Darwin ve Sosyal Bilimler

1859 İki başyapıtın yayımlandığı bir yıl: Karl Marx’ın Das Kapital’i ve Charles Darwin’in Türlerin Kökeni. Marx’ın yakın arkadaşı ve yoldaşı Wilhelm Liebknecht Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasının ardından Marx ile aylarca Darwin’in teorilerinden başka hiçbir konuyu konuşmadıklarını anlatır.[1] Kitabın etkileri bizim coğrafyamızda da derin olmuştur: Osmanlı aydınları arasında laik düşüncenin gelişiminde en büyük etki ve ilham kaynağı Darwin’den gelir.[2] Sahiden de dünya tarihinde hiç kimse insana, hayata, zamana ve dünyamıza dair yerleşik düşünceleri Darwin kadar kökünden sarsmadı. Hiçbir teori Darwin’in evrim teorisi kadar bu denli uzun süreli, bu denli yaygın ve şiddetli bir şekilde tartışılmaya devam edilmiyor. Gün geçmiyor ki gazete ve dergilerde evrim teorisiyle ilgili paleontolojiden antropolojiye, biyolojiden psikolojiye birçok alanda bir araştırma, bir yorum çıkmasın. 2009 yılı Darwin’in doğumunun 200, en önemli yapıtı Türlerin Kökeni’nin yayımlanışının 150. yıldönümü. Dünyanın en saygın dergileri peşpeşe kapaklarında Darwin’i anarak çıktı 2009’da. Belki şimdiden söylemesi çok erken, ama önümüzdeki yıllar hem doğa bilimlerinde, hem sosyal bilimlerde Darwinci teorinin inanılmaz bir yükselişine sahne olabilir. Bunun bir takım işaretleri de dört bir yandan gelmekte. Böylesi bir dönemde Birikim’de de Darwin üzerine bir yazının çıkması hiç kuşkusuz çok önemli.

Darwin’in teorisi daha en başından son derece tehlikeli olarak algılandı. Tüm türlerin ortak bir atadan geldiğini, zaman içinde evrimleşerek farklılaştığını söyleyen bu dinamik teori 19. yüzyılın statükocu, muhafazakâr anlayışlarını doğrudan tehdit etti. Eğer türler bile değişebiliyorsa, sosyal düzenler, toplumsal hiyerarşiler hayli hayli değişebilirdi. Daha başından tehlikeli, aykırı ve devrimci bir teoriydi. Bu teori insanı doğanın ve hayatın merkezine koyan kutsal dinlerle ve abartılı bir hümanizmi savunan seküler düşüncelerle de doğrudan çelişti. Evrim teorisine göre insan doğanın ve hayatın merkezi değil, olsa olsa onun bir parçasıydı. Her şeyin bu dünyada insan için “yaratıldığını” ya da daha seküler bir tarzda söylendiği biçimiyle, “her şeyin insan için” olması gerektiğini düşünenlerce de haliyle tehlikeli ve gereksiz bir teori olarak görüldü.

yüzyıl türlerin kökenine değil, daha çok toplumsal düzenlerin kökenlerine odaklanan bir yüzyıldı.[3] Hal böyle olunca evrimci düşünceler toplumsal düzen ve milliyetçilik tartışmalarının gölgesinde kaldı ve hatta kötü bir şekilde bu tartışmalar için seferber edildi. Özellikle insanlar ve toplumlar arasındaki hiyerarşinin doğasının genetik olduğunu iddia eden sosyal Darwinist teoriler haklı olarak evrim teorisine yönelik derin bir kuşkuyu besledi. Öjeni (Eugenics), soykırım, etnik temizlik ve Adolf Hitler yüzünden evrim teorisi seküler ve sol aydınların yoğun antipatisini kazandı. Ayrıca çağ sömürgecilik ve milliyetçilik çağı olunca evrim teorisi de ayrımcı, ırkçı, dışlayıcı amaçlar için fazlasıyla suiistimal edildi. Ne var ki 20. yüzyılda DNA’nın keşfiyle türlerin ve insanların paylaştıklarının farklılıklarından çok daha fazla olduğu gerçeği pek dikkate alınmadı, hatta bugün dahi alınmıyor. Oysa evrim teorisi sadece insanlar arasında değil, türler arasında da kardeşlik olduğunu aslında en radikal biçimde gösteren bir teori bugün. Evrim bilimi bir zamanlar ırkçılık için seferber edilmişken, bugün tam tersi bir konumlanış söz konusu.

Statik bir doğa ve toplum anlayışının inatçı ve inançlı temsilcilerinin evrim teorisine karşı hasmane tavırlarını anlamak mümkün. Asıl ilginç olan, seküler aydınlarımızın bu konudaki korkuları, ilgisizlikleri ve cehaleti. Bu camiada yaygın tavır şöyle: mesele biyolojik evrim, örneğin gözün evrimi olunca, “elbette ki evrim önemlidir, bilimseldir, ben biyolojiyi severim” gibi tavır alınırken, “davranışların da evrimsel temelleri olabileceği” düşüncesine karşı yoğun direnç ve antipatiyi son derece militanca savunmaktan geri kalmıyorlar. Özellikle sosyal bilimlerde Darwin’e karşı duyulan korku, nefret ve daha da önemlisi “öğrenilmiş yok sayma” çok yaygın, çok köklü bir tutum.[4] Çoğu her ne kadar ellerine Darwin’in hiçbir yapıtını almamışlarsa da bu konu gündeme geldiğinde hemen “ırkçılık” kokusu alıveriyorlar, sosyal Darwinizm diye bir etiket yapıştırıp her türlü Darwinci düşünce ile onu haksızca bir tutuyorlar.

EVRİM DÜŞÜNCESİNİN GELİŞİMİ

Aslına bakılırsa evrimci düşüncenin kökenleri Darwin’den daha gerilere gidiyor. Ondan önce dedesi Erasmus Darwin, Lamarck, Diderot gibi düşünürler bütün varlıkların birbirinden türediğine dair düşünceler ortaya koymuşlardı. Ancak bunun hangi mekanizmalarla olduğu bilinmiyordu. Darwin 1830’larda Beagle isimli gemiyle yaptığı yolculukta, özellikle Galapagos adalarındaki gözlemlerinde, doğada neden bu kadar çok, bu kadar birbirine benzer, ama bu kadar da farklı tür olduğu sorusunu cevaplamaya çalıştı. Bu adalarda neden birbirine benzeyen, ama değişik boyun uzunluklarına sahip kaplumbağalar vardı? Keza birbirlerine çok benzeyen ispinoz kuşları neden son derece farklı gagalara sahiptiler? Bu iki basit ve güzel sorudan dünya tarihindeki en radikal, en ilginç teorinin çıkacağını muhtemelen ilk başta kendisi de fark etmemişti. Cevabı yine basit ve güzeldi: “Doğal seçilim”. Darwin Türlerin Kökeni’ne insanların yüzlerce yıldır hayvanları “seçerek” onları nasıl başkalaştıklarının örneklerini vererek başlar. Eğer insanlar dünya tarihi açısından çok kısa bir sürede kendi elleriyle hayvanları bu kadar derinden değiştirebiliyorlarsa, örneğin insan sayesinde sayısız değişik köpek türünün ortaya çıkması gibi, milyonlarca yılda doğanın neler yapabileceğini hayal etmek zor değildi. “Doğal seçilim” teorisi doğaya adapte olanların “seçildiğini” ve tedrici bir şekilde[5] bu süreçte yeni türlerin doğduğunu, bazı türlerin de yok olduğunu vurguluyordu. Ancak Darwin’in teorisinin çok büyük bir de açmazı vardı: Bu doğal seçilim mekanizmasının yeni nesillere nasıl aktarıldığı konusunda hemen hiçbir fikri yoktu. Türlerin Kökeni’nde gelecek nesil bilim insanlarının bu sorunu çözeceğini ve teorisini tamamlayacağını umduğunu yazdı. Darwin Mendel’in teorilerinden haberdar değildi ve genetik diye bir bilim henüz ortada yoktu. Bu büyük açmaz evrim teorisinin 20. yüzyılın başına kadar bilimsel camiada etkisini ciddi biçimde sınırladı.

