Bu çalışmada ağırlıklı olarak 1933 Üniversite Reformu incelenecek olmasına karşın, bu reform öncesi Darülfünun’daki gelişmelere ve 1947 tasfiyesi olarak adlandıracağımız bir başka ilgili olaya değin Cumhuriyet’in ilk 30 yılı ele alınacaktır. Her ne denli “üniversite tasfiyeleri” bu iki olayla sınırlı kalmayıp, “147’ler” ve “1402’likler” ile birlikte 1980’lere değin uzanıp, “tasfiyezedeler”in büyük bir çoğunluğunun üniversitelerdeki görevlerine dönebilme olanağına ancak 1990’larda kavuştuklarını görmekteyiz. Bundan dolayı, yaklaşık bir yüzyıllık (1908-1990) “Üniversitelerden Tasfiyeler Tarihi” başlığı altında incelenebilecek bu denli geniş kapsamlı bir araştırma konusunun bir makalenin kapsamını aşıp kitaplaşacağı kanısındayız. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki daha önceki çalışmalarımızın birisinde (Türkiye’de Askeri Darbeler ve Sivil Rejime Etkileri, Gür Yayınevi, İst., 1989, s. 198-207) “147’ler” ve “1402’likler” tasfiyesinin, Türkiye’de “hukuk devletinin oluşumu” ve “demokratikleşme ve çağdaşlaşma süreci” bağlamlarında sapma olduğu sonucuna vardık. Ama, henüz gerekli bilimsel inceleme ortamının hazır olmadığı kanısında olduğumuz, “1402’likler” daha ayrıntılı ve özel bir çalışmayı haketmektedir.
Bu nedenlerle, bu araştırma 1933 Reformu ve 1947 Tasfiyesi’yle sınırlı tutulacak, 1920’lerin, 1930’ların ve 1940’ların içsel ve dışsal dinamikleri bağlamında siyasal ve ekonomik etmenler gözönüne alınacak ve gerektiğinde de Osmanlı İmparatorluğu dönemine gönderme yapılacaktır.
1933 Üniversite Reformu’nun eylemsel ortamı 1932’de hazırlanmış ve İstanbul Darülfünunu’nun kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulması girişimi, kendisini 2 Temmuz 1932 tarihinde başlayan I. Türk Tarih Kongresi’nde belli etmiştir. Kongre’nin amacı, Türk Tarih Tezini geliştirmek olup, tıp dahil tüm bilim dallarında sunulan bildiriler Türk ırk ve uygarlığının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmaktadır. 7 Temmuz 1932 günü yapılan oturumda Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Umumi Katibi olan Reşit Galip ile Darülfünun Türk Tarihi muallimlerinden (profesör) Zeki Velidi Togan arasında, tarihsel dönemlerde Ortaasya’da bir kuraklık olup olmadığı konusunda tartışma çıkmış, Reşit Galip, Zeki Velidi Togan’ı aşağılayıcı sözler söylemiş, Reşit Galip’ten sonra Darülfünun hocalarından Sadri Maksudi (Arsal) ile Şemsettin (Günaltay) eleştirilerini kişiliğe saldırı biçimine dönüştürmüşlerdir.1 Toplantı sonu yalnızlığa itilen ve kişiliğine ağır saldırılarda bulunulan Zeki Velidi Togan 8 Temmuz 1932’de Darülfünun’daki görevinden istifa etmek zorunda bırakılmıştır.2
Bu kongreden yaklaşık iki ay sonra (11 Eylül 1932) Reşit Galip Maarif Vekilliği’ne getirilmiş ve 1933 Temmuz’u sonunda da kendi imzasını taşıyan birer mektup İstanbul Darülfünun İlmiye Heyeti’ne ve Darülfünun’daki görevlerine son verilen 92 öğretim üyesine gönderilmiştir.3 Gerek Reşit Galib’in nutkunda belirtilen İstanbul Darülfünunu’nun kapatılma gerekçeleri, gerekse Darülfünun’u “ıslah” etmek için Cenevre Üniversitesi’nden çağrılan Prof. Albert Malche’ın 29 Mayıs 1932’de verdiği Darülfünun hakkındaki rapora4 bakıldığında Darülfünun’un kapatılma nedenleri, Darülfünun’un Batılı örneklerinin gerisinde kalması ve üniversite standartlarını yakalayamaması olarak gösterilebilir. Örneğin, Darülfünun’un fakülte ve birimleri arasında bilimsel işbirliğinin yokluğu, bilimsel araştırma eksikliği, öğrencilerle bilim kurulu arasındaki ilişkilerin rehberlikten ve kaynak araştırmadan yoksunluğu, laboratuvarlarda öğrencilerin kişisel olarak deney yapamamaları, akademik yayının azlığı, öğretim elemanlarının Darülfünun dışı işlerde çalışarak asıl işlerini savsaklamaları, aynı fakülte içindeki öğretim elemanları arasında bile yararlı bir düşünce ve ideal birliği olmaması ve bilimsel işbirliği yerine zıtlık ve nefretin egemen olması, rektörlük, dekanlık ve divan üyelikleri gibi görevlerin yalnızca bazı hocalar arasında hesaba dayalı birer makam halini alması, Darülfünun’un özerkliğinin sadece mevki ve makam ihtiraslarını kaynaştıran olumsuz bir basamağa gelmesidir.
