“Efharisto”
GÜRSEL KORAT
HERKÜL MİLLAS
Yunan
Ulusunun
Doğuşu
İletişim Yayınları
İstanbul 1995
Herkül Millas’ın Yunan Ulusu’nun Doğuşu adlı araştırmasını büyük bir zevkle okuduktan sonra yazarının emeğini övecek söz bulamıyorum.
“Yunan kimdir” sorusuna verilecek gelenek dışı bir yanıta ulaşmanın yolu Millas’ın kitabından geçiyor.
Lisede öğrenciyken “sayıca kalabalık Yunan ordusunu çok küçük sayıdaki bir asker topluluğuyla yenen imanlı Türk akıncılarının” menkıbeleriyle dalga geçerdim; zamanla bu tarzdaki bir tarih anlayışının yaşlanmış bir tarih öğretmeninin safiyane bir inancı olmadığını, aslında tüm resmî tarih anlayışının blok olarak böyle olduğunu gördüm. “Kanı bozuk” deyimi, günlük dilde “Yunan tohumu” veya “Ermeni piçi” olmakla eş anlamlıydı; “Palikarya” bir hakaret deyimi idi; “Moskof” satılmışlık kavramıyla denkti; iyi de neden biz, hep biz Türkler “en iyi” idik?
Bizans’ı konu alan Türk filmleri ve çizgi romanlar aklıma geliyor; “kahpelik yapmaya hazır” olan prenses güçlü ve yağız bir delikanlının kollarına atılır, onun inancına ve yiğitliğine hayran kalır. Hödük Rum prensi ise boynuzlanmış olması bir yana, eğri ağızlı zalimin biridir; kahramanımızın onu öldürmesi için gerekli bütün koşullara sahiptir.
Bu ideolojik argümanlar gücünü resmî tarih anlayışından alıyordu. Güzel ama resmî tarih anlayışının söz düzeni gerçekte bir “sanat eserindeki” şiddetin sağlamlığı kadar sağlam mıydı? Hayır, çünkü bu ülkeyi dün fethetmiş de şimdi kovulacakmış gibi tedirgin bir söz düzeniyle konuşmanın ve Ortaçağın zorba yöntemlerini halen savunduğunu zımnen ifade etmenin hiçbir sağlamlığı olamaz. İnsan haklarıyla ilgili kavramların hiçbirinin olmadığı bir çağın yöntemlerine yapılan övgü, orman yasalarıyla birbirbirini boğazlayan Ortaçağ devletlerinin yöntemlerini övmekten başka bir anlam taşımaz.
Millas’ın incelemesi “Ulusun ve Ulusçu İdeolojinin Tanımı” ile başlıyor. Ulusçuluğun ne olduğu konusunda dayandığı temel iki tez olduğu öne sürülebilir:
a) Ulusçuluk ortaya çıkan veya gelişen değil; dünyaya egemen olmuş bir ideolojidir.
b) Ulus, ulusçuluğu doğurmaz, ulusçu ideoloji ulusu ortaya çıkarır.
Yani bütün uluslar çok eski ve değişmez kökenleri olduğunu sanırlar. Bu geçmiş, ölümsüzdür, üstelik geçmişten bugüne bütün halinde aktarılagelir. Örneğin Osmanlıların Türklüğü yaymak için İstanbul’u aldıkları menkıbesine sorgulanmadan inanılır. Battal Gazi’nin bile “Türkçe’nin bir savaşçısı” olduğunu yazanlar, ulusun hep aynı ve değişmez istençle hareket ettiğine inandıkları için olayı böyle görürler.
Oysa ulusçuluk doğmadan ulus için hareket etmek sinema filmi icat edilmeden film seyretmeye benzer. Öte yandan “ulusal tarih” denen şey, böyle bir anakronizm olmadan da “resmî tarih” haline gelemez ve ideolojik zeminini kendi açısından haklı (doğru değil, haklı) kılamaz. Ulusçuluk doğmadan çok önce Kutsal Pederler’in 4. yüzyılda antik Yunan uygarlığına karşı oluşlarının, 15. yüzyılda patrik Skholarios’un “ben Hellen değil, Hıristiyanım” demesinin, Fener Patriki’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmaya karşı geldiği halde patrikhanenin kapısında asılmasının ulusçu ideoloji açısından başka “gözyaşartıcı ve duygusal” nedenlerini icat etmek zor değildir. Çünkü ulusçu ideoloji olanı anlamak değil, olması gerekeni icat etmektir.