Doğal seçilim teorisinin güçlenmesi ve bilimlerde yaygınlaşması için 1930’ların sonlarını beklemek gerekti. Özellikle Ronald Fisher’in istatistik ve matematiksel modelleriyle genetikteki gelişmeler, “modern sentez” diye bilinen düşünce akımı ile evrim teorisinin bilimsel temelinin pekişmesini gündeme getirdi. 1953’te Watson ve Crick’in DNA’nın yapısının analiziyle evrim olgusu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde somut anlamda doğrulandı. Nasıl ki dünyanın yuvarlaklığı Galileo için soyut bir tartışma idiyse ve uzaydan çekilen bir fotoğraf artık hiçbir şekilde dünyanın düz olduğunu savunmayı olanaksız hale getirmişse, DNA üzerine çalışmalar evrim teorisi üzerinde benzer bir etki yaptı. Benzer canlıların benzer DNA yapılarının olduğunun ortaya konulması, hatta giderek hangi canlının hangisiyle akraba olduğunun DNA üzerinden anlaşılması, Darwin’in teorisinin adeta ete kemiğe bürünmesiydi. Bugün biliniyor ki evrim bir gerçekliktir. Somut, tarihsel, ampirik bir olgudur. Evrimin hangi mekanizmalarla ve nasıl gerçekleştiği ise evrim teorisinin çalışma alanıdır. Evrimin “sadece bir teori” olduğu demagojisini yapanlar hem bu gerçeğin farkında değiller, hem de bilimlerde teorinin ne demek olduğu konusunda en ufak bir bilgileri yok. Evrim teorisinin bilimselliğine vurgu yapıldığında sanki her şey 19. yüzyıl pozitivizmi bağlamında tartışılıyormuşcasına “bilim budalalığı” yaftaları yapıştırılabiliniyor.

Bugün özellikle biyoloji ve genetik gibi disiplinleri evrim teorisi olmadan düşünmek mümkün bile değil. Tıptaki en büyük dönüşümlerden birisine namzet olan kök hücre çalışmaları da öyle. Günümüz tıbbında her geçen gün evrim teorisinin öngörülerine dayalı başarılı çalışmalara imza atılıyor. HIV gibi virüsler son derece hızlı değiştiklerinden real time (gerçek zamanlı) evrimi onlar üzerinde gözlemlemek mümkün ve evrim teorisinin verdiği öngörüler olmasa HIV çalışmalarında yol almak mümkün olmazdı. Psikoloji, iktisat ve antropoloji gibi disiplinler giderek daha fazla evrim teorisini içselleştirmekteler. Türkiye gibi birkaç ülke dışında evrim genel kabul görüyor. İran ve Vatikan’da bile bu konuda öyle büyük bir tartışma yok! Türkiye’nin bu konuda neden bu kadar muhafazakar olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir vaka.

TEORİNİN SUİSTİMALİ:
SOSYAL DARWİNİZM

Doğa bilimlerinde evrim teorisi 150 yıllık savaşımı büyük ölçüde kazandı. Evrimin mekanizmaları, hızı, biçimi gibi mevzular elbette hâlâ tartışılıyor. Asıl sorun tarihsel olarak sosyal alanda yaşandı. Her büyük düşünürün başına geldiği gibi hemen herkes Darwin’de bir şeyler buldu. 19. yüzyılın ikinci yarısından İkinci Dünya Savaşı’na kadar sosyal Darwinizm denilen akım hem etkiliydi, hem de son derece tehlikeli bazı kötü ideolojilerin bayraktarlığında kullanıldı. Bu akım bilindiği gibi Herbert Spencer tarafından geliştirilmişti ve Darwin’den önce de oldukça yaygınlığı olan bir fikir akımıydı. Spencer’in asıl etkilendiği düşünür Lamarck idi. Gerçi unutmamak gerekir ki Darwin’in kendisi de zamanının bir ürünüydü ve 19. yüzyıl Viktorya dönemi İngiltere’sinin birçok önyargısını onda da bulmak mümkündü. Spencer’in “güçlü olanın ayakta kalması” diye özetleyebileceğimiz teorisi toplumsal düzenlerdeki eşitsizlikleri ve hiyerarşileri “doğallığı” üzerinden meşrulaştırmaktaydı. Çağ makine, rekabet, imparatorluk, sömürgecilik, laissez faire ve ilerleme çağıydı.[6] Burjuvazinin gelişimiyle statik doğa ve toplum anlayışı yerini dinamik ve değişken anlayışlara yavaş yavaş bırakmaya başladı. Aslına bakılırsa yükselen burjuvazinin sosyal Darwinist düşünceyi benimsemesi Darwin’in düşüncelerinin genel kabul görmesine, popülerleşmesine de yaradı.[7] Kaldı ki sosyalistlerin de çoğu Darwin’in düşüncelerini hararetle desteklemekteydi. Marx değişim ve dine karşı olan tutumu yüzünden ve “kaçınılmaz ilerleme” düşüncesine sempatisinden dolayı, ki aslında Darwin’de ilerleme düşüncesi yoktur, onun düşüncelerini desteklemekle beraber rekabet ve insan beyninin de evrimin bir sonucu olduğu düşüncesine karşıydı.[8] Gerek liberaller, gerek sosyalistler kendi dünya görüşlerinin doğa tarihi ve doğa yasaları tarafından kanıtlandığını düşünmekteydiler.

Eğer doğada ve toplumlarda sabit bir düzen yoksa, süreçler dinamik ve değişken ise, o halde toplumsal düzenin nasıl oluşturulacağı ve meşrulaştırılacağı meselesi merkezî bir önem kazandı. William Graham Sumner gibiler, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir dağılımını iyileştirmeye, “doğal” dengeyi bozacağı ve ilerlemeyi engelleyeceği nedeniyle karşı çıkıyorlardı. Kapitalist rekabet doğadaki rekabet gibi “doğaldı.” İngiliz emperyalist hegemonyası da bu doğallık üzerinden dolayımlanan bir meşrulaştırma söyleminden nemalanmaktaydı. Irkların bir diğerine üstünlüğü de elbette bu sahnede yerini alacaktı!

Sosyal Darwinizmin asıl güçlü olduğu yer Almanya’ydı. Ernst Haeckel sosyal Darwinist düşünceyi popülerleştirdi, yaygınlaştırdı. Osmanlı aydınları da Darwinizmi büyük ölçüde Haeckel üzerinden öğrenmişlerdi.[9] Kainatın Sırları adlı kitabı yirmi dile çevrildi. Haeckel “Doğal durumun” toplumsal durumlar için de örnek teşkil ettiğini düşünüyordu. Daha sonraları “doğal olan olması gereken ve meşru olandır” diye özetleyebileceğimiz naturalist fallacy’yi Haeckel’de görmek mümkündü.