Her ne kadar Prof. Malche Türk Hükümeti’nce çağrılmışsa da onun hazırladığı “ıslahat” projesini M.K. Atatürk yararlı bulmakla birlikte yeterli bulmamıştır. Çünkü Atatürk’e göre, hem konu yalnız üniversite sorunu olmayıp, üniversiteyi de içerecek biçimde Türk millî eğitimini Türk Devrimi’nin ruhuna uygun biçimde yeniden biçimlendirmektir, hem de Türkleri hakettikleri düzeye çıkartmak için herhangi bir yabancı, bilimadamı dâhi olsa, başarılı olamayacaktır.5 Nitekim, Prof. Malche’ın raporunu ayrıntılı bir biçimde inceleyen M.K. Atatürk’ün rapor hakkında almış olduğu notların bizce kayda değer olanları şunlardır: Bir öğrenci okuyup anlayacak kadar Batı dillerinden birini bilmelidir. Bilimsel özgürlük saklı tutulmalı, ancak yönetim ve eğitim kurullarının belirlenmesi ve program dağılımına karışılmalıdır. Rektörün en önemli görevi bilimsel konulara yönelmektir, yönetim işleri için bir memur gereklidir. Hocaların atama ve görevden alınmasında [Maarif] Vekalet[i] egemen olmalıdır. Darülfünun’un en zayıf yanı, kişisel araştırmaya yer verecek eğitim ve öğretiminin olmaması ve ansiklopedik bilgilerin verilmesidir. Edebiyat Fakültesi’nin durumu çok kötüdür ve kütüphaneler ıslah edilmeli, önce yabancı hocalardan yararlanılmalı, sonra da kendi çocuklarımız yabancı üniversitelerde yetiştirmelidir.6
Darülfünun’a özellikle basının eleştirisi ise, bu kurumun devrimlerin gerisinde kaldığı biçimindedir. Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazeteleri ile Kadro ve Ülkü dergileri başta olmak üzere, özellikle 25 Temmuz 1931 Matbuat Kanunu’nun TBMM’de kabulünden sonra, basının 1933 Üniversite Reformu’na giden yolda eleştirileri şu yöndedir: “Darülfünun’un hocaları kadrosu vardır ki İnkılâp edebiyatı sahasında sağır ve kısırdır..”.7 “Darülfünun’un hocaları Ankara’nın yarattığı hareketlerin ... peşisıra gitmekte hususi bir hareketsizlik göstermişlerdir.”8 Burhan Asaf ise Darülfünun’a yönelik eleştirisini, şu sözlerle dile getiriyor: “Darülfünun’un arkada kalmış bir müessese olduğunu Kadro, Büyük Tarih Kongresi’nden sonra hemen ortaya koymak mecburiyetini hissetmiştir... Darülfünuncular, bu hareketin inkılâpçı mânâsı kadar ilimce olan ehemmiyetini de anlayamadılar...”9
Darülfünun’un kapatılışını ve İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunu manşetten ve birkaç tam sayfa halinde yayımlayan Hakimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet gazeteleriyle Ülkü dergisi ise Darülfünun’a benzeri eleştirileri getirmiş, İstanbul Üniversitesi’nin inkılâpları yaymak ve bunları uygulamak için kurulduğu10 görüşünü ileri sürmüşlerdir. Cumhuriyet gazetesinin İstanbul Üniversitesi’nin açılışına ilişkin ve bu konuda gösterdiği tutumla çelişik bulduğumuz bir yorumu ise şöyle: “... Eski Darülfünun’un ıslah edilecek ciheti bilhassa inceleme ve araştırmaya uygun örgütlenmeye sahip olmamasındandır. Yoksa eski Darülfünun’un saygın hocalarının Cumhuriyet idaresine olan bağlılık ve tutkunlukları hepimizin malumudur...”11
Darülfünun’a yönelik bir başka olumsuz tavır da, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren TBMM’nin bazı üyelerinden gelmektedir. Örneğin Macar öğrencilerin Darülmuallimatı (Kız Öğretmen Okulu) ziyaretleri sırasında Darülmuallimat öğrencileri ile dans ettikleri söylentilerinin basında yer alması Millet Meclisi gündemine alınmış, Darülfünun’dan bağımsız olan Darülmuallimat’ın öğrencilerinin bu hareketi ile Darülfünun bağlantısı kurularak 3 Şubat 1925’te, TBMM’de, Trabzon Mebusu Ahmet Muhtar, Darülmuallimat’ın müdürünün Darülfünun’da Felsefe müdiresi olduğunu ve bu olayları dikkate almadığını belirterek, “... zaten Darülfünun’u idare edenlerin son zamanlardaki hareketi endişeyi mucip olmuştur... Efendim bizim talebeler Avrupa’ya seyahat edecekler, dünyanın neresinde görülmüştür ki gençler birbirleriyle erkek ve kadın karışık olarak Avrupa’ya gönderilsin ve yanında kimse bulunmasın...”12 diyerek kızgınlığını ifade etmiştir. Darülfünun’un içinde bulunduğu bu duruma karşı ne gibi önlem alınması gerektiğini dönemin Maarif Vekili Saraçoğlu’na soran Aksaray Mebusu Vehbi Bey ile Eskişehir Mebusu Emin Bey, Darülfünun’un yönetimde aciz kaldığına ek olarak bu kuruma vatan evlâtlarının terk edilmesinin ve ahlâkî bir anarşiyle yetiştirilmesinin ülkeye zarar vereceği13 savında bulunmuşlardır.
Ayrıca 1924’te Darülfünun’un bahçesinde öğrencilerin fotoğraf çektirmelerini bazı Darülfünun hocalarının “günah” olarak nitelemeleri14 başta Mustafa Kemal olmak üzere yeni cumhuriyetin yönetici ve yandaşlarınca eleştirilmiştir.
Çeşitli kurumlarca çok yönlü eleştiriye uğrayan Darülfünun’un 1924 yılındaki Rektörü İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Darülfünun ile hükümetin ve siyasî önderlerin ilişkilerini açıklayan görüşleri yapılan eleştirilerle bir koşutluk göstermemektedir. 1924 Şubatı’nda Ankara’da Darülfünun’un bazı gereksinmeleri için milletvekilleriyle görüşmelerde bulunan Edebiyat Fakültesi Dekanı Fuat Köprülü, Hukuk Fakültesi Dekanı Aynizade Hasan Tahsin, Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Vasıf, Fen Fakültesi profesörlerinden Şükrü ve İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ndan oluşan heyete Başvekil İsmet Paşa, ne kadar zamanda ne kadar para harcanırsa bilimsel gereksinimleri doyuracak bir millî Darülfünun elde edilebileceğini sormuştur. Baltacıoğlu ise bunun asır işi olduğunu belirtmiş15 ve daha sonra bu İlmiye Heyeti M. Kemal ile görüşmek üzere İzmir’e gitmiştir. M. Kemal’ın eğitimin millî mi yoksa dinî mi olması sorusuna ise Baltacıoğlu dinin bir sosyal kurum olduğu, devletin dini okullarda öğretmeye zorunlu olmadığını, devlet eğitiminin karakterinin ancak millî olabileceği, devrimin eğitim kurumlarını laikleştirmesi gerektiği16 yanıtı vermiştir. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’na Atatürk, “Devrimler için hangi yöntem doğal ve daha normaldir. Efkârı tenvir ettikten (aydınlattıktan) sonra emri vâkileri ihdas etmek mi (yerine getirmek) yoksa evvela emrivakileri ihdas edip sonra efkârı tenvir etmek mi?” biçiminde bir soru sorduğunda Baltacıoğlu da “Bu tarzın şaheseri bizim inkılâp tarihimizde vardır: Önce emri vakileri ihdas etmek. İnkılâbımızın tarzı yanılmış değildir ki bir başkasının tecrübesi bahis mevzuu olsun inkılâbımızın bu vetiresi layuhtîdir (yanılmazdır)”17 yanıtını vermiştir.
Darülfünun’un gerici olduğu ve devrimlerin gerisinde kaldığı savında bulunulan bu dönemde kayda değer bir başka gelişme de şudur: Bir yandan 1924 yılında Darülfünun’a tüzel kişilik ve katma bütçe ile yönetim hakkı verilirken, öte yandan da Hilafet kaldırılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmıştı. Bu kurumda bir de İlahiyat Fakültesi açılması önerisi kabul edilmişti. Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının Tevhid-i Tedrisat hakkındaki yasa önerisi 3 Mart 1924’te yasalaşmıştır. Yasanın dördüncü maddesi ise şöyle düzenlenmiştir: “Maarif Vekâleti yüksek diyanet mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hutubet gibi hidameti diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşadedilecektir.”18
Darülfünun’a karşı geliştirilen bir başka eleştiri de bu kurumun öğretim elemanlarının liberal görüşe sahip olmalarıdır. Örneğin, yine Kadro dergisinde Burhan Asaf’a göre “19. Yüzyılın Darülfünun anlayışı, liberal zihniyetin bir ürünüdür. Buna göre Darülfünun’da ilim ilim için yapılır, ilme dışarıdan bir müdahale yapılamaz... Dikkat edersek dünya çapında bile liberalizm tam bir hezimet ve tasfiye halindedir.”19 Darülfünun’daki liberal görüşü savunanlara karşı Vedat Nedim20 ve Şevket Süreyya21 başta olmak üzere belli bir aydın kesimin tepkisi vardır.
