Yıllar ve belki de bir on yıl geçtikten sonra, eğer Ortadoğu’da yeni/yeniden bir statükonun teşekkül ettiğinden bahsediliyor olacak ise; Kobanê direnişi herhalde bu duruma geliş sürecini belirleyen dönüm noktalarından biri olarak anılacaktır.
Şüphesiz; bütün bu türden anlam yüklü/yüklenebilen her olayda olduğu gibi, Kobanê direnişinin de nasıl ve ne derecede anlamı, önemi ve belirleyiciliği olduğu, onun içinde yer aldığı genel/bölgesel duruma nereden, hangi, nasıl bir siyasal amaç doğrultusunda bakıldığına göre değişir.
Ancak, herhalde bütün farklı siyasal yaklaşımlar hoşlarına gitsin veya gitmesin şu objektif gerçeği teslim etmek zorundadırlar ki; Kobanê direnişi ile Kürtler dünya siyaseti sahnesinde fiilen bir “ulus/devlet muamelesi”ni hak ettiklerini tescil ettirmişlerdir. Bundan sonra sorun onların bu hakkı kendileri ve bölge için nasıl bir varoluş doğrultusunda kullanacaklarıdır.
Kürtler bir ulus-devlet olarak en azından fiilen tanınmanın yarıdan fazla yolunu Irak Kürdistan Yönetimi’nin idare ettiği alanda yirmi yıldır oluşturup sürdürdüğü “istikrar ve güven” ortamı ile ve “bölge standartları”nın üzerinde bir demokratik düzeni yaşatabilmesi ile zaten almıştı. Eğer şimdi Kobanê ile kalan yolun da geçilip, “eşiğin atlandığı”ndan söz ediyorsak, bunun Kobanê direnişinin hangi özellikleri nedeniyle olduğunu da tesbit etmemiz gerekir.
Şüphesiz bu noktada önemli olan, bir özellikler listesi yapmak değil, hangi özelliklerinin Kobanê direnişini özgün ve anlamlı kıldığına ve onu “dünya siyaseti”nin ağırlık merkezleri ve referansları açısından “Kürtlerin rüştlerini ispat etmeleri”nin kanıtı saydıklarına dair bir belirleme yapmaktır. Sadece “Kürt siyaset(ler)inin” değil, onunla ilişkisi olacak diğer güç ve siyasal öznelerin takip edeceği politikalar öncelikle bu noktadan belirlenecektir. Ve bu zaten yapılmaktadır da. Aşağıda bu noktanın açımlanmasına çalışılacaktır.
Belirtmeye gerek yok ki; bir sorun bir ulusun ismiyle tanımlandığı takdirde onu ulus-devlet formatının empoze ettiği bir yaklaşım ve mantık içinde ele alıyoruz demektir. Her ne kadar epeyce uzun bir süredir tüm dünyada, bölgemizde ve ülkemizde ulus-devletin geçerliliğini tümüyle yitireceği bir döneme/sürece girildiğinden söz ediliyor ise de; bu tesbitin uzanımında geliştirilen “kimlik hareketleri”, çok kültürlülük politikaları son analizde aynı ulus-devlet(çi) yaklaşım ve mantığın sürdürülmesinden, çeşitlendirilmesinden başka bir şey değildir. Ancak, insanın insanlık öncesinden tevarüs ettiği sürüye ait, onunla var olabilme içgüdüsü/ihtiyacından beslendiği için bu denli “doğal olarak” içselleştirilen ulus-devletçi yaklaşım ve mantığı aşabilecek olgunluk düzeyine henüz ulaşamadığımız için; en fazla tasarlayabileceğimiz, yapabileceğimiz şey, o yaklaşım, mantık ve formata mümkün olabilecek dereceye kadar salt insani değer, kural ve edinimi nüfuz ettirebilmektir.