Sosyal Darwinist düşüncelerin doruğa çıkması öjeni (eugenics) hareketiyle gündeme geldi. Darwin’in kuzeni Galton 1883’de öjeni terimini icat etmiş ve bu kelimeyle insanların daha doğarken güçlü ya da güçsüz olduklarına vurgu yapmıştı.[10] Öjeni ırkın biyolojik arındırılması, güçlendirilmesiyle ilişkili bir hareketti.[11] En gelişmiş şeklini ABD’de, sonra, ilginçtir, İskandinavya’da buldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sosyal meseleler bu hareketin yaygınlaşmasına ortam sağladı. Savaş bütün ülkelerde nüfus sorununu gündeme getirmiş, neslin iyileştirilmesi ve nüfusun arttırılması, Türkiye dahil, hemen her ülkede devletlerin ve orta sınıfların üzerinde önemle durduğu bir konu olmuştu. Ayrıca yoksulların zenginlerden daha çok çocuk yapması bu orta sınıf reformcuların üzerinde önemle ve hararetle kafa yordukları bir konuydu. Adeta doğal seçilim kendi başına bırakıldığında güçsüzlerin ve zayıfların daha fazla üremesine yol açmaktaydı. Öjenistler zenginleri daha fazla çocuk yapmaya, yoksulları ve “zayıf” grupları da çocuk yapmamaya yönelik çalışmalar içine girdiler. İki savaş arası birçok ülkede görülen ve bazı toplumsal kesimlerin kısırlaştırılmasına kadar giden bu süreç Hitler Almanya’sında doruğa çıktı. Keza 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde Stalin’in bir dönem gözdesi Lysenko gibi şarlatanlar “proleter bilim” adına biyolojide olmadık saçmalıklara imza atıp, neredeyse Sovyet tarımının yokoluşuna yol açtılar.

SOSYAL BİLİMLERİN DİRENİŞİ

İnsanın “Biricikliği,” “Sosyalin Başatlığı

Sosyal Darwinizmin kirli tarihi yüzünden sosyal bilimlerde evrim teorisine 20. yüzyılda son derece kuşkulu bakıldı. Ama bu haklı tepkiye ilaveten sosyal bilimlerin köşetaşlarını oluşturan bir takım varsayım ve yaklaşımların ve yaşanan çağın ruhunun da bu uzak durmada rol oynadığı açıktır. Bunların bazılarına detaylı bakmakta fayda var.

Bu varsayımlarından en dikkate değer olanlarından biri insanın diğer hayvanlardan esasen çok farklı, nevi şahsına münhasır, özel bir tür olduğu düşüncesiydi. İnsanın biyolojik özelliklerinden ziyade asıl olarak sosyal ve kültürel bir varlık olduğu varsayılıyordu. Bu başat ve yaygın varsayım bir yandan tarihsel bir takım gelişmelerle, diğer yandan da buna uygun düşen entellektüel bir temelden besleniyordu. Tarihsel gelişmelerden kastettiğim özellikle 19. yüzyıldan itibaren sosyalle doğal olanın birbirlerinden giderek farklılaşması, ayrışması ve adeta özerk alanlar haline gelmesinin altında yatan tarihsel dinamiklerdi. Entellektüel temelini ise insanın diğer türlerden farklı, nevi şahsına münhasır, biricik (unique) bir tür olması fikri oluşturuyordu. Tarihsel gelişmelerin etkisi ile başlayalım.

Aslında kökenleri onbin yıl önceki tarım devrimine gitse de, özellikle 19. yüzyılda Sanayi Devrimi ile insanın doğayı değiştirmesinin ve onu kontrol altına almasının büyüklüğü ve derinliği akıl almaz boyutlara ulaştı. İnsanoğlunun adeta hemen “her şeyi” yapması mümkünmüş gibi görünüyordu. Barajlarla nehirler evcilleştiriliyor, yeni enerji kaynakları bulunuyor, siyasal sistemler kökünden değiştiriliyor, maddeye yeni bir tarz ve ruh vererek bambaşka bir ekonomik gelişme sağlanıyor, tüketim toplumlarının altyapısı oluşturuluyor, tarımda yeni teknolojiler gündeme geliyor, tıpta sanki her hastalık zamanla bir bir ortadan kaldırılabilirmiş gibi düşünülüyordu. Daha “keşfedilebilecek” çok petrol sahası, tarıma “açılabilecek” çok alan, “kurulabilecek” çok fabrika, “yakılabilecek” çok orman, soyu “tüketilebilecek” çok sayıda hayvan ve bitki var gibiydi. İnsanoğlunun doğaya hakim olma mücadelesindeki performansına bakıldığında bütün bu göz kamaştırıcı gelişmeler sosyal olanın sınırsızlığı ve her şeye kadir olduğu fikrini güçlendirdi. Doğal alanın daha şimdiden üzerinde ciddi bir hegemonya kurulabilen alan olduğu ve de neredeyse hiç değişmediği varsayıldığı için, sanki asıl her şeyi belirleyenin sosyal dinamikler olduğu izlenimi doğdu. Dünya kaynaklarının sınırlı olabileceği düşüncesi henüz pek kimsenin aklına gelmiyor, Adam Smith’den Karl Marx’a kadar hemen herkes kaynakların sınırsız olduğu önkabülünden hareketle ekonomik, siyasal ve sosyal teorilerini inşa ediyorlardı. Hemen hemen bütün modern medeniyetlerin, ama özellikle de Batı medeniyetinin, ekonomik, sosyal ve felsefi altyapısı dünya kaynaklarının sonsuz oldugu inancı üzerine temellenmişti! Doğanın sınırları yerine toplumsal ilişkilerin yapısı ön plandaydı ve bunlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi bir izlenim giderek güçleniyordu.

Bu izlenimin ekonomik ve sosyal statü boyutu da vardı elbette. Giderek daha kalabalık gruplar halinde yaşayan insanlar şehirlere akın etmeye başlayıp, bir grup insan diğerini manipüle ederek ekonomik kazanç ve sosyal statü sağlayabiliyordu. Sosyal statü kendinizin değil, ancak başkalarının size verebileceği bir sosyal güç olduğu ve sosyal statüyü elinde tutanların iktidarı da elinde bulundurmaları bir vaka olduğu için, sosyal alandaki mücadeleler iyice kızıştı ve önem kazandı. Hal böyle olunca da Durkheim gibiler sosyal olanın ancak sosyal ile açıklanabileceğini düşündüler.[12] Sosyal ve doğal olanın bir bütünün farklı veçheleri olduğu düşüncesine pek kimsenin prim verdiğini söylemek zor. Ne de olsa henüz iklimin sabit, diğer canlı türlerinin yokoluşunun da ciddi bir tehlike olarak algılan(a)madığı yıllardı. Solcusundan sağcısına, dini bütünlerden seküler hümanistlere kadar hemen herkes asıl meselelerin sosyal alanda tezahür ettiği yanılsamasını paylaştı. Önerdikleri alternatifler farklı olmakla beraber, paylaşılan ana eksen ortaktı!

