Tekel işçilerinin uzun direnişi, kısmî bir kazanım hâsıl etti. Hak kaybına yol açan, en önemlisi, güvencesiz-esnek istihdamın kurumlaştırılması bakımından sembolik nitelik taşıyan 4/C statüsünün uygulanmasıyla ilgili bir iyileştirme getiren Danıştay kararı, geçici de olsa, bir kazanım oldu.
Bu bir ara netice. Tekgıda-İş Sendikası başkanı Mustafa Türkel, 4/C statüsü tamamen kaldırılmazsa, Tekel işçilerinin eylemlerinin süreceğini açıkladı.
DENEYİMİN DEĞERİ
Bir kazanım, emek hareketinin uzun zamandır pek az tattığı bir zevk. Şerefli yenilgilerle sonuçlanan direnişlere alışmış sol kamuoyu için, bir ‘başarı’, söz konusu kazanımın kendisinden daha önemli bir kazanım başlı başına. Şerefli yenilgilere alışmak, daha doğrusu kendini alıştırmak, çok defa, hedeflerin belirsizliğinden veya hadsiz azamîliğinden kaynaklanagelmiştir. Tekel işçilerinin, muhtemelen bu işi bitirtmek isteyen hükümetle bir pazarlığın bir ürünü olmasına ve birçok direnişçide hayal kırıklığına yol açmasına rağmen bunu bir başarı olarak kutlamayı bilmeleri, bu kutlamayı şenlikli bir şekilde Sakarya caddesi yârânıyla paylaşmaları, velhâsıl direnişi güzel biten bir hatıraya dönüştürerek toplumsal hafızaya nakşetmeleri, olgunlaştırıcı bir emsal oluşturmalı.
Bu maneviyat yükseltici (ara) sonucun arkasında, kuşkusuz, direnişin olgunlaştırıcı deneyimi yatıyor. Türk bayraklı çadırlardakilerle poşulu çadırlardakilerin yan yana durması, beraber çay içmesi, başka pek az ortamda görebileceğimiz bir tecrübe, örneğin. Büsbütün hemhal olmalarından söz etmiyoruz; sınıf kimliği, bir sıçrayışta bütün bu maniaları aşmaya muktedir değil. Hele basbayağı özcü bir kimlik olarak tasavvur edildiğinde. Deneyimin ve eylemin değeri, tam da kimlik duvarlarını çatlatmasında, ilişkileri çoğaltmasında, verdiği enerjidedir. Birikim’in bu sayısında Murat Utku, Tekel direnişinin bu yönünü tasvir ediyor. Başka her yerdeki çalışanlara verdiği, verebileceği ilhamı unutmayalım. Birikim-Güncel’de Yavuz Yıldırım dikkat çekmişti, farklı muhitlerle, sosyal ağlarla, hayat alanlarıyla kurduğu dolaylı dolaysız (fiilî manevî) etkileşimle bu direniş bir toplumsal hareket karakteri kazandı.[1] Derginin elinizdeki sayısında Umut Kocagöz de, direnişin biyo-politik ‘yayılım’ potansiyeline işaret ediyor. Bu sayede, başka zaman pekâlâ etkili olabilen fesatlıkları kolayca savuşturabildi – üstelik, bâtıl anti-komünizm itikadının bildik “ajan sızmış, PKK’lılar varmış” vs. üfürüklerini okumaya kalkan müntesiplerini zelil durumuna düşürerek... Şunu da eklemek gerekir: Tekel direnişi, ona verilen omuzların, uzatılan ellerin desteğiyle kazandı bu karakteri. Tekel işçilerinin direnişi, aynı zamanda, ona tutunanların, ona anlam yükleyenlerin direnişiydi. Zaafı değil, güçlü yanıydı bu onun.
Sınıf mücadelesini bir toplumsal hareket olarak, toplumsalı inşa hareketi olarak değil de sanki bir alternatif kimlik hareketi olarak tasavvur edenlerin gözden kaçırabildiği nokta, işte burası. Sınıf mücadelesini bütün gündemleri iptal eden bir arıtıcı gibi, bütün sair ‘konuları’ etkisizleştiren bir sterilizatör gibi düşünmenin kör noktası.
Tekel direnişi, emek hareketini (tabii komünizmi-sosyalizmi de) bir siyasî arkeoloji konusu olarak görenlere, sahiden, sınıf mücadelesinin ba’sübadelmevti gibi, bir anomali olarak görünmüş olmalı. Simetrik karşıtında ise, bunu uyuyan devin uyanması olarak görenler var; bazıları, belki sınıf mücadelesinin kendisinden de çok, onun zuhurunu sol-içi hasımlarına karşı bir koz olarak kullanmayı önemsiyorlar.