Şüphesiz ki şu son cümle, bölge devletlerinin ve onları yöneten siyaset kadrolarının hiçbiri için geçerli değildir. Onlar açısından naif, gerçekçilikten yoksun ve hatta “zararlı” bir tutumdur.
Fakat, böyle olmakla birlikte, başta bu devlet ve yöneticileri olmak üzere konuyla ilgilenen herkes Kobanê direnişi dolayımında tam da işte bu insanî öz, yani uygarlaşmanın “özü” ile, insanlık öncesi, dışı hatta karşıtı arasındaki ayrım üzerinden –de– karar vermek zorunda kaldılar. Bu durumu yaratan elbette ki Kobanê’ye saldırarak kuşatan IŞİD’in herhangi bir savaş gücü, hatta bir terör örgütü olmanın da ötesinde tam teşekküllü bir uygarlık düşmanı, tüm insani değer ve edinimlerin adeta antitezi olduğunu neredeyse apaçık ve “bilinçle” sergileyen bir oluşum olması idi.
IŞİD’in bu karakteri ilk kez Kobanê’de ortaya çıkmış veya fark edilmiş değildi. Daha Kobanê önlerine gelmeden önce onun vahşet gösterileri bizzat kendisinin propaganda aygıtlarınca özellikle reklam edilmişti. Ancak o sırada IŞİD kendisiyle ölümüne bir hakimiyet savaşına tutuşmuş güçlerle harp halindeydi. İki tarafın birbirine reva gördüğü vahşetin, “savaş hukuku”nu pervasızca çiğneme tutumunun kıyaslanmasında sadece derece farkından söz edilebilirdi.
Oysa şimdi IŞİD, Suriye’yi kasıp kavuran iç savaş cehenneminden kendisini ayırmaya çalışan, o savaşın teşekkül etmiş cephelerinden herhangi birinin yanında yer almak istemeyen, bu koşullar altında varlığını, hayatını korumak için örgütlenmiş bir bölgeye ve halkına saldırmaktaydı.
Kobanê, Suriye’deki diğer Kürt “kanton”ları gibi yöre halkının seçimiyle görevlendirilmiş meclis ve komiteleri ile kendini yöneten, uygarca bir hayatın kural ve kurumlarını oluşturup yaşatmaya çalışan, Kürt ve Müslümanların dışındaki “azınlık”lara da eşit haklar tanıyan, kadın nüfusun eğitim, kültür ve katılım düzeyini yükseltmeye gayretli bir bölge, bir girişim idi. Onun bu nitelikleri ile az önce belirtilen IŞİD’in karakteristiği karşı karşıya geldiğinde manzara iki farklı dinî, mezhebî veya etnik topluluğun/gücün çarpışması olmanın ötesinde, uygar olma ve bunu geliştirme girişimi ile bunu reddetmenin, ona meydan okumanın cepheleşmesi olarak göründü, algılandı öncelikle.
O nedenle de, siyasal görüşü, amacı ne olursa olsun, Kobanê olayına ilişkin alınacak tavırlar ilkin ve esas olarak bu koordinata göre tasnif edilecek, değerlendirilecekti. Örneğin, TC devletinin en yetkili kişisi olarak Tayyip Erdoğan’ın “bizim açımızdan IŞİD ile –Kobanê savunmasını örgütleyen– PYD’nin farkı yok” demesi ile sergilediği “tarafsızlık”ın mahiyeti önce burada tesbit edilmelidir.
Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin ve onun gibilerin IŞİD’in şahsında bir –modern– uygarlık reddi kararlılığı görüp ürpermesi, bir parça ürperti duysa dahi tavrını buradan hareketle tayin etmesini umuyor değiliz. Onlar Sünni-Türk bir ulus-devletin politikasını yönetenler olarak Kobanê olayını da “ezeli” Kürt sorunlarına ilişkin geleneksel ulus-devletçi perspektifleri içinde algıladıkları diğer olaylardan pek de farklı olmayan bir olay olarak tanımlayabilmenin peşindeler. Kobanê’nin –PKK ağırlıklı– bir kendi kendini yöneten birim olmasından başından beri rahatsız olan ancak askerî olarak da müdahale edemediği için aslında IŞİD saldırısı ile bu “pürüz”ün “temizlenme”sinden memnun olacak olan TC devletini yönetenler, ortada IŞİD heyûlası varken ne bu beklentisini açığa vurabilir ne de Kobanê’nin imdadına koşulması çağrılarına olumlu cevap verebilirdi. Dolayısıyla Bay Erdoğan’ın Kobanê’deki çarpışmaların en kritik döneminde “Kobanê düştü düşecek” demiş olması, nesnel bir tahmin veya tesbit değil, tamı tamına bir niyet ifadesi idi.
Öyle sanıyoruz ki, AKP zihniyetinin yönettiği TC devletinin Kobanê tam düşüyorken müdahale etmek gibi bir plânı vardı. Eğer bu planın yürürlüğe konacağı koşullar oluşur, kente tamamen hâkim olmak üzere olan IŞİD güçleri TC ordu birliklerince şehirden atılmış olursa; “bir aydır Kobanê’yi savunan –kahraman– PKK” imgesi soluklaşıp yerini “kurtarıcı Türk devleti” imgesine bırakmış olacaktı. Bu imgenin halesiyle AKP yönetiminin “Kürt sorunu”nu çözüyormuş gibi yapma politikasının en azından miadını uzatacağı da besbelli.
Eklemek gerekir ki; Kobanê direnişinin odağında PKK-PYD’nin yer alıyor oluşu, sadece TC devletinin değil, Irak Kürt yönetimi de dahil Kobanê’ye, IŞİD saldırılarına karşı kurulan “Batı” ağırlıklı devletler ittifakının da duruma “düştü düşecek” noktasında esaslı müdahalede bulunma politikasının esas nedenidir. Türkiye de dahil bütün medeni ülkeler kamuoyunda Kobanê; özyönetimi, cephede çarpışan okul çağındaki genç kızları, taassuptan uzak tavırları ile; özellikle IŞİD’in apaçık insanlık-uygarlık düşmanı görüntüsünde daha da parlayarak saldırıya uğramış bir uygarlık adacığı izlenimini yaratmış, böylece o dünyanın gayet yoğun ilgi ve sempatisini kazanmıştı. O ilgi ve özellikle sempatinin direnişin odağındaki PYD-PKK’ya yansıyacağı da bellidir. Bunu, en azından şu noktada Türkiye devleti hiç istemediği gibi “müttefik devletler” de ve Irak Kürdistanı’nı yöneten kadro/siyasal eğilim de istemez. IŞİD’i durdurmak ve püskürtmek için yapılan askerî müdahalenin zamanı, türü ve yoğunluk dereceleri de hiç şüphesiz buna göre ayarlanmıştır.
Aslında fazla da ilginç olmayan bir noktaya da değinelim. Türkiye’de ancak “ılımlı İslamcı” denilebilecek AKP’ye onca öfkeyle, neredeyse bir nefret diliyle karşı çıkan “ulusalcı” kesimler, AKP’ye, AKP’nin kendisine bile rahmet okutturacak IŞİD Kobanê’ye saldırdığında milliyetçilikleri ile İslamcılık karşıtlıkları arasında bir süre yalpaladılar ve Kürt-PKK “alerjileri” ile İslamcılık karşıtlığını eşit dozda içeren bir “tarafsızlık”ta/“nötr”lükte karar kıldılar. AKP’nin milliyetçilik ile İslamcılığı eş dozda karıştıran tarafsızlığı ile onların –ulusalcıların- tarafsızlığının farkını her ikisi de gayet önemseyebilir. Ama zihinleri bunların birisiyle veya karışımıyla bulanmış olmayanlar için de her ikisine karşı “tarafsız” olmaktan, yani her ikisinin karşısında olduğu taraf olmaktan başka bir tutum olamaz.
