Yıllar önce Cemal Süreya ile dünya ahvalinden konuşurken Bertrand Russell’ın da adı geçmişti; Cemal, “Dünyanın en küçük devleti” diye nitelemişti onu. Bütün temel ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla karşılayan, bu anlamda kendine yeterli, dolayısıyla da herkese karşı bağımsız, davranışlarının motivasyonunu da kendinden, vicdanından edinen bir insan tipini kastediyordu. Sonra, Sartre’ı da eklemişti. O sıralar –altmışların sonları– böyle iki küçük devlet vardı dünyada.
Yakınlarda Aziz Nesin ile Mehmet Ali Aybar’ı ardarda kaydedince Cemal’in bu nitelemesi aklıma geldi. Türkiye’de bu iki insan, o tanıma en iyi uyan istisnaî birer kişiliğe sahiptiler.
Epey farklı, ama en çok aynı ülkenin ortak sorunlarıyla boğuşarak yaşadıkları için, epey benzer özellikleri vardı. Aslında sert insanlardı; çünkü mücadele sertleştirir: ayrıca, güçlü bir kişiliğin kimyasal bileşiminde de ister istemez bir sertlik ögesi bulunur. Aynı zamanda, vicdanına aykırı bir iş yapmamış insanlara özgü âsudelikleri ve başına buyruklukları da vardı.
Türkiyeli, ama bir yandan da, belirgin bir biçimde, dünyalıydılar. Bu yalnız belirli dünya sorunlarına etkin bir katılımları olmasıyla –sözgelişi, Aziz Nesin’in Rüşdü olayına, Aybar’ın Vietnam’a– sınırlı değildi. Söyledikleri ve savundukları şeylerde de yerellik ya da ulusallıkla yetinemezlerdi.
Akranları arasında başları –manevi anlamda– biraz daha yüksekten seçilen kişiler, zorunlu olarak, yapılarında bazı çelişkiler barındırırlar. Ama bu onların zaafı değil, güç kaynağıdır genellikle; “şizoid” bir bölünme ile mefluç olmaz, o çelişkilerden enerji alırlar, yakıt alır gibi.
Çünkü son kertede hayat kendisi son derece karmaşıktır ve insan aklı her şeyin sentezini yapamaz. Daha az cesur olan insanlar, çok zaman “tutarlılık” adına, çelişkiden kaçarlar. Ama işte böylece ulaşılan tutarlılık, bazı şeylerin varlığını görmeyi reddederek erişilmiş bir tutarlılıktır. Onun için sığdır, yaratıcı da değildir.
Nesin ile Aybar’ın pek çok düzeyde işaret edilebilir çelişkileri vardı, hep oldu; burada yalnız ortak bir özelliklerine değineyim. İkisi de, Türkiye’de “demokrasi” fikrinin derinleşmesine, genişlemesine çok önemli katkıda bulunmuş düşünürlerdi ve ikisi de son derece mütehakkim bireylerdi – kimseye “tahakküm etmek” istedikleri için değil, güçlü kişilikleri kendiliğinden ancak öyle varolabildiği için.
İkisiyle de uyuşmadığım, anlaşmadığım birçok konu vardı. Ama anlaşmamak, böyle insanları oldukları gibi kabul etmemek ve saygı duymamak anlamına gelmiyor. En çok şaştığım yanları (bu, ikisinde de vardı), hayatları boyunca tamamen ikonoklast bir tavır benimsemeleri ve gerçekten çok önemli tabularla savaşmalarına rağmen, Türkiye’nin resmî tarihine karşı benzer bir çabaya girmemeleridir. Bu herhalde bir kuşak özelliği. Yani, o resmî tarihin önemli bir kısmını, gençliklerinde, “ilericiliğin Türkiye’deki tarihi” olarak yaşamış aydınlarda, bu geçmişe bakışta bir hoşgörürlük, bağışlayıcılık gözlemleyebiliyoruz.
İkisinin de dost, arkadaş çevreleri bir hayli geniş olmakla birlikte, aslında birer “yalnız adam”dılar. Aybar, eski bir örgütçü olarak, kişisel dost çevresinin yanısıra bir siyasî yoldaşlar grubuyla varoldu, bu küçük çevrenin yok olmasına izin vermedi. Bir anlamda, bir parti nüvesinin içinde yaşadı – ama altmışların TİP’inden sonra o nüve bir türlü gerçek bir parti haline gelemedi. Aziz Nesin ise sınırları belirli işler çerçevesinde hep değişik insanlarla birlikte bulundu -bulunabildiği kadar. Son yıllarında Aziz Nesin solcu dünya görüşünü daha çok “radikal” diyebileceğimiz bir davranış biçimiyle birleştirdi. O davranış biçiminden ötürü de son yıllarda adı “provokatör”e çıktı (bunu bir “suçlama” ya da “övgü” olarak söyleyenler oldu, ama yargıda birleştiler). Aslında Aziz Nesin’in acelesi vardı. Ömrünün sonuna gelmiş ve özlediği pek çok şeyin gerçekleşme noktasından çok uzak olduğunu görmüştü. Dolayısıyla, her fikrini paldır küldür, insanları o fikirlere hazırlamakla vakit kaybetmeden, söylemeye başladı. Tabiî, çok tepkiyle karşılaştı.
Sanırım ikisi de dünyaya, özellikle de Türkiye’ye, umduklarını bulamamış olmanın acısıyla bakarak aramızdan ayrıldılar. Bu, Türkiye’de çok aydının kaderi oldu, daha da olacak. Ama ikisi de, istediğimizden yavaş değişen ve dönüşen bu ülkede, sonunda ergeç yeşerecek pek çok tohum ekmeyi başardılar. Onun için, bunca kavga, bunca sıkıntı, semeresiz olmadı – diye umuyorum.
MURAT BELGE