Bilmiyorum, herhalde diğerleri, umutlu olma halini ben farkında olmadan bana da bulaştırmayı bir şekilde becerdiler. Heraldo adında bir adam vardı, gazete satıcısıydı. Her gün bütün Mercurio gazetelerini bodruma götürüp yakıyormuş. Bir gün yakalanmış. Mercurio, Pinochet’nin propagandasını yapıyordu. Neyse, aramızdan biri buradan sağ kurtulursa diğerlerinin ailelerine haber verebilsin diye isim ve adreslerini bildiğim ve ismimi bilen beş kişiden biriydi Heraldo. Kırk beş yaşındaydı, evliydi ve dört çocuğu vardı. En büyük oğlu benim yaşımdaydı ve adı Sebastiano’ydu.”
“Çocuğun adını hatırlıyorsun!”
“Bu ismi hiçbir zaman unutmayacağım. Geceleri sessizce Heraldo’ya sokuluyor, bana oğlunu anlatmasını istiyordum; oğullarıyla gurur duyup duymadığını, onların kendisine benzeyip benzemediklerini soruyordum. Ve Heraldo bir gece bana, bir milli maç için Sebastiano’yla birlikte Ulusal Stadyum’a geldiğini, Sebastiano’nun buna ne kadar sevindiğini, sonsuz mutluluk duyduğunu anlattı. Anlıyor musun, tıpkı benim bir zamanlar babamla olduğum gibi. Ve askerlerin de buraya birlikte maç izlemeye geldikleri oğulları olduğunu, bu nedenle insanları burada öldürmelerinin mümkün olmadığını tasavvur edişi. Askerlere Sebastiano’yu anlatacağım, diyordu Heraldo. Ondan sonra kendisine bir şey yapmayacaklarına inanıyordu.”
“Heraldo’ya ne oldu?”
“Benden üç gün önce bloktan götürüldü ve bir daha asla ailesine dönmedi. Bir zamanlar güzel bir düş kurmuştum: Heraldo askerlerin önünde oturuyor ve Sebastiano’sunu anlatıyor. Askerler gülüyor ve kendi oğullarını anlatıyorlar, sonra da Heraldo’yu serbest bırakıyorlar. Sık sık dua ettim: Umarım onu alçakça öldürmeden önce, onunla alay etmemişlerdir.
“Heraldo’nun ailesini ziyaret ettin mi?”
“Onlarla telefonlaşıyorum. Bilmen gerek, şu soru içimi kemiriyor: Neden Heraldo öldü ve ben yaşıyorum? Neden Pablo öldü ve ben ölmedim? Bizim beşli gruptan hayatta kalan Ramon ve German’la görüşüyorum. Onlar da benim gibi hissediyorlar. Bazen kendi suratına tahammül edemiyorsun. Traş olurken, kendi gözlerinin suçlayıcı bakışlarından kaçamıyorsun. Bu durumda Sebastiano’yla, annesiyle nasıl göz göze gelebilirim? O zamanlar öğrenci grubumla birlikte bildiriler basıyordum, halkı direnişe çağırıyorduk, Pinochet’yi öldürmek istiyordum. Ve onlar bu ufak tefek gazete satıcısını öldürüyorlar. Bunun anlamını bana açıklayabilir misin?”
Cevap vermedim. Manuel, başını oyuncuların başlama düdüğünü bekledikleri sahaya doğru salladı. “Aldırma” dedi, “kimse bana bunu açıklayamaz.”
Manuel’in, o öğlen sonrası stadyumdaki sesini hatırlıyorum. Yanımızda kimse oturmadığı halde, sesi giderek alçalmıştı. Konuşması heyecansızdı; ellerini baldırının üstüne koymuştu; bazen parmaklarını pantolonuna sürtüyordu. Maç boyunca hemen hemen hiç konuşmadık. Manuel’e kendini nasıl hissettiğini, neler düşündüğünü sorup sormama konusunda sürekli kıvrandığımı hatırlıyorum. Fakat sormadım. Etrafımızda insanlar gülüyor, küfürler savuruyorlardı. Ateşli taraftarların bulunduğu bloktan rakip kaleye havai fişekler vızıldıyordu. Bunun üzerine yüz kişilik bir polis birliği onların önünde mevzi alarak sopalarla tel örgüye vurmaya başladı, sinirleri mahvedecek şekilde hep aynı tempoda.