Demek oluyor ki; sorunlara, özellikle de yakın bölgemizde, Ortadoğu’da cereyan etmekte olan iç savaşlarla daha da ağırlaşıp boyutlanan sorunlara, temel aldıkları milliyetçiliklere göre farklılaşan ve çatışan ulus-devletçi yaklaşımlar, Kobanê olayında beliriveren uygarlık ve uygarlık düşmanlığı sorunsalına şöyle bir değinip, olayı yine alışık oldukları çerçevelerin içinde yorumlayıp, hesaplarını ve politikalarını kısmen revize etmekten öteye gitmediler ise de...
“Kobanê olayı” ile zihinlere yerleşen o sorunsal hem Kürt sorununa, hem de onun artık ayrılamaz şekilde iç içe geçtiği genel “Ortadoğu sorunu”na; yani Ortadoğu halklarının bölgedeki yüzyıllık artık fiilen geçersizleşmiş statükonun nasıl “yeniden” kurulabileceği sorununa aydınlık bir perspektif türetebilir.
Örneğin PKK, Kobanê üzerinden bu imkânı görebilir; Kobanê’ye ülke, bölge halklarının ve tüm dünya kamuoyunun ilgi ve sempatisinin giderek yoğunlaştığı direnişin ilk haftalarında önayak olduğu kitlesel destek gösterilerini bu amaçla yönlendirebilirdi. Elbette özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu şehirlerde bu gösterileri o amaç dahilinde düzenlemenin çok ciddi güçlükleri vardı. Kobanê’de bir can pazarı yaşanıyor, oraya ulaştırılmak istenen her türlü yardım, imdatlarına koşma çabaları engelleniyordu. Bunun doğurduğu tepkinin büyüklüğünü tarife gerek bile yoktur.
Ama tam da bu noktada, Kobanê’de gerek PKK, gerekse de tüm Kürtlük ve bölge halklarının geleceği açısından tarihsel önemde olacak bir dönemecin yaşanmakta olduğu bilinciyle hareket edilmelidir. Bu nedenle de o tepkiyi “dengelemek”ten de öte bastırmak gerekir. Çünkü söz konusu tarihsel eşik, Ortadoğu halklarının övünebilecekleri uygarlık mirasının canlandırılmasıyla ancak bu sayede atlanabilirdi. Eğer siyasal karar vermenin, öncülük ve önderlik etmenin gerçek bir işlevi var ve olacak ise; tam da böylesi zaman ve durumlarda olacaktır, olmalıdır.
Ancak böyle olmadı. Destek gösterilerinin çığrından çıkması, kimler tarafından fitillenmek istendiği meçhul olsa da adeta bir Kürt iç savaşı başlatılmışçasına kanlı sahnelerle, linç teşebbüsleri, yakıp yıkma ve yağmalamalarla hatırlanacak bir manzaranın ortaya çıkması; sadece gayet meşru destek gösterilerinin üzerine ağır bir gölgenin düşmesine yol açmadı; aynı zamanda yukarıda vurgulanan imkânı büsbütün yok etmedi ise de ciddi ölçüde kısıtladı. O nedenle Kobanê’ye destek gösterilerinin kan ve şiddet sahneleri AKP çevreleri, milliyetçi veya ulusalcı odaklar tarafından tepe tepe kullanıldı. Çünkü o sahnelerin Kobanê’nin ışığını sönükleştireceğini biliyorlardı.
O imkânı büyük ölçüde heder etmenin veya önemsememenin bıraktığı boşluğa dinle sıvanmışından ladinisine hatta “solcu” –nasyonal sosyalist– etiketlisine kadar her türden milliyetçiliğin, hücum ve işgal etmesine şimdilik ne yazık ki katlanmaktan başka bir şey yapamıyorsak da...
Kobanê üzerinde tanık olduğumuz o ışıltıyı gürleştirmekten başka çaremizin de olmadığını her an hatırlamaya hazır olmamız gerektiğini de bilelim.