Görüldüğü üzere Darülfünun’a çeşitli kurum ve kişilerden yapılan eleştirilerde ortak bir payda bulmak hemen hemen yok gibidir. Bazılarına göre bu kurum devrimlerin gerisinde kalacak denli “gerici” iken bazılarına göre fazlasıyla “liberal”, kimilerine göre “tutucu”, ama aynı zamanda kurum elemanları davranış ve ilişkiler açısından oldukça “modern”, Darülfünun’un yöneticilerine göre kurum devrimlerin “sıkı takipçi ve savunucusu”dur. Darülfünun’a ilişkin bu yaklaşımların bu denli çeşitlilik göstermesine ışık tutacağı düşüncesiyle kurumun 1933 yılına değin geçirdiği evrelere kısaca değinmek gerektiği kanısındayız.
Tazminat Fermanı ile yazılı bir metin halini alan Batılılaşma politikası kendini eğitim ve öğretim alanında da göstermiş ve Darülfünun’un kurumsallaşmaya başlaması 1900 yılında dördüncüsünün açılışıyla II. Abdülhamit döneminde gerçekleşmiştir.22 Ancak kurumun Batılı yönde asıl gelişmesi ise II. Meşrutiyet sonrasında mümkün olabilmiştir. Bu ve ateşkes yıllarında izlenen Batıcı politikayla 1912’de hazırlanan Darülfünun tüzüğüne göre hukuk, tıp, fen, edebiyat ve şeriye bölümlerinden oluşan kuruma getirilen yenilikler ise ilk kez kız öğrencilere yüksek öğrenim olanağının sağlanması ve yabancı öğretim kadrosunun getirilmesidir.23
Ne var ki Çaycı’nın da belirttiği gibi bu gelişmelerde süreklilik olmaması, neyin alınıp neyin bırakılması gereği tartışması Cumhuriyet dönemine değin devam etmiş ve sistemli bir yenileşme sağlanamamıştır.24 11 Ekim 1919 tarihinde ise Darülfünun tüzüğünde özerkliğin doğal gereği olarak Darülfünun emininin (rektör) müderrisler arasından seçilmesi esası getirilmiştir.25 Yine bu dönemde Batılı çizgide kaydedilen bir başka aşama da yüksek öğretimin “özerk” olması tartışmalarının başlamasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise gerek I. Dünya Savaşı’nın getirdiği ağır koşullara gerekse yeni bir rejimin kurulma aşamasının getirdiği yönetsel sorunlara karşın Darülfünun’a Harbiye Nezareti eski binası verilmiş, 1923’te müderris maaşlarına önemli miktarda zam yapılmış,26 Darülfünun’un bütçesi kısıtlı da olsa arttırılarak TBMM’de çoğunluk oylarıyla kabul edilmiştir.27 1924 yılında Darülfünun’a verilen tüzel kişilik ve katma bütçeyle yönetilme gerekçeleri de bu politikanın bir uzantısıdır. Darülfünun İlmiye Heyeti tarafından hazırlanan tasarı ve Maarif ve Muvazene-i Maliye Encümenleri mazbatalarında özetle şunlar belirtilmektedir: Bilimi, fenni, sanatı doğuran, yeni kuşağın ruhunda ulusal duyguları canlandıran, yurtta ulusal bir kültür yaşatan Darülfünun, sorumlu olduğu bilimsel görevi başarıyla yerine getirebilmek için tüzel kişiliğe sahip olmak gerekir. Darülfünun için bilimsel özerklik ve düşünce özgürlüğü malî konuda da özel hukuka sahip olmakla sağlanır ve kurumlaşır. Düşünce dünyasında büyük devrimler yapan ve çevrelerini aydınlara açan Batı darülfünunları işte bu nedenle yükselmişlerdir.28
Bu yasa önerisinin kabulüyle Darülfünun hem tüzel kişilik kazanmış hem yeni adı İstanbul Darülfünun’u olmuş hem de daha önce elde ettiği özerkliği sürdürmüştür.
Ne var ki 1924 yılı Darülfünun için bir dönemeçtir. Bu, 1933 Üniversite Reformu’na değin sürecek olan dokuz yıllık uzun, ancak keskin bir dönemeç olacaktır. Şimdi bu dönemecin evre ve dinamiklerinin hangi bağlamda oluştuğuna bakalım.
Ulusal Kurtuluş Savaşı bütünsel bir olaydı. Dışta emperyalizme karşı verilen mücadeleyi içte Osmanlı rejimine karşı verilen mücadele izliyordu. Yani çok uluslu, Tanrı’dan gücünü alan bir rejimin yerine tek uluslu gücünü ulusal istemden alan yeni bir rejim kurulacaktı. Tüm bunlar Balkan, Yemen Trablusgarb ve son olarak da I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, üç yıl da işgal altında kalmış bir ülkenin ekonomik koşullarında gerçekleşmeliydi. Batılılaşma politikasının oluşum sürecinde egemenliğin kaynağını ulusa dayandırmak, yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesini zorunlu kılan cumhuriyet rejimiyle mümkündü. Ancak Cumhuriyet rejimini besleyen temel dayanakların kuramsal çerçevesi pratiğe uymuyordu. Örneğin ilk Meclis’te kuramsal olarak Batıcı, laik Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’na karşılık, gelenekçi tutucu İkinci Grup varken, aslında bu gruplar da kendi içlerinde birtakım alt gruplara ayrılıyordu.29 Bu gruplaşmayı Meclis dışında toplumun çeşitli katmanlarında da görmek mümkündü. Örneğin Millî Mücadele sırasında Cumhuriyete karşı çıkacak olan Velit Ebuzziya’nın Tasvir-i Efkâr’ı, Ali Kemal’in yazdığı Peyami Sabah, Refik Halid’in Aydede adlı mizah dergisi, başyazarlığını Ref’i Cevat’ın yaptığı Alemdar, İngiliz mandası yandaşlarının öncüsü ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu Sait Molla’nın Türkçe İstanbul gazetesi başta olmak üzere basında da cumhuriyet karşıtları vardı.30 Kurtuluş Savaşı’na, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve Cumhuriyet’e karşı olan toplam 59.164 sanık31 1920 Eylül-1922 Temmuz’u arasında İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmışlardır. 1933 Üniversite Reformu’nun mimarlarından ve dönemin Maarif Vekili Dr. Reşit Galip bu mahkeme kararları için şunları söylüyor: “İstiklâl Mahkemeleri’nden kimler korkmalıdır?.. Münfesih ve mefsuh saltanat ve hilafet mensupları ile taraftarları, millî felaketlerde medarı sürur bulunan Hürriyet ve İtilaf bekayası, memleket hariç ve dahilinde cumhuriyet düşmanları, teceddüt ve inkılap alehtarları... İstiklâl Mahkemeleri’nden korkmakla hataya düşmezler... İstiklâl Mahkemeleri erbabı hiyanet için korkunçtur...”.32 İşte bu süreçte 22-23 Nisan 1924’te Heyet-i Vekile kararıyla33 İstanbul hükümeti ve saltanat yanlıları “150’likler” adı altında yurtdışına sürülerek Cumhuriyet karşıtları tasfiye edilmişti. Ancak 3 Mart 1924’te Hilâfet makamının kaldırılması kararından sonra, ilk Meclisteki İkinci Grub’un bir uzantısı olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tüzüğünde “fırka, itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” açıklamasına yer vermesi, Hilâfet yanlılarını yüreklendirmeye başlamış, bu da kendisini yine basında göstermiş, ardından, dinsel cephesi de olan Şeyh Sait Ayaklanması ortaya çıkmıştı. Böylece Meclis’te yeni cumhuriyeti yaşatmak ya da saltanat rejimine geri dönme seçeneklerinin ağırlıklarının yaklaşık eşit ortaya çıkması, cumhuriyet yanlılarını Meclis’i “türdeşleştirmek” için yeni bir girişime zorlamıştır. Bu girişim 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasıyla kendini göstermiş, Batıcı-laik politikanın karşıtı tüm toplumsal ve siyasal kurumlar denetim altına alınmıştır.