Acaba 21 Kasım 1973’teki hayalet maçta durum nasıldı? O zaman, maç seyredemeyeceklerini bildikleri halde seyirciler stadyuma gelmişlerdi. Acaba gerçekten de milli takımlarının o utanç verici zaferini kutlamak için mi gelmişlerdi? FIFA’nın programını aksatmamak için, o tarihten birkaç gün önce ilk ölüler Ulusal Stadyum’dan nakledilmişlerdi. Şili Sovyetler Birliği’ne karşı oynayacaktı, 1974’te Almanya’da yapılacak Dünya Kupası’na son biletin verileceği maçtı bu. Şili, bu maçı Ulusal Stadyum’da oynamak istemişti. Moskova’daki maç 0-0 bitmişti. Sovyet hükümeti, o korkunç olaylardan bu kadar kısa süre sonra futbolcularını Şili’ye göndermek zorunda bırakılmasını protesto etmişti. FIFA bu protestoyu geri çevirdi, Sovyetler de Şili’ye gitmedi. Fakat Şilili futbolcular, formaları ve kramponlarıyla dakik bir şekilde stadyumdaki yerlerini aldılar. Üzerlerini nerede değiştirdiler acaba? Duvarlarda hala kan izleri var mıydı? O zamanlar Carlos Caszely; o kısa boylu, iri, siyah kıvırcık saçlı, fok balığı burunlu adam, Şilililerin kahramanıydı. Antrenörünün defans taktiğini kusursuz uygulama konusundaki yeteneği, Şili’nin Güney Amerika eleme grubundan başarıyla çıkmasını sağlamıştı. Antrenör Rudi Gutendorf’tu. Başkan Allende’ye duyduğu hayranlık, bu Almanyalı futbol seyyahını Şili’ye sürüklemişti. Darbeden kısa bir süre sonra, bulduğu ilk Lufthansa uçağıyla Almanya’ya kaçmıştı. Böylece Carlos Caszely, kariyerinin o utanç gününde, yanında ustası olmadan kulübede oturmuştu. Orada ne düşünüyordu acaba? Tünel boyunca yürürken ve sahaya çıktığında kendini nasıl hissetmişti? Stadyumun hoparlörlerinden ülkesinin ulusal marşının çınlamasını uygun buluyor muydu?
Bu hayalet maçın hakemi başlama düdüğünü çaldığında, o, Carlos Caszely, topla orta sahadan ceza sahasına ilerleyip topu boş kaleye attığında kendisini nasıl görmüştü? İsmi skor tabelasında golün sahibi olarak ışıldadığında utanmış mıydı? Hakem oyunu durdurduğunda ve artık Almanya yolu kendisi için nihayet açıldığında sevinmiş miydi? FIFA, kurallara uygun olarak maçı 2-0 Şili lehine karara bağladı. Ertesi gün gazeteler, Carlos Caszely ve diğer futbolcuların sevinç gösterisi yapmadıklarını, aksine hızla tünelde kaybolduklarını yazdılar – tabii seyircilerin alkışları arasında. Manuel Medina, yıllarca seyircilerin Pinochet tarafından oraya götürüldüklerine inandı. Bir zaman sonra bundan vazgeçti. Bir keresinde dedi ki: “Bu ülkede çok faşist var. Carlos Caszely onlardan biri değil. O, cesaretsiz bir futbolcuydu. Bugün de cesaretsiz bir antrenör. Yani, o maçla ilgili her türlü tartışmadan kaçıyor. Dünya Kupası’nda Almanlara karşı oynanan ilk maçta sahadan atıldı, Şili de iki maç sonra elendi. Bazıları, bunun Carlos Caszely için yeterli bir ceza olduğunu söylüyor.”
LaU – Cobreloa maçı sıkıcıydı, golsüz bitti. Bitiş düdüğü çalıp da seyirciler Stadyumu terk ettiklerinde, Manuel oturduğu yerde kaldı. Marş müziği, tuhaf bir biçimde hoparlörlerden uzakta zangırdıyor, caddeden gelen tek tük şarkı sesleri bir hayalet gibi üzerimizde dolanıyordu. Sanki sesler, stadyumda mahpus kalmışlardı.
“Nasılsın?” diye sordum Manuel’e.