Sosyal olanın yükselişinde rol oynayan bu göz kamaştırıcı tarihsel ve sosyal dinamiklerin yanısıra, sosyal bilimlerde yaygın olan entellektüel varsayımlar da yukarıda bahsedilen doğal ile sosyal alan arasındaki yapay ayrışmada etkili oldu. Sosyal alan üzerine kafa yoranların önemli bir kısmı insanın biyolojik bir varlık olduğunu haliyle kabul etmekle birlikte, biyolojik özelliklerin insanda pek de önemli olmadığı, çünkü insanın nevi şahsına münhasır bir tür olduğu vurguluyordu. Bu görüşün dayanağı insandan başka hayvanlarda pek görülmediği varsayılan bir özelliğin olmasıydı: zekâ. İnsan, zekâsı ile doğanın ve biyolojinin demir yasalarının dışına çıkabilir, istediği şeyleri yapmaya muktedir olabilirdi. Ayrıca insan yine nevi şahsına münhasır başka hayvanlardan farklı olarak bir ruha, bir psikolojiye, bir bilince sahip olabilmiş, hepsinden önemlisi de bir kültür yaratabilmişti. Biyoloji ve fizyolojisinde “hayvan” olan insan bu yolla onlardan kendisini ayrıştırmayı başarabilmişti. Mantık böyle kuruluyordu. Biricik olmanın (uniqueness) şu an varolan bütün türlerin ortak özelliği olduğunu ıskalayan[13] ve birçok hayvan türünün insan kadar gelişmemiş de olsa kültüre, zekâya sahip olduğunu gözden kaçıran bu düşünce biçimi sosyal bilimlerde bugün de egemen olan yaklaşımdır.[14]

Bir “Tabula Rasa” Olarak İnsan Beyni

John Locke’dan beri sosyal bilimlerde başatlığını koruyan ve evrim teorisine sosyal bilimlerde olan direnişin merkezinde duran varsayımlardan bir tanesi de insan doğasının bir tabula rasa (boş levha) olduğuydu. O adeta bir boş levhaydı; çevresel faktörler, eğitim, toplum ona ne verirse, insan doğası öyle oluşuyordu. Kolayca eğilip bükülebilen, istenildiği biçime sokulabilen, istenilen kalıba dökülebilen, özsel bir muhteviyatı olmayan bir şeydi insan doğası. Locke aristokrasinin siyasal felsefesinin temellerine bu görüş ile saldırırken, köleliğin de doğuştan gelen özelliklerle belirlenen bir durum olmadığını savunuyordu. İnsan deneyiminin sonsuzluğu tabula rasa fikri ile birleşiyor, doğuştan gelen özelliklere ve evrimleşmiş insan doğası fikrine set çekilmiş oluyordu.[15]

Tabula Rasa fikri bir yandan da “asil vahşi” (noble savage) olgusu ile harmanlanıyordu. Bu görüşe göre doğada normal durumda her şey barışcıl, özbenliğinden yoksun, sorunsuz bir halde durmaya eğilim gösterirken, hırs, endişe, şiddet gibi eğilimler medeniyetin sonradan bizlere empoze ettiği, aslında özümüzde olmayan özellikler gibi algılanıyordu. Kökenleri Jean Jacques Rousseau’ya kadar giden bu görüş 1920’lerde antropolog Margaret Mead’in Samoa adasında yaptığı çalışmalarla doğruluğu bilimsel olarak kanıtlanmış gibi görünüyordu. Mead Samoa adasında ve halkında adeta cenneti bulmuş gibiydi. Bu adanın gençleri Amerikan akranlarının tersine şiddete, hırsa, cinsellikte kıskançlığa hemen hiç yeltenmiyorlar; barışcı, eşitlikçi, özgür aşkın sonuna kadar yaşandığı bir toplum oluşturuyorlardı.[16] Mead Samoa deneyiminden çıkarak bazı toplumların şiddete meyilli olup, diğerlerinin olmamasını haliyle Tabula Rasa fikrine yaslanarak açıkladı. İnsan doğasında şiddet yoktu, toplumsal şartlar, eğitim, çevre gibi faktörler insanları şiddete eğilimli yapıyordu. Cinsellik gibi biyolojik temellerinin güçlü olduğundan pek az kuşku duyulan pratikler bile yaşanılan ortam tarafından, yani sosyal alan tarafından belirleniyorsa, demek ki insan doğası sahiden de bir Tabula Rasa olmalıydı. Bu düşüncenin sosyal bilimlerin derin temellerinde yatan ve hemen her şeyin sosyal bir inşa sürecinde oluşturulmuş bir kurgu olduğunu iddia eden sosyal konstrüktivizm ile nasıl iç içe geçtiğinin altını çizmekte fayda var.

Daha sonra Samoa’ya giden ve yılllarca orada çalışan antropolog Derek Freeman, Margaret Mead’in altı ay gibi bir sürede bir otelde kalarak yaptığı çalışmanın gerçekleri yansıtmadığı, mülakat yaptığı kişilerin kendisine doğru bilgi aktarmadığı yönündeki yıllar süren araştırması büyük bir yankı bulmasına rağmen Amerikan Antropoloji Derneği yönetimi oylama yaparak Mead’in çalışmasının sağlam ve güvenilir olduğuna karar verdi, verebildi!

yüzyılın ortalarından itibaren psikolojide John Watson’ın davranışcılık ekolünün başat hale gelmesi de Tabula Rasa fikrini güçlendirmişti. Watson herhangi bir çocuğa istenilen herhangi bir yeteneği verebileceğini düşünüyordu. Her insan her şeyi öğrenebilir, her türlü yeteneği geliştirebilirdi. Doğuştan gelen özelliklerin bir belirleyiciliği yoktu, hatta onların kendisi de yoktu. Sosyal alan insan doğasının bütün özelliklerini kurup inşa edebilir gibi görünüyordu.

Noam Chomsky’nin dilbilim üzerine yaptığı çalışmalarla insanın dil yeteneğinin doğuştan gelen özelliklerle oluştuğunun ortaya atılmasından bugünlere insan doğası üzerine çalışmalarda ciddi mesafeler alındı. Bugün artık Tabula Rasa fikrini savunan ciddi bir bilim insanına rastlamak pek mümkün değil. Ayrıca bu varsayımın dünya diktatörleri için çok daha bereketli bir zemin oluşturduğu da aşikâr. Eğer insan zihni bir Tabula Rasa olsaydı, o zaman diktatörler ve iktidar odakları amaçlarına çok daha kolay ulaşırlardı. Tabula Rasa varsayımının ne kadar da totaliter düzenlere götürebilecek tehlikeli bir düşünce olduğunu sürekli hatırlamakta doğrusu çok büyük fayda var.

EVRİM TEORİSİNİN “EVRİMİ”

1960’lı yıllardan beri evrim teorisi biyolojinin sınırlarından hızla diğer disiplinlere doğru genişledi. Evrimin daha önceleri âlâkasız görüldüğü alanlarda yeni mevziler kazanıldı. Evrim teorisi daha çok bireysel düzeydeki “ayakta kalmacı” meselelerde yoğunlaşırken, toplumsal davranışlar ve özellikle de “özveri” gibi konuların açıklanmasında ciddi açmazlarla maluldu. Eğer “ayakta kalmacı” yaklaşımların bize öğrettiği doğruysa, insanlar birbirlerine neden yardım ediyorlardı? Dahası özveri, dayanışma, işbirliği gibi insanlar arasında oldukça yaygın olguları evrimsel olarak nasıl açıklamak gerekirdi? Bu konularda en önemli katkı William Hamilton’ın 1964 yılında gündeme getirdiği “soy seçilimi” kavramıydı. Teorik evrim tartışmalarında çığır açıcı açılımlar getiren Hamilton’a göre insan davranışlarının da evrimsel, biyolojik bir temeli vardı. Hamilton insanların genetik yakınlığı olan akrabalarına karşı daha bonkör, daha yardımsever olduklarını matematiksel modeller kullanarak gösterdi.[17] Örneğin, sıkça rastlanan bir olgu olarak hepsi birbirlerine akraba olan karınca ve arı sürülerinin gerektiğinde soylarının genetik çıkarı için kendilerini feda edebilmesi olgusunun böylece bilimsel açıklaması mümkün oldu. (Hayvanlar ve insanlar kendi çocuklarına ayırdıkları zamanı, enerjiyi, kaynakları başkaları için ayırmazlar.) Hamilton’ın genetik yakınlığın davranışları ve sosyal yapıyı biçimlendirmesindeki rolüne dair tezleri daha sonra 1975’de Edward Wilson tarafından Sosyobiyoloji kitabının yayımlanmasıyla son derece sert tartışmalara neden oldu.[18] Her ne kadar kitabının büyük bölümü biyoloji ile hayvan davranışları arasındaki ilişkiye ayrılmışsa da, muhalifleri meselenin insan davranışları boyutunu öne çıkardılar. Wilson’a en büyük tepki insan doğasının asıl belirleyicisinin tarih ve sosyal yapı olduğunu vurgulayan Stephen Jay Gould gibi Harvard’daki sol görüşlü kendi meslektaşlarından geldi. Wilson doğalla sosyal olanı birleştirmek gibi affedilmez bir günah işlemişti![19]