Görüldüğü gibi gerek İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanarak çeşitli cezalara çarptırılanlar arasında gerek “150’lik”ler listesine alınıp yurtdışına sürülenler arasında gerekse Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde etkisiz hale getirilenler arasında ne bir kurum olarak Darülfünun ne de kişisel olarak bu kurumun öğretim elemanları vardır. 1920’li yıllar yukarıda belirttiğimiz Darülfünun’a ilişkin tüm eleştirilere karşın bu kurumun Meclis ve basın ilişkileri iyi gitmektedir. Darülfünun’a karşı ilk ve kapsamlı eleştiriler ve bu kurumun da “tasfiye” edilmesi isteği, biri içsel öbürü dışsal gereklilik gösterilerek 1930’larda ortaya çıkar. İçsel gereklilik Türk Devleti’nin yeni kurulan rejimle belirlenen nitelikleriyle ilgilidir. Bu devleti belirleyen nitelikler içinde Cumhuriyetçilik ilkesi vardı, ama demokratik özellikler bu yeni rejimin nitelikleri arasında yoktu. Her ne denli sonsal hedef demokratik bir rejime geçmeyi amaçlıyorduysa da gerek 1920’lerin Türkiye koşullarının bu geçişi sürekli kılabilecek dinamizme sahip olmaması gerekse Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen devlet geleneğinin merkezî niteliği nedenleriyle bu mümkün olamamıştır. Tunçay, Duverger’den alıntılayarak, 1920’ler Türkiye’si tek-parti sistemini tanımlayıp, daha sonra Marksist kurama gönderme yaparak kendi tanımını şöyle veriyor: “... CHP’nin 1923-1945 dönemindeki tek-parti yönetiminin bir diktatörlük olduğuna kuşku yoktur... diktatörlük erkin (iktidarın) kullanılma biçimi ya da yönetime ilişkin olup, tek bir kişinin ya da oligarşinin şiddete dayanan sınır tanımayan, denetim kabul etmeyen egemenliği demektir.”34 Yetkin ise 1923-1930 dönemi için tek-parti yönetimi, 1930-1945 dönemi için de parti devleti yönetimi tanımlarını yaparak, parti devleti döneminin gelişim çizgisinin önce otoriter sonra da totaliter rejimlerin başarısına koşut bir yörünge izlendiğini35 belirtiyor. Tunçay ve Yetkin’in saptamalarından çıkan ortak sonuç ise, 1923-1945 döneminin çoğulcu ve devlet dışı alanda örgütlü toplum kesimlerine yer vermemesidir. İşte bu bağlamda partinin ideolojisi çerçevesinde belirlenen devletin resmî politikasının dışına çıkan kişi ve kuruluşların “tasfiye” edilmesi ve parti denetimine alınması mevcut yönetimin başat siyasal politikasıdır.
Bu nedenlerden dışsal olanı ise 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın Türkiye’ye yansımasıyla ilgilidir. Boratav, bu dönemin iç ekonomi politikasını “devlet kapitalizmi” olarak adlandırıyor ve bunu kapitalist gelişme sürecine gecikmiş olarak 20. yüzyılda girmiş olan ülkelerin sanayileşmeye yönelik bir ekonomi politikası olarak tanımlıyor.36 Boratav, bizim de katıldığımız gibi, asıl devletçilik politikasının 1920’lerde değil 1930’-larda dışsal nedenlerle uygulamaya konduğunu vurguluyor. Bu politikanın belirlenmesinde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın -adından da anlaşılacağı gibi- liberal bir ekonomik politika çerçevesinde programını oluşturmasına karşıt olarak Cumhuriyet Halk Fırkası’nın devletçilik politikasını uygulaması, Yetkin’in belirttiği parti devleti siyasal politikasıyla birleşince o günlerin Türkiye’sinde üçüncü bir tasfiye kaçınılmaz olmuştur. Böylece kuruluşundan yaklaşık üç ay sonra (12 Ağustos 1930-17 Kasım 1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası kendi yöneticileri tarafından kapatılmak zorunda bırakılmış, bunu başta Türk Ocakları olmak üzere çeşitli derneklerin kapatılması izlemiş ve 25 Temmuz 1931’de çıkarılan Matbuat Kanunu ile de CHF’nin politikasına karşı olan basına gözdağı verilmiştir.
1920’lerin temel sorunu saltanat ve hilâfet yanlılarını tasfiye ederek Cumhuriyet rejimini kurmaya yönelik bir rejim sorunudur. Bu, Takrir-i Sükûn Kanunu’yla sağlanmış ilk “tasfiye” girişimi büyük çapta başarıya ulaşmış, Darülfünun eminliği ve fakülte reisliklerine inkılâp yandaşları getirilmiştir. Ancak burada kayda değer nokta tasfiye edilenlerin yeni devletin niteliklerine karşı olanlarla sınırlı tutulması, ama siyasal liberalizme dokunulmamasıdır. 1930’ların temel sorunu ise parti devleti politikası çerçevesinde siyasal liberalizmi ortadan kaldırmaktır. Artık saltanat tartışmaları bitmiş, Cumhuriyet rejimi kurumsallaşmaya başlamıştır. Ama öte yandan da devrimlerin bir devamı olarak toplumun bir kesimi Cumhuriyeti demokrasiyle bütünleştirme mücadelesi vermektedir. İşte bu nedenle, bu dönemde yapılan “tasfiye” girişimi siyasal liberalizmden yana olanlara karşıdır. 1920’lerde rejim karşıtları tasfiye edilirken, 1930’larda parti devleti politikasının doğal bir sonucu olarak hem CHP karşıtları devletin ve toplumun çeşitli kurum ve kuruluşlarından tasfiye edilmiş, hem de parti dışındaki tüm toplumsal örgütlenmeler engellenerek dernekler kapatılmış ve bunlar parti denetimindeki Halkevleri’ne mal varlıklarıyla birlikte devredilmiştir. Bunlardan kayda değer olanı konumuzla da bağlantılı olarak 1935’te Mason Derneklerinin kapatılmasıdır. Bu derneğin kapatılma kararını derneğin üyelerinden olan dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın37 imzalaması dikkat çekicidir. Amaç, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de etkinliklerine başlayan ve hiç kesintiye uğramayan bu derneğin parti karşısındaki örgütlenme ve toplumda yaygınlaşma direncini kırmaktır.