SINIF ÇELİŞKİSİ: HEP OLAN, ‘YENİ’ OLAN
Sınıf çelişkisinin bittiğini sahiden düşünen var mıydı? Onun tarihsel rolü ve biçimiyle ilgili tartışmanın neresinde durursanız durun, bir olgu olarak sınıfsal çelişkilerin inkârı, en yalınkılıç görececilikle bile mümkün değil. Dahası, kapitalizmin globalleşme süreciyle, metalaştırmanın dinamiğinin nüfuzunu ve şumûlunü olağanüstü artırdığı bir zamanda yaşıyoruz. Ancak olgusal gerçek, işçi sınıfının tarihsel rolüyle, sınıfsal ‘kimlik’le ve o role yazılan senaryoyla ilgili tartışmayı hükümsüzleştirmiyor. ‘Şüphe götürür’ diyerek bilgiççe kaş kaldırma manasında değil, sahiden bir tartışmadır bu; sınıf çelişkisinin ve mücadelesinin berdevam olduğunu tespit edip umumi vekâletname vermekle geçiştirilemeyecek bir tartışma.
Söz konusu tartışmada temel soru, işçi sınıfının özne rolüyle ilgilidir. Marx’ın devrimi, işçileri, mağdur ve mazlum oldukları için değil, üretim süreci içinde tabi oldukları çelişki icabı, o çelişkiyi aşarak geleceğin toplumunu kurma potansiyellerinden ötürü özne konumuna oturtmasıydı. İşçilerin örgütlenmesi, kapitalist üretim sürecinin yabancılaştırıcı işbölümünü aşarak üretimi özgür üreticilerin birliği sıfatıyla düzenlemelerinin idmanı, kertesi, mercii idi. Aynı zamanda, geleceğin komünist toplumsal örgütlenmesinin idmanı, kertesi, mercii. Kapitalizmin bugünkü örgütlenmesi, esnek yapılanmasıyla, ağ tipi örgütlenmesiyle, teknolojik verimlilik artışıyla maddî emeği tedricen ‘lüzumsuzlaştırmasıyla’ ve gayrı maddî emek biçimlerinin artan önemiyle, işçi sınıfının bir öncü özne olarak ‘lokalize’ edilmesini güçleştiriyor. Bir demir çelik kompleksi, ‘eskisi’ gibi hayatî ve eskisi gibi ‘kompleks’ değil. “Üreten biziz, yöneten de biz olacağız” sloganının ardındaki özgüven sarsılıyor. Oysa, 19. yüzyılın sanayi proletaryasının ‘ayrıcalıklı’ konumundan farklı olarak, bugün dünya nüfusunun çok daha büyük bir kısmı emeğin metalaştırılması sürecine tabi (şu meşhur ‘hizmet sektörünün büyümesi’ [tertiarisation] olgusu, bunun bir veçhesidir); diyebiliriz ki artık bütün dünya bağımlı çalışan, proleter (gerçekten herkes olmadığını elbette biliyoruz!). Büyük (lüzumundan fazla) refah artışına rağmen büyüyen yoksulluk, kapitalizmin lüzumsuzlaşmasının negatif görünümü ise; ‘herkesin’ proleterleşmesi ve üretimin esnek, kolektif, ağ tipi örgütlenmesinin imkânı da bunun pozitif görünümüdür. Ne var ki meşhur paradoks hükmünü yürütüyor: herkesin proleter olduğu yerde hiç kimsenin proleter olmaması! Nesnel değil, öznel bir paradoks. İnsanlardan söz ettiğimize göre ve öznellik bir tarihsel fail, bir ‘üretici güç’ olduğuna göre, hiç de yüzeysel, ‘sanal’ falan olmayan bir paradoks. Sözün özü: emekçilerin devrimci özneliğinin yeniden inşasını gerektiren bir tarihsel eşik bu. Enterkonnekte kapitalizme meydan okuyabilecek enterkonnekte bir ağın örülmesini gerektiren...
Etnisist-ırkçı tahakkümün, militarizmin ve cinsiyet rejiminin, sermaye birikim rejimiyle eklemlenen ama tarihsel olarak ondan türemeyen çelişkilerini ve bizzat sınıflaştıran, sınıf ayrımları kuran mekanizmalarını (“kadınların sınıfı”) içermek de bu enterkonnekte ağı örmenin bir gereği. Tekrar vurgulayalım: Yeni-uvriyerizmin kör noktası burası!