Evrim teorisine yöneltilen en büyük eleştirilerden bir başkası onun sanat ve ahlak gibi yalnızca kültürle açıklanabileceği varsayılan sadece insana özgü özellikleri açıklayamadığıdır. Bu sorun Darwin’in kendisini de ciddi biçimde meşgul etmişti. Erkek tavuskuşlarının o şatafatlı, renkli, gösterişçi kuyrukları Darwin’i çileden çıkartmıştı. Erkek tavuskuşlarının bu süsleri yırtıcılar karşısında savunma yeteneklerini azalttığı için onların hayatta kalmasına engel olup, ayrıca onların enerjilerinin büyük bölümünü bu süslerin geliştirilmesine hasretmelerini gerektirir. Böyle lüksler doğada neden vardı? Doğal seçilim bu süsleri açıklayamadığı için Darwin tüm teorisinin altının oyulduğunu düşündü. Tavuskuşları Darwin’in teorisiyle adeta dalga geçiyorlardı! Onları her gördüğünde midesinde sancı hissettiğini yazdı. Darwin bu açmazı ancak son kitabı İnsanın Türeyişi’nde aşabildi. En görkemli kuyruklar dişiler tarafından tercih edildiği için, yani seksüel seçilim yüzünden, erkek tavuskuşları onları evrimsel olarak geliştirmişti. Darwin hayatının sonlarında seksüel seçilimin de en az doğal seçilim kadar önemli olduğunu ortaya koymuş, enerjisinin büyük bölümünü seksüel seçilime hasretmişti. Gerçekten de, birçok hayvan için neslin sürdürülmesi kendi yaşamlarından önde gelmektedir. Bir lüks gibi görünen süsler, seksüel seçilim için bir avantaj sağladığı ölçüde evrimsel teoride bir anlam ifade eder. Kuşların o nefis şarkıları tanrının insaların ruhunu okşamak için bahşettiği bir güzellik değil, erkeklerin dişileri baştan çıkarmak için kullandıkları bir araçtır. Dişi tercihinin evrimde oynadığı büyük rol Darwin için önemli bir açılım oldu. Ama kadınların tam anlamıyla insandan bile sayılmadıkları Viktorya dönemi Avrupa’sında dişilerin tercihlerinin evrimin son derece önemli bir motoru olduğu düşüncesi zamanının çok ilerisinde bir düşünceydi.[20] Nasıl ki insanın doğanın merkezî ve ayrıcalıklı varlığı olduğu gibi binlerce yıllık köklü, başat ve yaygın bir zihniyetin kırılması tasavvur edilmesi güç bir düşünsel depreme yol açtıysa, erkeğin kaburgasından oluştuğu iddia edilen kadınların evrimsel süreçte çok kilit bir rol oynadıkları düşüncesi de binlerce yıllık bir inanışın temellerini dinamitleyecekti! Yaşadığımız 21. yüzyılın en büyük sosyolojik gelişmelerinden biri, belki de en önemlisi, olan kadın erkek ilişkilerinin derinden dönüşümü ancak Darwin’in hediyesi seksüel seçilimle bilimsel temelleriyle anlaşılabilir, ama ne yazık ki bu konudaki derinlikli evrimsel çalışmaların başlaması ancak son yıllarda gündeme gelebilmiştir. Bazı araştırmacılara göre seksüel seçilim Darwin’in uzun süre göz ardı edilip unutulmuş, ama en önemli katkısıdır.[21]

Evrim teorisi yaygın ve yanlış bir şekilde daha çok rekabetçiliğe, bencilliğe vurgu yapan bir teori olarak algılanır. Oysa 1902 gibi çok erken bir tarihte ünlü anarşist ve bilim insanı Petr Kropotkin Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin bir Ögesi adlı kitabında hayvanların doğasında olan dayanışmacı, işbirliğine yatkın özelliklerin onların türlerinin gelişmesinde son derece önemli evrimsel bir rol oynadığına vurgu yapmıştı.[22] Sahiden de rekabetçilik kadar dayanışmacılığın da insan doğasında önemli bir yeri olduğuna dair yakın dönemlerde yapılmış birçok evrimsel çalışma bu konuda ufkumuzu genişletmiştir. Amotz ve Avishag Zahavi’nin Handikap İlkesi[23] adlı eserinde inceledikleri Arabistan yedikardeşleri kuşlarının davranışları bu açıdan oldukça aydınlatıcıdır. Gruplar halinde yaşayan bu kuşlar akraba olmayanlarla bile yiyeceklerini paylaşır, kamusal fayda için kendilerini feda eder, tüm çocuklara ortaklaşa bakar ve karşılıksız özveriye dayalı davranışlar geliştir ve adeta birer fazilet abidesidirler. Arabistan yedikardeşlerinde en “faziletli” olanlar dişiler tarafından en cazip kabul edildikleri için bireysel düzlemde biyolojik avantaj elde ettikleri gibi, bu süreç sonunda toplumsal bir fayda da sağlanır. Bireysel ve toplumsal çıkarları böylesine ince bir ustalıkla birleştiren bu kuşların modern siyaset teorisine sunabileceği açılımlar üzerine düşünmek lazım.

YÜZYİL İÇİN “EVRİMSEL” TEZLER

1) 21. yüzyıl doğa ve sosyal bilimlerin birbirlerine daha çok yaklaşacakları, ikili karşıtlıklar üzerinden kurulmuş bir zihniyet dünyasından her düzeyde bütünleşmeye doğru gidileceği, ve bu bütünleşmeyi sağlayacak köprülerin büyük ölçüde evrim teorisi üzerinden kurulacağı bir yüzyıl olacaktır.

yüzyıldan beri doğa ve sosyal bilimlerde dünyada egemen eğilim uzmanlaşma ve ayrışma yönünde olmuştu. Genetik ile çevresel, biyolojik ile kültürel, mantıksal ile içgüdüsel gibi çeşitli düzeylerde ikili karşıtlıklar üzerinden bir zihniyet dünyası oluşturuldu. Türkiye ve Batı üniversitelerinde doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasında onyıllardır birbirlerinden çok ciddi bir uzaklaşma yaşandı. Hemen her konuda farklı davranan, birbirlerinin ne yaptığından pek haberdar olmayan adeta iki farklı ve kopuk bölmeye benzer bir görünüm ortaya çıktı. Oysa günümüz sorunlarının tek bir disiplinin altında incelenebilmesinin imkânsız olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çok daha bütünleştirici bir vizyona ihtiyacımız var. Bugün artık bu ikili karşıtlıkların yapay karşıtlıklar olduğu giderek daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır. İnsanoğlunun tarihi ile doğanın tarihi arasındaki bağlar da kurulmaktadır.[24] Uzayın derinliklerinde olan bitenler nasıl moleküler düzeydeki hareketlerle âlâkalandırılabiliniyorsa, mantıksal sandığımız birçok şeyin aslında aynı zamanda içgüdüsel, içgüdüsel sandığımız şeylerin de mantıksal olduğunu görebiliyoruz. İnsan ve diğer canlılar diye yaptığımız ayrımın bile sanıldığından çok daha yapay bir ayrım olduğu da daha fazla gözler önüne seriliyor. Böylesi bir bütünleşmeye doğru eğilim bence kaçınılmazdır ve daha da yerindedir. Bilimler arasında yaşanacak bu bütünleşmenin köprüsü kanımca her ikisi de evrim teorisinin merkezî bir rol oynadığı biyoloji ve psikoloji üzerinden gerçekleşecektir.