Yunan Aydınlanması 18. ve 19. yüzyıllarda başladığına ve kiliseye karşı başka bir ideolojiyi dayattığına göre, Millas’ın kitabından yola çıkarak tarih sırasına göre ve maddelerle gösterdiğim şu oluşumlara bir bakmamız gerekiyor:
1- Yunanlılık “vatandaşlık” fikrinin tecellisi olarak Fransız Devrimi’nden esinlenmiştir. Yani başlangıçta Türk-Yunan farkına dayalı bir bloklaşma yoktur, tam tersine ezen (tiran) ile ezilen (yoksul halk) arasındaki çelişkiler öne çıkartılır. Bu, ülkenin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) anayasal bir zeminde yönetilmesi isteminden başka bir şey değildir. Bu durum kilisenin de işine gelmez; dahası “vatandaşlık hakları”nı savunanlar kilisenin hiç hoşuna gitmeyen bir şeyi, Antik Çağ Yunan düşüncesini de savunmaya başlarlar. Millas şöyle yazıyor: “Rigas’ın Osmanlı tarihçiliği ve dolayısıyla çağdaş Türk tarihçiliği açısından (pek bilinmeyen) ilginç bir konumu vardır. Rigas, Osmanlı İmparatorluğu içinde demokratik bir devrim gerçekleştirmek isteyenlerin herhalde ilkidir. Dünyanın en güzel devleti diye nitelendirdiği Osmanlı Devleti içinde bütün ulusların din ve dil farkı gözetilmeden.. bir arada yaşayacakları bir düzen kurmak için mücadele etmiştir.” (s. 86-87)
2- Fener Patrikhanesi ve Fenerli tutucu güçler Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemişlerdir.
1798’de Osmanlı-Rus Anlaşması imzalanıp da Fransızlara karşı Avrupa’nın tutucu devletleri birleşince, Fransa’dan esinlenmiş yenilikçi fikirleri “mahkûm etmek” Fener Patrikhanesi için daha sakınımsız yapılabilecek bir iş haline geliyor. Ayrıca Rigas’ın Anayasa olarak önerip yayımladığı fikirlere karşı Patrikhane “Pederler Öğretisi” adı altında yanıt veriyor:
“Öğretide dile getirilen temel anlayış şöyledir: a) Politik düzen ve gelişmeler Tanrı buyruğudur, karşı çıkmamalı, onları değiştirmeye çalışmamalıyız; b) insanlar onlardan yüce olan bir ‘baş’a boyun eğmeli, büyüklere itaat etmeli, yöneticilere karşı çıkmamalıdır; c) özgürlük, sağlanamayacak ütopik bir düştür, demokratik yönetim anarşiyi ve mutsuzluğu getirir; d) amaç ruhumuzu kurtarmak olmalıdır, bunun için bu dünyada ne denli acı çekersek öbür dünyada bizim için o denli iyi olacaktır; e) Batı’dan kaynaklanan yeni fikirler bir şeytan oyunudur, ona kanmamalı, Osmanlı Yönetimine sadık kalmalıyız, çünkü Osmanlı yönetimi bir Tanrı buyruğudur.” (s. 134-35)
Görünen o ki, din, ulusçuluğun temel hareket noktası değildir, üstelik onun karşısında kalmıştır. Çünkü Fener Patrikhanesi ve Kudüs yeni fikirleri aforoz ederken ulusalcı güçler onları sultanın sömürüsüne ortaklık etmekle suçlamışlardır.
İzmirli Adamantios Korais, “Pederler Öğretisi”ne yanıt verir: “Kardeşlik Öğretisi.” “Rigas’ın coşkuyla savunulduğu bu yazıda, Patrikhane’nin aptal ve ters öğretisi sert biçimde eleştirilir. Osmanlı yönetiminin müstebit bir yönetim olduğu savunulur ve cumhuriyet idealleri övülür.” (s. 159) Korais’le birlikte ulus fikri çok daha belirgin temalara yaslanıyor, “Rum” olmak reddediliyor, “Grek” olmak benimseniyor; Osmanlı ülkesini kapsayan genel bir cumhuriyetçilik fikri yerine ayaklanmış Yunanlıların anayasacı devletinin savunusu yapılıyor. Bunda Tepedelenli Ali Paşa ile Pazvantoğlu Osman Ağa ayaklanmalarının etkisi olmalıdır.
3- Zamanla güç dengelerinin değiştiği gözleniyor. Ulusal bağımsızlık kazanılıp da Atina’da başka bir patrikhane açılınca, din yeni bir etken oluyor. Üstelik “Türk” sözcüğü hem köylü, hem tiran, hem de Müslüman anlamında kullanılabildiği için “düşmana” yapılan vurgu değişiyor: “Türk” sözcüğüne psikolojik bir boyut ekleniyor.