İşte bu politikanın bir uzantısını da Darülfünun’un 1933 Reformu’yla kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin açılış gerekçesinde görüyoruz: Aynı fakülte içindeki müderris ve muallimler arasında bile mesut ve semereli bir fikir ve ideal birliği yerine... zıddiyet ve münaferetler hüküm sürmesi.38 Oysa üniversiteler oluşumları gereği, fikir birliğine değil, her yönden çok çeşitli fikirlere ortak zemin olan kurumlardır. Onun evrensel (üniversal) özelliği birliği değil, farklılığı; benzerlikleri değil, zıtlıkları ortaya koyar. Hele hele üniversitelerde “ideal birliği” gibi bir nitelik aramak bu kurumları siyasallaştırarak bilim dışı bir alana itmektir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki 1933 Üniversite Reformu’nun asıl amaçlarından biri budur: Üniversiteyi siyasallaştırarak bilim dışı alana itip, parti devleti politikasının içine çekmek. Çünkü bu dönemde özerkliğiyle ve örgütlenme biçimiyle toplum kurum ve kuruluşları arasında yalnızca Darülfünun parti denetimi dışında kalan bir baskı grubudur. Bu reformla üniversite de türdeşleştirilmek istenmiş, 151 Darülfünun öğretim elemanından 92’si tasfiye edilmiştir. İstanbul Üniversitesi kadrosuna 59 kişi alınmışsa da bir süre sonra bu kadro da başta reformun mimarı olan Dr. Reşit Galib’e karşı eleştirilerini sürdürecek, dahası Dr. Reşit Galib’in bizzat kendisi üniversiteye uygulanan politikayı eleştirecektir.
İşte bu nedenledir ki, 1924’te Darülfünun Emini olan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, devrimlerin yerleşmesi konusunda M. Kemal Paşa’ya yöntemler öneren bir danışman gibi iken daha sonra herhalde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın İstanbul İl Başkanlığı’nı yaptığı gerekçesiyle 1933 Reformu’yla tasfiye edilenler arasına girmiştir. Serbest Fırka’nın önde gelenlerinden Ahmet Ağaoğlu da tasfiye edilenlerden biridir. Ne var ki Baltacıoğlu’nun rektörlüğü döneminde Edebiyat Fakültesi Dekanı olan M. Fuat Köprülü ise, CHF yanlısı olduğundan, bu partinin yayın organı olarak Halkevleri’nce çıkarılan Ülkü dergisinin direktörlüğünü yapmıştır. Ancak, 1940’larda Fuat Köprülü de bu politikayı eleştirenler arasında yer alacaktır.
1933 Üniversite Reformu’na en büyük desteği veren Kadro dergisi yazarları ise, partinin halkçılık anlayışını faşizme, devletçilik anlayışını da komünizme kaydırdıkları gerekçesiyle 35-36. sayılarından sonra kapatılacak ve parti devleti politikasından böylece onlar da paylarını alacaklardır.
1933 Reformu’yla açılan İstanbul Üniversitesi’nde kayda değer birtakım yenilik ve gelişmelerin olduğu gerçektir. Örneğin, bu reform yapıldığında henüz Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 2. sınıf öğrencisi olan Adnan Cemgil “1933 Üniversitesi, sadece eğitim yapan bir kurum değildi, tam anlamıyla demokratik, çağdaş, hümanist bir kültür ocağıydı” diyor ve 1932’de Naim Babanzade’nin Felsefe derslerini, Türkçe ile felsefe yapılamayacağı gerekçesiyle ağdalı bir Osmanlıcayla anlattığını, hocaların çoğunun kitabı olmadığını, öğrencilerin derslerde not tutmak zorunda kaldıklarını; reformdan sonra ise, Almanya’dan gelen profesörlerin somut verilerden yola çıkarak soyut sonuçlara ulaşıp dersleri daha anlaşılır hale getirdiklerini söylüyor.39 Nitekim bu reformla Darülfünun’daki görevine son verilenlerden birisi de Edebiyat Fakültesi hocalarından Naim Babanzade’dir. 15-16 Mart 1919’da Maarif Nazırı Ali Kemal Bey başkanlığında toplanan Darülfünun’un ıslahı için oluşturulan bir komisyonda görev almıştır. Türk kızlarının bilimsel düzeylerini yükseltmek ve Darülfünun bütçesinde tasarruf yapmak için İnas (Kızlar) Darülfünunu’nun Darülfünun’la birleştirilmesi düşüncesine komisyon üyelerinden yalnızca Naim Babanzade karşı çıkmıştır.40
1933 Kararıyla Darülfünun’dan tasfiye edilenlere getirilen eleştirilerden bir başkası da bu öğretim elemanlarından bazılarının meslek dışı işlerde çalışarak aslî görevlerini savsaklamasıdır. Tafsiye edilenler arasında bu eleştiriyi doğrulayan bazı örneklere rastlamak mümkün. Örneğin, bir nöroşirurijyen olan Kerim Sebati’nin özel muayenehanesi olduğu ve 1930-31 ders yıllarında Eczacı Mektebi’nde Kavanin ve Nizamat-ı İspençiyariye ve Deontoloji dersi veren41 Mustafa Nevzat’ın bu tarihte (1932-33’te) kendi adına özel bir ilaç şirketinin bulunduğu;* Hukuk Fakültesi’nden Ahmet Ağaoğlu’nun tasfiye öncesi bir gazete çıkardığı42 doğrulanır niteliktedir. Ne var ki, tasfiye edilenlerin birçoğu da bilimsel çalışma ve akademik yayınlara sahiptirler. Örneğin Darülfünun Edebiyat Fakültesi öğretim elemanlarından Ali Ekrem Bolayır ve Avram Galanti 1931 Eylül’ünde toplanan Darülfünun Divanı (Senato) tarafından başarılı araştırmalar yaptıkları için maaşları arttırılmış,43 tasfiyeden birkaç gün sonra ise Ali Ekrem (Bolayır), Reşit Galib tarafından Telif ve Tercüme Heyeti üyeliğine atanmıştır.44 Her ne denli tutucu bir kişiliğe sahip olsa da mütareke döneminde yöneticilik yapmış olan45 Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi mezunu Naim Babanzade’nin de akademik düzeyde Fransızcası ve İslâm Felsefesi alanında geniş bilgi ve yayınları vardır. Yine aynı fakülteden ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Darülfünun rektörlüğü yapan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu öğreniminin bir bölümünü Avrupa’da yapmış ve 24 tane yayımlanmış bilimsel kitap sahibidir. Hukuk tarihi profesörü olan, Sorbonne’da hukuk, filoloji ve tarih öğrenimi yapan Ahmet Ağaoğlu’nun Fransızca ve Türkçe olmak üzere 10’un üzerinde yapıtına rastlamak mümkündür. 1896’da Mülkiye Mektebi’ni birincilikle bitiren ve Maliye profesörü olan Hasan Tahsin Aynizade’nin de maliye ile ilgili yedi, Türkiye Tarihi profesörü olan Ahmet Refik’in (Altınay) ise 49 kez baskısı yapılan 23 ders kitabına ek olarak 10 yapıtından söz edilebilir. Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’in (Bolayır) de Türk Edebiyatı alanında yayımlanmış dokuz kitabı vardır.46