2) Dünya tarihinde binlerce yıldır ilk kez insanlığın bir tür olarak derin bir krizle karşı karşıya olması toplumsal ve siyasal düzeyde yepyeni küresel ve kozmik yaklaşımları gerektirmektedir.

Elimizdeki sosyal ve siyasal teoriler artık büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir, çünkü bu teoriler tabiatıyla belirli bir zaman, mekân ve değişim temposunun izlerini taşırlar. Birçok açıdan yepyeni ilişkilerin akıllara durgunluk verecek tempoda hızlı değişerek yaşandığı bir dünyadayız. Elimizdeki sosyal teorilerin çoğu ağırlıklı olarak insanlar arasındaki ilişkilerin hiyerarşik doğası ve özgürlük sorunsalı[25] üzerine bina edilmiştir. İşçiyle burjuva, köylüyle derebey, köleyle efendi, elitle halk ve bu gibi ikilikler üzerine temellenen çeşitli siyasal ve toplumsal projeler bir tür olarak insanlığın yokoluşu tehlikesi karşısında çok fazla anlamlı çözümler üretmekten uzaktır. Toplumsal eşitsizliklerin ve insanın dizginlenemez hırsı nedeniyle oluşan küresel iklim krizi ve canlı türlerinin insan tarafından soykırıma uğratılması dönüp bir tür olarak insanlığın kendisini tehdit eder hale gelmiştir. Onbinlerce yıllık evrim sonucu oluşan türlerin ortadan kaldırılması ekosistemleri her geçen gün çökertmekte, besin zincirini inanılmaz bir hızla değiştirmektedir. Besin zincirinin orasıyla burasıyla oynamanın gelecekte ne tür olası krizler getireceğini ise hiç kimsenin kestirebilmesi mümkün değildir. Finansal piyasaların bile öngörülemediği hatırlanırsa, bundan kat be kat daha büyük ve karmaşık ekosistemlerinin çöküşünün getireceği belirsizliklerin içinden çıkılamayak büyük sorunları beraberinde getireceği aşikârdır. 21. yüzyılın geride kalan ilk on yılındaki en çarpıcı olgulardan biri hiç kuşkusuz buzulların erimesi ve dünyanın fiziksel kaynaklarının alarm verici ölçülerde tükenişidir. Bu tür sorunların çözümleri millî ve bölgesel çözümler olamaz, bu sorunlar doğası gereği küresel olduğu için milliyetçilik gibi ideolojilerin de günleri sayılıdır. Geçmişteki felaketler daha çok sadece yoksulları vururken, bu tür kozmik sorunlardan hiç kimse azade değildir, artık üst sınıflar için de kaçılabilecek adacıklar yoktur. Bu anlamda ilk kez insanlığın ortak geleceği için evrenselci siyasal ve toplumsal projelerin yolu açılmıştır. Yeni çözümler kaynağını ahlakî ve ideolojik tercihlerden değil, zorunluluktan alacaktır. Özveri, dayanışma, işbirliği gibi olgular sadece ahlakî ve ideolojik tercih meselesi değil, tüm insanlığın çıkarına olduğu için asıl değerli olacaktır. Böylesi küresel bir çıkar için mücadele salt kişisel, ahlakî ve ideolojik tercihlerden çok daha sahici, çok daha yaratıcı, çok daha sürdürülebilir çözümler üretilmesinin yolunu açacaktır. Bu sürece paralel olarak da insanlık uluslarüstü siyasal, ekonomik ve ekolojik örgütlenmelere gitmek zorunda kalacaktır. 2008 krizi dahi bu yöndeki gelişmeleri şimdiden hızlandırmıştır.

Sosyal bilimlerde son yılların hegemonik söylemi postmodernizmin meta teorilere karşı topyekün saldırısı kozmik meselelerde pratikte dinler dışında bütün meta teorilerin ortadan kaldırılmasına yaradı.[26] Öte yandan onlarca yıldır “bilimcilik” yaftasıyla bilimlere ucuz biçimde saldırılması çağımızın en karakteristik hallerinden biri olduğuna inandığım çok derin bir “akıl tutulmasının” başlıca nedenlerinden biridir.

3) Biyoloji ve genetik gibi evrim teorisinin kilit önem taşıdığı bilimler önümüzdeki süreçte gündelik hayattan sanata, tıptan tarıma, üretimden tüketime kadar hemen her alanda son derece belirleyici olacaktır ve zaten şimdiden de olmaktadır.

Bilimlerde 19. yüzyıl kimyanın, 20. yüzyıl ise fiziğin altın yılları oldu. Yeni yüzyıl hiç şüphesiz biyoloji ve genetiğin yüzyılı olacaktır. GDO, kök hücre, gen tedavisi, yeni üreme teknolojileri, Human Genome Project gibi konuların günümüz dünyasındaki önemi bu gerçeği doğrulamaktadır. Ayrıca gün geçmiyor ki gazetelerde insan davranışlarının ve hastalıkların genetik kökenlerine vurgu yapan haberler çıkmasın. Charles Darwin, Türlerin Kökeni’nde psikoloji biliminin de yeni bir temel üzerinden kurulacağını söylerken evrimin burada oynayacağı rolün önemine dikkati çekmişti. Keza sanatın, müziğin, mizahın, ahlakın ve hatta dinin evrimsel açıklamaları giderek daha fazla bilim insanının ilgi alanına girmektedir.[27] Genelde bilimin, özelde evrimsel psikolojinin, bu kurtarılmış bölgelere girişine karşı ciddi tepkiler ve direnişler söz konusu olsa da bu süreç bütün hızıyla devam edecektir. Aşk gibi eskiden sadece şairlerin ve edebiyatçıların tekelinde olan konular giderek bilimin alanına girmektedir. Bu konular sadece Elif Şafak’a bırakılamayacak kadar da önemli konulardır.

Aşk gibi, ahlak gibi, sanat gibi olgu ve faaliyetlerin bilimsel temelleri olması onların güzelliğini örselemez. Çiçeklerin zarafetinin ve nefis kokularının polenlerini yayarak kendi üremelerini sağlamak için böcekleri cezb etme amacıyla evrimleştiğini bilimsel olarak bilmemiz, onların güzelliğinden bir şey kaybettirmez!

Biyoloji ve genetiğin bu denli önem kazanması aynı zamanda bu iki disiplinin de insanlık adına büyük tehlikeler barındırabileceği gerçeğini gözden uzak tutmamalıdır. Nasıl ki atom bombası atom fiziğinin gelişmesinin bir sonucu olup insanlığın başına çok ciddi tehlikeler açmışsa, biyoloji ve genetikteki gelişmeler de her alanda inanılmaz büyük tehlikeleri gündeme getirebilir. Çocuklarını daha iyi okullarda okutabilmek adına birçok fedakârlıkta bulunan aileler genetik sayesinde çocuklarına arzu edilir fiziksel ve zihinsel özellikler için kimbilir neler yapmazlar! Önümüzdeki onyıllarda eskiden büyük ölçüde ekonomik avantajlar üzerinden yürüyen bir sınıfsal ayrışma çok daha tehlikeli bir biyolojik ayrışmayı bile gündeme getirebilir ki bu korkunç senaryonunun kuvveden fiile geçebilmesi için gereken genetik bilgi, birikim ve pratik halihazırda mevcuttur. Ama böylesi tehlikeli potansiyellerin olması sosyal bilimcilerin bu konulara alerji duyup uzak durmasını getirmemelidir! Bilâkis sırf bu yüzden dahi olsa bu tür konuları daha da iyi bilmeleri son derece elzemdir.