Yeni ideoloji Fenerlilere düşman, ancak rejim konusunda tutucu bir sentez olarak ortaya çıkıyor. Bunun ideologu ise Zallonis olarak göze çarpıyor:
Zallonis’e göre, “Yunanistan’da aristokrat sınıfı yoktur, demokratik yönetimin ise şansı yoktur, çünkü halkta gerekli eğitim ve erdem yoktur.” (s. 198) Zallonis anayasaya dayalı meşruti bir monarşi ister. Çünkü demokrasi ancak Tanrılardan oluşan bir ulusa özgü yönetim biçimidir, Yunanlılar da Tanrı olmadığına göre, en kestirme çözüm Monarşi olur.
“Türk”, artık bağımsız Yunanistan’ın resmî ideolojisinde travmatik bir köşetaşı olarak varolacaktır, tıpkı “Kalleş Yunan” fikrinin Türk algısının köşetaşı olması gibi.
4- Ulus bir “bütün” değildir; çelişkileriyle bir toplamdır. Dolayısıyla “Yunan” bir blok değildir. Jön Türklerle anayasacı fikirlerin düşmanı İstibdat yönetimi nasıl Osmanlı’yı “tek” yapmıyorsa öyle.
“Yunan İhtilali, tüm ‘Yunanlılar’ın katıldığı bir hareket değildi. Bu biçimde bir yorum, tarihi bir ‘uluslar’ mücadelesi olarak gören ve temelde geçen yüzyıl oluşan bir görüşten kaynaklanmıştır.” (s. 246)
“Bu dönemdeki mücadeleye katılanlar (Müslüman/Hıristiyan ya da Yunan/Türk olarak değil de) ‘cumhuriyetçi/tutucu’ olarak sınıflandırılmazsa tarih yorumlanamaz, olaylar anlaşılamaz. Patrik’in neden Rigas’a ve Korais’e karşı çıktığı, Rigas’ın neden (Türk-G.K) Pazvantoğlu’na hayran olduğu, (Yasa Yönetimi anlamına gelen-G.K) Helen Nomarşisi’nde neden kiliseye saldırıldığı açıklanamaz.” (Aynı yerde.)
5- Türk ve Yunan resmî tarihçiliği yanlışlarla doludur. Bu konuda ulusçu tarih anlayışının büyük etkisi vardır. Korais’in padişah dostu saydığı Fener Patriği V. Gregorios, Yunan tarihçiliği tarafından uzun süre “ulusal şehit” olarak adlandırılıyor. Benzer bir yaklaşım da Niyazi Berkes’te görülüyor: Patrikhaneyi Yunan nasyonalizmini geliştirmekle ve Patrik’i “Megali idea”nın peşinde gitmekle suçluyor. Türkler Yunanlılar’ın eşit olduklarını her fırsatta belirtiyorlar, arkasından da azınlıkların neden Babıali’den izinsiz kilise bile yapamadıklarını, neden fazla vergi verdiklerini, kimi zaman kaldırımda bile yürümelerinin yasaklanmasını olağan bir şeymiş gibi yazabiliyorlar. Osmanlı barış dönemi zavallı bir ütopyadan ibarettir, “Osmanlıların dinde zorlama yapmadıkları” ise ikiyüzlü bir yalandır.
Milyonlarca spermden yalnızca birinin yumurtayı döllediği ve rastlantının “bina” ettiği biyolojik varlığımız, başka bir spermin “ataklığı” sonucu hüsrana uğrayabilir ve yeryüzüne gelmeyebilirdik.
Öyle görünüyor ki ulus, tarih içindeki kimi “atak” güçlerin ve ilişkilerin oluşturduğu siyasal bir birliğin ideolojik ifadesinden başka bir şey değildir. Buna olan inancımı Pazvantoğlu’nun 1797’deki, başarısız ayaklanması ile Tepedelenli Ali Paşa ayaklanmasının pekiştirdiğini söylemeliyim. “Tepedelenli bağımsız bir yönetim kurduğu halde tutunamadı. Belki de bu yüzden Toskalar diye bir Cumhuriyetten söz edemiyoruz” (s. 67) şeklinde yazan Millas, Kavalalı Mehmet Ali’nin bir Türk olarak Mısır’ın temelini atmış olmasını anlamamıza ışık tutuyor.
Ulus “subjektivitenin eseri olarak varolmuş bir objektivite” olmalıdır; ırksal bir temeli olduğu iddiası basit bir safsatadır.
Türk Ulusal Kimliği sorununu Yunan Ulusu’nun konu edildiği bir yazıda tartışmak istemezdim; ancak merkezini İstanbul olarak seçtiğimiz bir coğrafyada birbirine siyasal bakımdan sırtını dönmüş Türk-Yunan devletlerinin Balkanik kültür olma bakımından yüzyüzeliğini vurgulamak gerekiyor.