Fen ve Tıp Fakülteleri ile Eczacı ve Dişçi mekteplerindeki görevlerine son verilen öğretim üye ve yardımcılarına gelince: Başta Besim Ömer (Akalın) ve Kadri Raşit (Anday) paşalar olmak üzere dönemlerinde bilimsel otoriteler olarak adlandıracağımız çok sayıda öğretim elemanı vardır. Örneğin Kadri Raşit Paşa Üniversiteden ilk tasfiyeyle 1909’da karşılaşmış, eskiden İttihatçı olup, tıbbiyede öğrenci iken Paris’e kaçıp, Ahmet Rıza Bey’in Meşveret’i çıkarmasına yardım etmiş, dönüşünde İttihatçıların Fırka’ya yeniden dönmesi isteklerini reddedince Darülfünun’dan atılmıştır.47 Paris Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Fizyoloji üzerine çalışmalar yapan Kadri Raşit Paşa’nın Fransa, İspanya ve Belçika tıp dergilerinde birçok incelemeleri yayımlanmıştır.48
1919-1920 öğretim yılında seçimle işbaşına gelen Darülfünun’un ilk rektörü Dr. Besim Ömer Paşa, Paris’te uzmanlık eğitimini tamamlamış, çağdaş anlamda kadın-doğum hekimliğinin ülkede yaygınlaşmasına ve çocuk sağlığının geliştirilmesine çalışmış, Türkiye’de ilk doğum kliniğini kurmuştur. Ana ve çocuk sağlığı konusundaki yanlış inanç ve uygulamalarla savaşmış doğum sırasında kadın ve çocuk ölümlerini önemli ölçüde azaltmasıyla tanınmıştır. Bilimsel çalışmalarını uygulamalara da dönüştüren Besim Ömer Paşa, Çocuk Esirgeme Kurumu, Süt Damlası Derneği, Kızılay ve ilk hastabakıcılık örgütünün kurulmasında büyük çaba harcamıştır. 1933’te üniversiteden uzaklaştırılan ve 1935’de milletvekili olarak politikaya atılan Besim Ömer Paşa’nın Çinçe dahil birçok yabancı dile çevrilmiş 50’den fazla yayını vardır.49
1933 Tasfiyesinde Darülfünun’dan uzaklaştırılan Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Hamdi Suat (Aknar) kanser üzerinde araştırmalar yapmış, 1925’te özel bir kanser laboratuvarı ve kanserle mücadele cemiyetini kurmuş, Almanya’da hıyarcıklı veba üzerine tez yazmış, 40’ı aşkın araştırma, bildiri ve üç kitap yayımlamıştır.50 Jeoloji uzmanı olan Ahmet Malik, Lyon Üniversitesi’nde öğrenim görmüş, bu alanda yedi kitap yayımlamıştır. Fen Fakültesi’nden Fatin’in (Gökmen) dört matbu, birkaç tane el yazması eseri bulunmaktadır. Esat (Işık) Paşa Paris’te ihtisas yapmış, Paris’ten getirdiği aletlerle ilk göz kliniğini kurmuş, 39 yıllık klinik hocalığı sırasında sayısız uzman yetiştirmiş, Hilal-i Ahmer ve Müdafaa-i Milliye Cemiyetlerini kurmuş, göz üzerine dört tane Fransızca yayın yapmış51 ve Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesi Millî Kongre’nin toplanmasına öncülük etmiştir.52
Ayrıca Orhan Abdi (Kurtaran) nöroşirurji, anatomi, Ziya (Gün) göz üzerine Alman üniversitelerinde uzmanlaşmış,53 ancak 1933 Reformu’yla Darülfünun’dan tasfiye edilmişlerdir.
Kayzer Wilhelm Akademisi’ni bitiren kulak-burun-boğaz uzmanı Ziya Nuri’nin (Birgi) Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca çok sayıda yayını vardır.54
Birçok çarpıcı örneğini sıraladığımız bu öğretim üyelerinin değerli ve çalışkan kimseler olduklarını55 Cumhuriyet tarihinin üçüncü rektörü ve Hukuk Profesörü Cemil Bilsel de belirtiyor. Tasfiye öncesi (1925-29) maarif vekilliği yapan Mustafa Necati Bey de Darülfünun’un gelişmesi ve ilerlemesinin yalnız Darülfünun’dan beklenebileceğini, politikacıların düzeltmek için üniversiteye yapacağı her karışmanın mevcut durumu daha da kötüleştireceğini56 vurgulamıştır. Tıp Fakültesi dekanlarından Cemil Topuzlu da adaşı Bilsel gibi aynı görüşü paylaşarak özellikle 1933 Reformu’yla Tıp Fakültesi’nin Haydarpaşa’dan İstanbul’a taşınması konusunda Prof. Malche’a da göndermeyle, eski öğrencisi olan Dr. Raşit Galib’in Prof. Malche’a rağmen bu değişikliği yaptığına değinerek, Reform’a eleştirel bir yaklaşım gösteriyor.57
Reşit Galib’in yakın arkadaşlarından Uluğ İğdemir, bu Reform’u yaptığı için hem dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın Reşit Galib’e “Büyük ve güç bir iş üzerine aldın, bu konu [Bakanlar] Kurul[u’n]a birçok defalar gelmiş fakat kimse cesaret edememiştir” demesi hem Atatürk’ün “Doktora gıpta ediyorum. Üniversite reformu gibi çok güç, çok şerefli bir işi başarmak ona nasip oldu” takdiri, hem de Raşit Galib’in bizzat kendisinin “Düşün Uluğ, birkaç yıl sonra üniversitelerin çeşitli enstitülerinin çıkaracağı dergiler, en mükemmel araştırmaları yayınlayacaktır ve dünya bilimadamları bizim bu yayınlarımızdan faydalanacaktır”58 idealist ve iyi niyetli yaklaşımı, onun Reform’un uygulama aşamasındaki militan tavırlarıyla bütünleşmiş, başlangıçta kendisine yakın olan bazı öğretim üyelerinin bile eleştirilerine hedef olmuştur. Bunlardan biri de Prof. Neşet Ömer’dir. Cumhuriyet’in ilk rektörü İ.H. Baltacıoğlu’nun 1933’te Üniversite’den tasfiye sonucu, İÜ Rektörlüğüne atanan Prof. Neşet Ömer ile Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu’nu ziyaret ederek, “Ahmet Bey, bu adam (Raşit Galip’ten söz ediyor) zıvanadan çıktı. Seni ve diğer arkadaşlarımızı kadro dışı bırakan bu insan, şimdi de daha ileri gidiyor. Kendisini üniversitenin başı yapmak istiyor. Biz buna dayanamayız. Profesörlükten istifa ettik”59 demişlerdir. Üniversitenin özerkliğine karşı olduğu60 savında bulunulan Prof. Neşet Ömer (İrdealp) ile Prof. Köprülü’yü Ağustos 1933’te istifaya sürükleyen neden, Raşit Galib’in Üniversitede İnkılâp Tarihi Derslerini de kendisinin vermesi isteğidir. Onun bu isteği yalnızca Neşet Ömer ve Köprülü’ye ek olarak Tıp ve Hukuk Fakültelerinin dekanlarının da istifasına neden olmakla61 kalmamış, M.K. Atatürk’ü de bu konuda harekete geçirmiş ve Raşit Galib’i Maarif Vekaleti’nden uzaklaştırmasına neden olmuştur.62