4) Nietzsche’den Foucault’ya, Marx’dan feministlere merkezî bir problematik teşkil eden iktidar hırsının kökenleri ve kaynakları ancak evrimsel teori bağlamında anlaşılabilir.

Nietzsche’nin merkezî kavramı iktidar hırsı (will to power) onun Darwin’den esinlenerek geliştirdiği bir kavramdı. Hem Nietzsche, hem Foucault iktidar meselesini enine boyuna incelediler, tasvir ettiler, ama iktidar hırsının kökenleri ve kaynakları hakkında aslında pek bir şey söylemediler.

İnsan doğasının en temel güdülerinden biri olan iktidar hırsı yüzbinlerce yıllık insan evriminin bir sonucu olmalıdır. Eğer iktidar hırsının kökenleri ve kaynağı muhtemelen insanlar arasındaki işbölümünün bir sonucu olarak evrimleşmişse, iktidar hırsı gibi en temel güdülerimizin birçoğunun temellerinin de bu işbölümünün doğasında mevcut olması gerekir. Adam Smith gibi siyasal iktisatçılar haklı olarak insanlar arasındaki işbölümünün varolabilmesi için insan topluluklarının belirli bir sayı eşiğini geçmesi gerektiğini söylemişlerdi. Birkaç yüz kişiden oluşan bir toplulukta işbölümü gelişemezdi, çünkü işbölümüyle oluşacak faydayı sürdürülebilir kılacak büyüklükte toplumlar oluşmamıştı. O nedenle onbinlerce yıl boyunca atalarımız arasındaki en temel ve yegâne işbölümü erkekle kadın arasındaki cinsel işbölümünden ibaret kaldı. Böylece insan doğasının ve psikolojisinin evrimi yüzbinlerce yıl boyunca ağırlıklı olarak cinsel işbölümünden kaynaklanan güdüler etrafında şekillenmiş olsa gerektir. Hal böyle olunca da iktidar hırsı da asıl olarak ancak Darwin’in seksüel seçilim kavramıyla ilişkili analiz edilebilir. Ünlü milyarder Onasis “kadınlar olmasaydı paranın hiçbir anlamı olmazdı” derken belki farkında olmadan böylesi bir evrimsel gerçekliğe işaret ediyordu. Eğer meseleye böyle bakabilirsek iktidar hırsının modern biçimlerinin de Pleistosen dönemde atalarımızın evrimleştirdiği bu psikolojik dürtü üzerinden temellendiği sonucuna varabilir, bu hırsın dizginlenebilmesi için daha gerçekçi toplumsal projeler üretebiliriz.

5) Kapitalizm iktidar hırsının modern zamanlardaki ete kemiğe bürünüşüdür ve sanki her şeyin sorumlusuymuş gibi tartışılması aslında bir yanılsamadır.

Kapitalizm esas olarak sermayenin hareketi üzerine bina edilmiş bir sosyal sistem olarak analiz edilegeldi. Örnegin Marx’ın Das Kapital’i böylesi bir analizin parlak bir örneğidir. Ancak bu analiz kapitalizmin doğasını anlamak için faydalı olmakla birlikte aynı zamanda son derece yetersizdir. Sermayenin hareketi ve sürekli genişleyen doğasının altında yatan güdü daha çok kâr etmektir, ama kâr ve ekonomik kazanç derindeki amaç değildir, sisteme asıl ruhunu veren, onun devinimini sağlayan iktidar hırsının tatminidir. Bill Gates için para kazanmak amaç değildir, şu an bütün işlerini durdursa bile Gates ailesi onyıllarca dünyanın en zenginlerinden birisi olmaya devam edecektir. Asıl mesele rakiplerinden daha güçlü olmaktır! Para ve sermaye, iktidar ve sosyal statü için bir araç olması anlamında önemlidir, kendi başına önemli değildir.

Sol düşüncede ağırlıklı olarak kapitalizmin insanları açgözlü, hırslı, iktidar düşkünü yaptığına inanılır. Bir başka deyişle, agresyon ve iktidar hırsı gibi evrimsel psikolojik güdülerin kapitalizmin sosyal düzlemdeki yansımaları, kurguları olduğuna inanılır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım mantık böylece tersine çevrilir. Yaygın kanının aksine, kapitalizm agresyonu, iktidar hırsını yaratmaz, zaten var olan bu güdüleri alır, kullanır, şiddetlendirir, paraya çevirir; ama onları kapitalizm yaratmaz! Bir metaforla ifade etmek gerekirse, Hollywood cinsel güdüleri yaratmaz; onları alır, kullanır, deforme eder, üzerinden para kazanır, ama o güdüleri Hollywood yaratmaz!

Hem yeryüzü kaynaklarının, hem de rekabetin doğal sınırlarına yaklaşıldığından kapitalizm yakın bir gelecekte tarihinin en büyük sınavlarından biriyle karşı karşıya kalacaktır. Sömürü ilişkilerine dayandığı için değil, ki öyledir, dünya kaynaklarını müsrif bir şekilde kullanarak insanlığın bir tür olarak ortadan kaldırılmasına yol açacağı için kitlesel ve derin bir muhalefetle karşılaşacaktır. Kanımca bu “büyük uyanış” zannedildiğinden çok daha hızlı gerçekleşecektir.[28]

6) Son otuz-kırk yıldır fetişleştirilmiş bir “kültür” kavramı ekseninde salt özgürlükçü, farklılıkları öne çıkaran ve “siyaseten doğrucu” siyasal akımlar farkında olmadan farklı tür bir ırkçılığın, kültürel ırkçılığın, zemininin oluşturulmasına muazzam katkıda bulundular.

Uzun yıllar sanat, müzik, ahlak, gösterişsel tüketim gibi olgular kültürle açıklandı. Tarihsel materyalizmin sahici eksiklikleri, açmazları kültür kartının her yerde bir joker gibi kullanılmasıyla aşılmaya çalışıldı. Çok-kültürlülük ve kimlik merkezli siyasal akımların gelişmesiyle de kültür adeta fetişleştirildi. Ayrıca şöyle bir yaygın inanç oluştu: Bilim birçok şeyi açıklasa da “iyi, güzel ve doğru” ya da aşk gibi kavramları asla açıklayamazdı! Kültür öylesine fetişleştirildi ve her şeyi açıklayan o denli yaygın bir araca dönüştürüldü ki kendisi her şeyi açıklayan ama kendisini açıklamanın imkânsız olduğu bir durum ortaya çıktı. Oysa kültürel evrim ile biyolojik evrim derin tarihte birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı gelişmiş süreçlerdir. Kültürün böylece fetişleştirilip mistik biçimde ayaklarının yerden kesilmesi tabiatıyla dinlerin yükselişine katkıda bulundu, çünkü kültürün en önemli kaynağının din olduğuna dair kanı son derece yaygın bir kanıdır.