“Makineli tüfek seslerini ve sıralardaki şu karanlık mırıltıyı duyuyorum. Tutukluların ümitsizlikten çarpılmış suratlarını, miğferlerinin altından şefleri gibi tehditkar bakmaya çalışan şu yeniyetme askerlerin şaşkın yüzlerini görüyorum. Bizim blok, bir boğa güreşçisi gibi göğsünü gererek yürüdüğü ve aşağıya götürülenlere yanından geçtiklerinde aşağılayarak baktığı için İspanyol adını taktığımız birinin emri altındaydı. O, bugün kesin kibar bir beyefendidir; Providencia’da bir villada oturuyor, Pazar günleri kiliseye, oradan da maça gidiyordur; sonra şeref tribününe yakın bir yere oturuyor, oğlunun başını okşuyordur. Ve oğlu, ‘baba, bu ne harika bir stadyum’ diyor, o da gülerek ‘evet, bu bizim Ulusal Stadyumumuz’ diye karşılık veriyordur.”
Manuel Medina, 17 Kasım 1991 akşamı Ulusal Stadyum’u bir kez daha terk etti. Providencia’ya giden bulvarda yollarımız ayrıldı. “Şimdi yalnız kalmak istiyorum” dedi vedalaşırken. İki gün sonra konuştuğumuzda, o gün stadyumun giriş kapısına yaklaşırken bir an sütunlardan birine tükürmeyi düşündüğünü, fakat komik görünmekten korktuğu için yapmadığını söyledi.
Ekim 1973: Korkunç üşüyorum ve tarifsiz bir keder içindeyim. Heraldo’yu özlüyorum. Uzanmak ve biraz uyumaya çalışmak istiyorum, ama tam o anda ismimi duyuyorum. Yerimden sıçrıyor, kulak kabartıyorum. Ortalık sakin, fakat bloktaki diğer insanlar etraflarına bakıyorlar, tıpkı tanımadığım bir isim çağırıldığında benim yaptığım gibi. “Medina, Manuel!” Sonra bir kez daha. O anda bütün gücüm boşalıyor, dağınık düşünceler kafamın içinde sirenler gibi uğulduyor. Andlara doğru bakıyorum, karşıma görüntüler çıkıyor, ailem, kız arkadaşım, 1962 Dünya Kupası. Korku her tarafımı sarıyor ve giderek artıyor, bacaklarım her an iflas edebilirler. Yavaşça ayağa kalkıyor, sendeleyerek askerlere yaklaşıyorum. Diğer tutukluların yüzlerine bakıyorum, bazıları bana fısıldıyor: “Viva Allende, yoldaş”, “Tanrı seni korusun, kardeş”. Lanet olsun, ben bir kahraman değilim. Ölmek istemiyorum, acı çekmek istemiyorum. Ama dayanmalıyım, birbirimize böyle söz verdik. İhanet yok! Önümdeki asker silahının emniyet tetiğini açıyor ve bağırıyor: “Manuel Medina?” Başımı sallıyorum. Önden gitmem gerekiyor, İspanyolun yanından geçerek. Merdivenlerden aşağı sahaya doğru iniyorum. Aşağıdaki askerler kapıyı açıyorlar. Parkura ayak basıyorum. Etraf o kadar sessiz ki, hafif adımlarımı ve arkamdan gelen askerin ağır botlarını duyuyorum. İtalya’ya karşı kazanılan çeyrek final zaferinden sonra futbolcular burada sevinç yumağı oluşturmuşlardı. Bizim yukarıda kopardığımız şamata dehşet gürültülü olmuştur. Futbolcuların güneşin ve yetmiş bin çift gözün altına çıktıkları kapı, şimdi önümde bir mağara gibi duruyor. Karanlıkta kayboluyorum. Sonra bir ışık görüyorum, ona doğru yürüyorum. Ortalık şimdi daha aydınlık. Sesler ve kaz adımları geliyor kulağıma. İlk bağırtıyı bekliyorum. Yıkılmamayı iyice aklıma koyuyorum. Birden arkamdaki askerin kükreyişini duyuyorum: “Sağa dön!” Kabinlerin olduğu koridor uzun. Futbolcular burada mutluluktan kucaklaşmış, hayal kırıklığından ağlamışlardır. Şu korku, şu inanılmaz korku! Dizlerimin bağı çözülüyor. Çığlık atmamalıyım, bayılmamalıyım. Koridor korkunç uzun geliyor bana. “Soldan içeri” diye böğürüyor asker. Orada bir kapı açık duruyor.