VAHŞİ KAPİTALİZM: ESKİSİ, YENİSİ
Şu refah-yoksulluk zıtlığına, kitlesel yoksulluğa ve açlığa, kapitalizmin kötülüğünün aşikâr görünümüne geri dönelim. Ki bu görünüm, naif, romantik anti-kapitalist ‘buğz’u helâl kılıyor... Post-endüstriyel, post-Fordist, post-modern, post-vesaire kapitalizmin, aynı zamanda vahşî kapitalizmin yeni sürümü olduğunu konuşmuyor muyuz kaç zamandır? İlkel birikim döneminin sömürü biçimlerinin geri döndüğü gözleniyor. Yedek işgücü ordusu tanımına sığmayan kitlesel işsizlik, sömürüden bile dışlanan bir “lüzumsuz” nüfus üretiyor. Zamanımızın proleteryası, prekaryadır: Güvencesiz, keyfî şartlarda çalıştırılan, kronik geçici işlere mahkûm, bir işe sahip olmakla işsizlik (veya işsizlik tehdidi) arasındaki müphem alanda bulunanlar... Geçen sayıdaki yazıda da değinmiştim; tıpkı kapitalizmin şafağındaki gibi, ‘lüzumsuz’, ‘serseri’, ‘tehlikeli’ addedilen, statüsüz bir kitle. Lonca artığı veya ‘çift bozan’ olmanın yüklediği bu kriminalize edici sıfatlar ve (vatandaştan-insandan saymayan) dışlayıcı muamele, kuşaklar boyu sanayi işçilerinin de sırtından inmemişti. Marjinal falan değildiler ama marjinalize ediliyorlardı. Bugün de esnekleşme sürecinde her iş güvencesizleşir, ‘prekerleşir’,[2] böylece nesnel-potansiyel olarak bütün çalışanları prekaryaya dahil eden bir meyil kazanırken, prekarya toplumsal olarak marjinalize ediliyor.
Vahşi kapitalizmin ilk sürümündeki, eski devrindeki emek hareketini, o zamanın sınıf mücadelelerini hatırlamakta, oradan ilham almakta fayda yok mu? (Tabii ki tekerrürden bahsetmiyoruz, onca tarihi yaşanmamış sayamayız.) Proletaryanın o kuşaklarının büyük bir davası, tanınma mücadelesi idi. “Lüzumsuzlar güruhu” addedilmeye direnmek, insan ve vatandaş olarak sayılmak. (Modern sosyalizmin erken döneminin Paris’te mülteci ve zenaat işçisi Almanlarca kurulan bir örgütü, gizli-konspiratif yapısıyla değil ama hedefleri ve adıyla bu perspektifi özetler: Horlananlar Birliği). Marx öncesi işçi hareketi ve sosyalist hareketine damgasını vuran bu dava, mağdur-mazlum konumdakinin insan onuruna sahip çıkma ve ‘sayılma’ mücadelesinin izini, bizzat Marx’ta ve Marx-sonrası sosyalizmde de sürebiliriz. Marx’ın yaptığı, emekçileri horlanmaktan kurtarma davasını, filantropik, velâyetçi bir dava olmaktan çıkarıp onları fail kılacak bir davaya dönüştürmesiydi.
FARK, EŞİTLİK, ONUR, ADALET
Express
Bu tercümeyi, kimlik çatışmaları etrafında billurlaşan çelişkiler ile, cinsiyet rejimi mücadeleleri ile sınıf mücadeleleri arasında, araçsallaştırıcı olmayan bir ağ kurmanın daveti ve anahtarı olarak da okumalıyız. Mağduriyetler arasında, özgürlük davaları arasında, kurtuluş teolojileri arasında bir konuşma kurmaya açılacak kapının anahtarı. Mesele’nin Mart sayısında Şükrü Argın’ın, Türkiye’nin yakın tarihindeki siyasî cinayetlerle yüzleşmeyi (sadece bunu) talep eden Toplumsal Bellek Platformu ile güvencesiz çalıştırılmaya isyan eden Tekel işçilerini beraber düşünmeye çalışarak zorladığı kapı... Adalet kapısı... Biliyoruz ki adalet biraz müphem bir kavramdır, eşitlikle özgürlük arasındaki ezelî gerilimi taşır; ama adaletsizlik hep aşikârdır. Adaletsizliklerin farkına varmak, farklı adaletsizliklerin, başkalarının uğradığı adaletsizliklerin farkına varmak, içi eşitlikle dolacak bir adalete açılır. Ama bunun için, önce, Şükrü Argın’ın söylediği gibi, gerçekten bakmak, gerçekten anlamak, gerçekten konuşmak lâzımdır.
Her halükârda, günümüzün emek mücadelesini, insan hak ve onuru etiğiyle birleştirmek, sadece Marx’tan Bloch’a, Benhabib’e uzatılabilecek bir fikrî rabıtanın değil, vahşî kapitalizmin eski/ilk zamanlarından kalan tarihsel tecrübenin de çağrısıdır. Marx’ın devrimci müdahalesi, sefalet, yoksulluk, dışlanmanın onursuzlaştırıcı, ‘insanlıktan çıkarıcı’ tahakkümüne karşı insanlık onurunu savunan bu tecrübenin içinde mayalanmıştı.
[1] http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=618&makale =20%20%DEubat,%20Bir%20%22Mutabakat%22%20G%F6sterisi
[2] Précaire, precarious, prekär: müşkül, güvensiz, istikrarsız, iptal edilebilir.
[3] Seyla Benhabib, “Utopie und Anti-Utopie”, Blätter für deutsche und internationale Politik, 12/2009, s. 75-85. Bu yazıya dikkatimi çekti€i için Dilek Zaptçıo€lu’na teşekkür.