Ne var ki, Raşit Galip’in yerine Maarif Vekaletine atanan Yusuf Hikmet Bayur bu dersi anlatmaya başlamış, ancak örgütlenme değişiklikleriyle 1934 Haziran’ında da süren Darülfünun tasfiyesi sonucu Hikmet Bayur, Neşet Ömer ve dekanlar istifa etmiştir.63
1934’e değin süren bu tasfiyenin önde gelen isimlerinden biri de Dr. Tevfik (Salim) Sağlam’dır. 1933 Reformu’yla Tıp Fakültesi Dekanlığı’na getirilen Sağlam’ın, 1934 Haziran’ında hem iç hastalıkları kürsüsü hem de kadrosu kaldırılmış, dekanlık görevine son verilmiştir. Almanya’da Tıp dalında araştırmalar yapan Tevfik Salim Paşa, UNESCO Millî Komisyonu’nda da (1936) çalışmış, 11 tane yayımlanmış kitap sahibidir.64
“Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir” diyen bir devlet adamı olan M. Kemal’in bu tasfiyelere zamanında tepki gösterip engellememiş olması da ayrıca kayda değer görünüyor.
Tevfik Salim (Sağlam) Paşa’nın tasfiyesi sonucu tek-parti politikasıyla üniversite de parti denetimine alındıktan sonra döneme damgasını vuran ve Kasım 1938’den II. Dünya Savaşı’nın bitimine değin süren bu döneme Millî Şef Dönemi adı verilmiştir. Bu dönemin önemli siyasal olaylarının ilki, Atatürk zamanında genellikle devrimleri benimsemedikleri için yurt dışına çıkmış olanlara geri dönme olanağının sağlanması ve Atatürk’e yakınlığıyla tanınan Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve Kılıç Ali’nin milletvekillerinin engellenmesidir.65
Bu dönemin başlangıcında, CHP’nin yapısında da bazı değişiklikler gerçekleştirilmiş, örneğin parti ve devlet birliğinin gerçekleştirilmesi için üç yıl önce alınan karardan geri dönülmesi yoluna gidilmiş, hükümet çalışmalarını denetlemek amacıyla 21 milletvekilinden oluşan bir de “Müstakil Grup” oluşturulmuştur.66
Her ne kadar İsmet İnönü ve CHP önde gelenleri ülkeyi Millî Şef Dönemi’yle örtüşen II. Dünya Savaşı’nın dışında tutabilme gibi iyi bir dış politika uygulamışlarsa da, yaklaşık sekiz yıl süren bu dönemin iç politikası için benzeri başarıdan söz etmek güçtür. Örneğin Varlık ve Kazanç vergileri ile (11 Kasım 1942) (17.11.1940) “harp zengini”, “vurgunculuk” ve “yoksulluk” kavramlarını ortaya çıkaran ekonomi politikası ve 24 Nisan 1940 TBMM’de yapılan değişiklikle Basın Yasası’nın 30 maddesinin, daha önce çıkarılan Matbuat Kanunu’yla kısıtlanmış olan basın özgürlüğünü tümüyle ortadan kaldırıcı uygulamalar getirilen siyasal politikası anti-demokratiktir. Bu tür düzenleme ve uygulamaları CHP’nin parti içi politikasında da görmek mümkündür. Kısaca, 1930’ların dünya genelinde Faşist (İtalya ve Japonya) ve Nazi (Almanya) politikalarından etkilenen, hattâ sanını bile bu ülke liderlerinin sanlarına (Führer, Duçe ve Başbuğ) benzeten Millî Şef Dönemi, ülkenin toplumsal katmanlarının tümüne nüfuz edecek biçimde baskıcı bir dönemdir.
İşte bu politikanın üniversitelerde somut bir biçimde ortaya çıkışı, 11 Nisan 1944’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) 36 öğretim üyesinin imzasını taşıyan ve dönemin Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’e sunulan resmî yazıda görülmektedir. İmzalayanlar arasında DTCF Dekanı Prof. Şevket Aziz Kansu, Doç. Pertev Naili Boratav, Doç. Muzaffer Şerif Başoğlu (listede adı olduğu halde imza için bulunamamıştır) Doç. Behice Boran ve Doç. Niyazi Berkes’in de bulunduğu bu yazıda şunlar dile getirilmektedir:
“Sayın Vekilimize, Ebedi Şefimiz Atatürk’ün mutlu eliyle kurulmuş olan fakültemizin biz Türk öğreticileri, bugün 11 Nisan 1944 tarihinde toplandık. Partimizin programını yeniden madde madde okuduk. Partimizin prensipleri hakkında şimdiye kadar taşıdığımız inanı ve duyduğumuz heyecanı bu sefer de hep birlikte bir kere daha teyit (pekiştirme) ve tekit (sağlamlaştırma) ettik. Kemalizmin, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik, İnkılâpçı ve Cumhuriyetçi umdelerinin kayıtsız şartsız hizmetkârı olduğumuzu; bize tevdi edilmiş olan Yüksek Öğretim gençliğini bu umdeler içinde yetiştirdiğimizi ve yetiştirmeye devam edeceğimizi; bu umdelerin mâna ve değerine aykırı herhangi fikir ve kanaata, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da, yer vermiyeceğimizi ve Partimizin Değişmez Genel Başkanı İnönü’ye bağlılığımızı derin saygılarımızla bildiririz.”67
Bu arada II. Dünya Savaşı’nın seyri değişmiş, faşist Üçlü Pakt 1945 Mayıs’ında kesin yenilgiye uğramış, bu arada Sovyet orduları, Doğu Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamış, Stalin ise 17.12.1925 tarihli Türk-Sovyet Antlaşması’nı tek taraflı olarak Mart 1945’te uzatmayıp, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler’e ilhakından söz etmeye başlamıştır. Faşist yayılmayı önlemeye çalışan Müttefikler ise bu kez komünizmin yayılma tehdidi ile karşılaşmışlardır. Bu nedenle aynı yıl San Francisco Konferansı’nda Müttefik Devletleri komünist ve faşist yayılmaları engellemek için ilk kez “demokratikleşme” kavramını dünya siyasal literatüründe kullanmışlardır.