Loş bir odaya giriyorum. Ortada, üzerinde deri kemerler olan bir sandalye, köşede deri kemerli bir divan duruyor. Altımda, üstümde, duvarlarda, her yerde beyaz fayanslar. Duşların başlıklarını görüyorum. Futbolcular burada şarkılar söylemiş, şampanya patlatmışlardır. Duş başlıklarının ikisine hortum bağlanmış. “Otur” diye bağırıyor asker. İçeriye iki asker daha giriyor; beni sandalyeye sıkıca bağlıyor, ağzımı tıkıyorlar. Ayaklı bir lambayı yakınıma taşıyorlar; gözlerim kamaşıyor. Kapı sertçe kapanıyor. Bir ölüm sessizliği. Gözlerimi kapıyorum; köşeden biri “gözlerini aç” diye bağırıyor. Gözlerimi ışığa dikiyorum. Sonsuzca bir süre ışığa bakıyorum. İçimden buna hayat ışığı diyorum. Yüzüme bir darbe iniyor, bayılıyorum. Beni soyuyorlar, hayalarımdan ve penisimden elektrik veriyorlar, bayılıyorum. Tekrar kendime geliyorum, hayat ışığı yüzüme vuruyor. Kafama bir tabanca dayıyorlar, tetiği çekiyorlar, bayılıyorum, hayat ışığı parıldıyor.
Binlerce kez aynı soruları soruyorlar, sandalyeyle birlikte yere düşünceye kadar beni tekmeliyorlar, kolumu kırıyorlar, vücudumda sigara söndürüyorlar. Ama olmuyor. Nesne, artık kim olduğunu bile bilmiyor. Adının Manuel Medina olduğunu, bir kız arkadaşı olduğunu ve o kızın şimdi ellerinde olduğunu söylüyorlar. Kıza nasıl tecavüz ettiklerini anlatıyorlar. Annesinin de ellerinde olduğunu söylüyorlar. Fakat nesne, bütün bunların kendisiyle ne ilgisi olduğunu anlamıyor. Acıdan ve ışıktan başka bir şey yok artık onun için. Işıktan nefret ediyor. Onu çözüyorlar. Ayağa kalkması gerekiyor. Ayağa kalkıyor, yere düşüyor, tekrar doğruluyor, iki adım atıyor, yere düşüyor. Tekrar ayağa kalkıyor, onu tutup koridorda sürüklüyorlar. Gözlerini bağlıyorlar. Nihayet ışık yok artık! Artık ölmesine izin verilir mi acaba? Onu bir köşeye kadar sürüklüyorlar. Yumuşak gece esintisini vücudunda hissediyor. Bir motor sesi duyuyor. Bir basamaktan çıkıp bir banka oturması gerekiyor. Motoru, sokağı fark ediyor. Nereye? Neden? Korkuya kapılıyor. Hayat ışığı nerede? Beni öldürüyorlar. Ben ölüyüm. Araba duruyor. İnmem gerekiyor, basamaktan düşüyorum. Beni bir koridor boyunca basamaklardan aşağıya sürüklüyorlar. Ölmek istemiyorum. Bağırmak istiyorum. Ağzımdaki tıkaç neredeyse alt çenemi kırıyor. “Sakin ol” diyor bir ses. Beni bir köşeye sürüklüyorlar, bir döşeğin üstüne atıyorlar. Gözlerimdeki bağı çözüyorlar. Ağzımdaki tıkacı çıkarıyorlar, hızlı hızlı nefes alıyorum. Kapı kilitleniyor. Karanlık. Titriyorum, ağlıyorum; ama bağıramıyorum, acılar nefesimi gasp etmiş. Uykuya dalıyorum. Uyanıyorum. Karanlık. Her tarafım yanıyor. Büyük sıçanların beni kemirdiklerini, bıçakların vücudumu deştiklerini hissediyorum. Uykuya dalıyorum. Uyanıyorum. Tavandaki küçücük bir pencereden içeriye gün ışığı giriyor. Hala ateşler içindeyim. Kendime bakıyorum, iltihaplı et, kanayan oluklar, kirli oyuklar, eğri büğrü bir kol görüyorum. Gözlerimi yumuyorum. Yaraların resimlerini görüyorum. Hiçbir şekilde göremeyeceklerimi görüyorum. Ayırt etmeye çalışıyorum: Işığı, duşları, koridoru gördüm. Yaraların görüntülerini rüyamda görmüş olmalıyım. Hafifliyorum. Bir rüya, sadece bir rüya. Sonra dehşete kapılıyorum. Rüyalar. Ömrüm boyunca hep orada olacağım. Her gece. Ulusal Stadyum’da.
2003 yaz mevsimi. Manuel Medina, Şili’nin güneyinde yaşıyor ve siyasetçi olarak çalışıyor.
Metnin Almanca orijinali, şu adresten alınmıştır: http://www.fr-online.de/in_und_ausland/politik/zeitgeschichte/militaerputsch_in_chile_1973/?em_cnt=289111