Günümüz ırkçılığı esas olarak kültürel ırkçılıktır, bu yalın gerçeği görmemiz lazım. Farklılıklar üzerine bolca vurgu yapıldığı; ırkçılığın, aşırı milliyetçiliğin, dinsel bağnazlığın kol gezdiği bir dünyada insan doğasından kaynaklanan ortaklıklarımızın öne çıkarılması bence bugün sosyal bilimlerin üzerinde düşünmesi gereken bir noktadır. İdeoloji, iyi ahlak, vicdan ve benzeri biraz da mistik kavramlar üzerinden bir şekilde herkesin kardeşliğini vurgulamaktansa, sivrisinekle bile yüzde otuz beş genetik ortaklığımız olduğu, ırk kavramını ahlaken ve ideolojik olarak lanetlemek kadar genetik olarak ırkın anlamsız bir kategori olduğunu vurgulamak son derece önemlidir, hatta daha önemlidir. Sadece bunun için bile Darwin’i anmanın zamanıdır. Böylesi bir yıldönümünde tüm zamanların belki de bu en büyük düşünürünün kendi şiirsel ifadesiyle evrim üzerine söylediklerini ana dilinden aktararak onu son bir kez daha analım:

There is grandeur in this view of life, with its several powers, having been originally breathed into a few forms or into one; and that, whilst this planet has gone cycling on according to the fixed law of gravity, from so simple a beginning endless forms most beautiful and most wonderful have been, and are being, evolved. (“Kökenlerinde bir ya da birkaç biçimde hayat bulmuş farklı güçleriyle yaşama böylesi bir bakışta ihtişam vardır; ve işte bu gezegen yerçekiminin değişmez yasasıyla dönüp dururken, bu denli basit bir başlangıçtan bitmez tükenmez biçimler, hem de en güzelinden ve en harikuladesinden, evrile gelmiş ve hâlâ evrilmeye devam etmektedir.”).[29]


[1]    Bkz. Diane B. Paul, “Darwin, Social Darwinism and Eugenics,” Cambridge Companion to Darwin (Londra, 2003), der. Jonathan Hodge and Gregory Radick içinde, s. 231.

[2]    Bu konuda bkz. Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm (İstanbul, 2006).

[3]    Bernd Baldus, “Evolution, Agency and Sociology,” Missing the Revolution: Darwinism for Social Scientists, der. Jerome H. Barkow içinde (Oxford, 2006), s. 270.

[4]    Özellikle sosyolojinin bu öğrenilmiş cehaleti konusunda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Pierre L. van den Berghe, “Why Most Sociologists Don’t (and Won’t) Think Evolutionarily,” Sociological Forum, c. 5, no.2, 1990, s. 173-185.

[5]    Evrimin tedrici değil, sıçramalı olduğuna dair klasik bir eser için bkz. Stephen J. Gould ve Niles Eldredge “Punctuated Equilibria: the Tempo and Mode of Evolution Reconsidered.” Paleobiology 3, no.2, (1977), s. 115-151.

[6]    Gregory Radick, “Is the Theory of Natural Selection Independent of its History?” Cambridge Companion to Darwin (Londra, 2003), der. Jonathan Hodge and Gregory Radick içinde, s. 143.

[7]    Bkz. John Cartwright, Evolution and Human Behaviour (Londra, 2000), s. 321.

[8]    Peter Singer, A Darwinian Left: Politics, Evolution and Cooperation (Londra, 1999), s. 23.

[9]    Haeckel Osmanlı aydınları üzerinde de çok etkili olmuştu. Bkz Atila Doğan, Osmanlı Aydınları..., s. 85-86.

[10]  Diane B. Paul, s. 216.

[11]  1920’lerde Sabiha Sertel Resimli Ay dergisinde bazı grupların gerektiğinde kısırlaştırılabileceğini söylüyordu. Bkz. Sabiha Zekeriya, “Çocuk Yapmak Kanunen Men’ Edilebilir mi?” (Osmanlıca) Resimli Ay 5, no.57/9, Kasım 1928, s. 1. Türkiye’de de oldukça yaygın olan Öjeni düşüncesi üzerine kapsamlı bir çalışma için bkz. Sanem Güvenç-Salgırlı, Eugenics as Science of the Social: A Case from 1930s Istanbul, yayımlanmamış doktora tezi, Binghamton Üniversitesi, 2009.

[12]  Bkz Doyne Dawson “The Question of Warfare,History and Theory 38, no. 4, (Aralık, 1999), s. 83.

[13]  Pierre L. van den Berghe, “Why Most Sociologists Don’t (and Won’t) Think Evolutionarily,” s. 176.

[14]  Hayvanların ve insanların bilişsel benzerlikleri tartışması için bkz. Frans B. M. de Waal, “Darwin’s Last Laugh,” Nature 460, no. 175 (9 Temmuz 2009), s. 175.

[15]  Bu konuda yazılmış en parlak eserlerden biri hiç kuşkusuz Steven Pinker’ın The Blank Slate: The Modern Denial of Human Nature (New York: 2002) adlı eseridir.

[16]  Bkz. David Buss, “Human Nature and Culture, An Evolutionary Psychological Perspective,” Journal of Personality, 69, no.6, (Aralık, 2001), s. 959.

[17]  William D. Hamilton, “The Genetical Evolution of Social Behaviour I and II, Journal of Theoretical Biology 7, (1964) s. 1-16 ve s. 17-52.

[18]  Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bakınız Ullica Segerstrale, “Evolutionary Explanation: Between Science and Values,” Missing the Revolution: Darwinism for Social Scientists der. Jerome H. Barkow (Oxford, 2006) içinde, s. 121-142.

[19]  Edward O. Wilson daha sonra “bilimleri birleştirme” hedefiyle yazdığı kapsamlı kitabı Consilience: The Unity of Knowledge (New York, 1998)’da bu meseleyi derinlemesine ele aldı.

[20]  Bernd Baldus, “Evolution, Agency and Sociology,” Missing the Revolution: Darwinism for Social Scientists der. Jerome H. Barkow (Oxford, 2006) içinde, s. 279.

[21]  Bu konuda derinlemesine bir ilginç ve provakatif çalışma için bakınız Geoffrey Miller, Sevişen Beyin (İstanbul: NTV Yayınları, 2010).

[22]  Petr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma, çev. Işık Ergüden, Deniz Güneri (İstanbul, 2009). Rekabetçi dünya görüşü yerine dayanışmacı bir biçimin neden Rusya’da reddedildiğine dair Rusya’nın özgüllükleri üzerine bkz. Daniel Todes, “Global Darwin: Contempt for Competition” Nature 462, (5 Kasım 2009), s. 36-37.

[23]  Amotz ve Avishag Zahavi, The Handicap Principle : a Missing Piece of Darwin’s Puzzle (New York, 1999).

[24]  Bu konuda Birikim’in bu sayısında Dipesh Chakrabarty’nin “Tarihin İklimi: Dört Tez” adlı makalesi son derece önemlidir.

[25]  Özgürlük sorunsalının değişen dünyada geldiği noktada ilginç tartışmalar için yine bkz. Chakrabarty’nin aynı yazısı.

[26]  Bu konuda bkz. Jerome H. Barkow, “Introduction: Sometimes the Bus Does Wait,” Missing the Revolution: Darwinism for Social Scientists der. Jerome H. Barkow (Oxford, 2006) içinde, s. 40.

[27]  Bkz. Josh McDermott, “The Evolution of Music,” Nature. 453, no. 7193, s. 287-288 ve Robert Wright, The Evolution of God (New York: 2009).

[28]  Bu bağlamda kapitalizmin geleceğine dair bakınız M. Asım Karaömerlioğlu, “Büyük Uyanış,” Radikal II, 28 Eylül 2008 ve http://bianet.org/bianet/bianet/118905-iklim-degisikligi-ve-kapitalizmin-gelecegi.

[29]  Charles Darwin, On the Origin of Species (Londra, 1859), s. 490.