Millas’ın “Türk ulusunun doğuşu bağlamında ele alınabileceği için” değinmemiş olduğunu sandığım bir konuyu burada vurgulamak gerekiyor: Türk ulusunun doğuşu “Filiki Eterya”dan (bizdeki adıyla ‘Etniki Eterya’dan) esinlenen Osmanlı subaylarının İttihat ve Terakki’yi kurmalarıyla başlamış olmalıdır. İbrahim Temo ve Resneli Niyazi İttihatçıdırlar. Balkanlar’da ‘anayasacı’ bir direnişin doğması ve bu sürecin 1908 ile 1923 gibi iki siyasal ifadesi tesadüf değildir.
Türkler, Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar ve Makedonlar... birer ‘Balkan sendromu’ sayılabilirler. Ancak ulusal ideolojinin doğuşu mitolojik ve dinsel faktörlerle anakronik bir senaryo haline getirildiği için, ortak bir sendromun ürünü olan halklar zaman içinde birbirlerine yabancı hale gelmişlerdir.
‘Sendrom’dan kastettiğim şey, ulusçuluğun Doğu Avrupa’ya özgü boyutudur. Tanıl Bora, ulusçuluğun ikili karakterine değinirken bu ‘sendromu’ görmemizi kolaylaştırıyor: “Milliyetçilikle ilgilenen bütün belli başlı teorisyenler, milliyetçiliğin iki tip olduğu üzerinde birleşiyorlar. Biri teritoryal (toprak/sınır) esasa veya yurttaşlık esasına dayalı, çoğunlukla Batı Avrupa ‘normallerine’ atfedilen milliyetçilik; diğeri, etnik köken veya kültürel-tarihsel-dilsel milli kimlik esasına dayanan, çoğu kez Doğu Avrupa’ya atfedilen milliyetçilik.” (Bilgi ve Hikmet, Yaz 1993, s.3 s. 86) Bora, Türk kimliğinin Batı ve Doğu ulusçuluğun gerilimi arasında kaldığını belirtiyor.
İşte resmî tarihin anakroniği bence buradan çıkıyor: Balkanlar’dan kopuşumuzun siyasal zemini “din” yapılırken, Balkanlıların ‘hain evlat’ sınıfına konması yaşadığımız kopuş sendromunu normalleştiriyor. Tanıl Bora’nın yazdığına göre Atatürk “Balkan halklarını Orta Asyalı ve aynı kandan gelme soylar” olarak niteliyordu. (Bilgi ve Hikmet, 1993, s.3 s. 92) Dış ilişkilerinde laik ve teritoryal bir ulusçuluk görünümü çizen Türkiye’nin, ‘içeride’ Türklük ideolojisi için Müslümanlığı çözelti elde etmede gereken bir unsur gibi gördüğü ortaya çıkıyor. Ancak bu durum de facto bir Türk-İslâm senteziydi; zamanla da İslâm oluşunu ‘genetik bir soy mühendisliği’ ile açıklayan ırkçı tasarımların temeli oldu. Şimdi artık Balkanlar’a ‘ırk’ temelinde değil, İslâm temelinde bakabilirdik!
Zaten anayasacı ve demokratik zihniyetle geç buluşmuş olan Türkiye’nin en büyük handikapı kendi ulusal kimliğine atfettiği çelişkisiz Türk-İslâm mitolojisidir. Askerî nutuklar “insan haklarının PKK kamplarından çıkma bir tez olduğunu” söylerken Resneli Niyazi’nin ve Mithat Paşa’nın kemikleri sızlıyor. “İnsan hakları önemli olabilir, ancak ülkemiz daha önemlidir” diyenlerin hamasetine bakınca, “insan hakları olmayan bir ülkenin önemi nedir” sorusunun yanıtı acıklı olacağa benziyor.
Bütün ulusçu oluşumlara baktığımızda aynı şeyi görüyoruz: Tıpkı Korais veya Rigas gibi Aydınlanmacı önderleri tutucular izliyor ve temel programı geriye çekiyorlar. Geriye çekilmek yetmiyor; ulusçuluk temelde dinle uzlaşmazlık (örneğin hilafetin kaldırılması) ile güç bulmakla birlikte zamanla din bakımından kendini ifade eder hale geliyor.
Marx’ın kemiklerini “ulusalcı sosyalizm”le sızlatan komünist partilerini düşünüyorum. “İşçilerin vatanı yoktur” diyen Marx ile Büyük Rus şovenizminin anavatanı kollayan kahrolası despotizmi arasında geçen zaman, sosyalizmin ulusalcılıkla iğfal edildiği bir zaman olmuştur.
Bütün bunlar neden “ulusçu bir enternasyonalist” olunamayacağının açıklaması olarak görülmelidir. Yunan, Türk veya Sırp ulusçusu başkalarının vahşetini “tel’in” ederken, kendisini “mel’un” olarak gösteren başka bir “dinci mitoma