Her ne denli savaş döneminde resmî olmamakla birlikte edimsel desteğini faşist bloktan yana kullanan Türkiye’ye hem komünizmin gelmemesi ve Doğu Avrupa’dan sonra Güneydoğu Avrupa’nın da bu tehditle karşılaşmaması için, Batılılardan gelen dışsal girişim, hem de 200 yıldır Rusya’dan gelen saldırılarla uğraşmış olan Türkiye’nin yeni bir “Rus tehlikesi”ne karşı duyduğu içsel korunma gereksinimi de ülkedeki baskıcı polis rejimine son verilerek “demokratikleşme” sürecine girmeyi gerektirmiştir. Bu isteğin temel dürtüsü dışsal olmakla birlikte, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı “türedi zenginlerin” yandan, ezilen baskı altında tutulan ve yoksulluğa sürüklenen geniş halk kitlelerinin de alttan gelen ikinci derece önemli içsel baskılardan da söz edilebilir.
Bu ortamda Türkiye’nin iki kutuplu uluslararası sisteme giden dünyada, ABD yanında yer alması sonucu, 1945 yılında CHP liberal bir politika izlemek zorunda kalmış ve bu yönde bazı kararlar almıştır. Örneğin İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’te verdiği Meclis nutkunda “... Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır...”68 demiştir.
7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulmuş ve programının 38. maddesinde üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliğe sahip olmaları gereğine değinilmişti. DP’nin böylesine liberal vaadlerle dolu bir programına karşılık CHP de 13 Haziran 1946’da üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik veren yeni üniversiteler yasasını oybirliğiyle TBMM’de kabul etmiştir.69 Dönemin Milli Eğitim Bakanı H. Âli Yücel ise ilgili yasanın TBMM’de tartışılması sırasında görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Ana prensip üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir. Bu özerklik, yönetimde, öğretimde ve malî alanlardadır. Üniversitelerin özerkliği, bir oluşun, erginliğin ifadesi olduğu vakit kıymetlidir. Onun içindir ki, biraz önce söylediğim 1933 kanunu, İstanbul Darülfünu’nun özerkliğini kaldırmıştı. Çünkü hakikaten bu müessesenin disipline ihtiyacı vardı, toplanması lâzımgeliyordu. 1933 kanunu onu yapmıştır. vazifesini görmüştür. Tasvip buyurduğunuz andan itibaren kanun artık bir tarihtir, maziye intikal edecektir. Bilimin, hürriyet isteyişi bir bedahettir...”70
1934 yılında çıkarılan 2467 sayılı Kanun’a göre İstanbul Üniversitesi’nin tüzel kişiliği ve özerkliği kaldırılarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimine alınmış ve rektör üniversitede Maarif Vekili’nin temsilcisi durumuna getirilmiştir. Tek parti denetiminin üniversite üzerinde siyasî denetiminin azalması ise ancak 11 Haziran 1946’da TBMM’de görüşülen ve 13 Haziran 1946’da 4936 sayılı yasa ile tekrar özerklik ve tüzel kişilik verilmesiyle sağlanabilmiştir. Bu yasayla özerkliğe ek olarak Ankara’da da AÜ bünyesinde değişiklik fakülteler toplanarak “çok üniversiteli” bir sisteme geçilmiştir.71
Ne var ki bir süre sonra verilen bu özerkliğin Tekeli,72 Tunçay ve Özen’in73 belirttikleri gibi, sola kapalı olduğu ortaya çıkmıştır.
Demokratikleşmenin getirdiği göreceli liberalleşme ile 1940’lı yılların ikinci yarısında bazıları ‘sol’ ve ‘liberalizm’i destekleyen derneklere ek olarak komünizm karşıtı dernekler de kurulmuş, “Komünizmi Tel’in” mitinglerini düzenlenmiş74 ve komünistlerin okullara, özellikle de komünist hücreleri haline geldiği söyleyen Köy Enstitülerine nüfuz ettiği iddia edilmiştir. Bu iddiaları okullardaki her türlü sol etkinliğin tasfiyesini hedef tutan girişimler izlemiştir. AÜ DTCF öğretim üyelerinden sosyalist olarak tanınan Prof. P. Naili Boratav ve Doç. Behice Boran’ın sol içerikli Yurt ve Dünya dergisi ile Tan gazetesinde komünizm propagandası yaptıkları savıyla, Boratav’ı konferans vermekten alıkoyan sağ görüşlü öğrencileri liberal ve sol görüşlü 108 öğrencinin protesto etmesiyle75 başlayan ve 5-6 Mart olayları olarak bilinen olay meydana gelmiştir. Yurt ve Dünya dergisinin kurucuları arasında yeterince solcu bulunmadığı savıyla dergiden ayrılan ve Adımlar dergisini Muzaffer Başoğlu ile çıkartmaya başlayan Boran için, Tunçay’ın da belirttiği76 gibi kısmen siyasal olmakla birlikte sosyal olarak komünist tanımlamasını yapmak pek de mümkün görünmüyor. Özellikle, 1932 Türk Tarih Kongresi’nde Reşit Galib’in “Arkadaşlar esefle ifade edeyim ki Zeki Velidi Bey’in kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum”77 sözlerine o yıllarda asistan olan ve Nihal Atsız’la birlikte “Biz Zeki Velidi Togan’ın öğrencisi olmaktan övünürüz ve hocamızın görüşüne tamamen katılıyoruz” cümlesini içeren bir telgraf çeken Pertev Naili Boratav’ı komünist olarak nitelemek hiç mümkün değil gibi görünüyor. Ne var ki 15 yıl sonra 1947’de Boratav’ı komünizm propagandası yaptığı savıyla ihbar eden kişi yine Nihal Atsız’dır.78 Kısaca, gerek Boratav gerekse Berkes ancak sol liberal olarak adlandırılabilirler.
Ulus ve Cumhuriyet gazetelerini izleyerek özetleyeceğimiz 5-6 Mart olaylarının seyri ise şöyledir: Solcu öğrencilerin olayı protestolarını yayımlayan 24 Saat gazetesinin o günkü sayısının yakılması ve Yurt ve Dünya dergisinin kütüphanelerden kaldırılması ve Boratav, Berkes, Başoğlu ve Boran’ın görevlerinden uzaklaştırılmalarını isteyen sağcı öğrencilerin tepkisi üzerine AÜ Senatosu 6 Mart 1947’de toplanarak olaylar hakkında tebliğ kararı almış, hareketin nedenlerini araştırmak üzere beş kişilik bir komisyon kurmuştur. Komisyon kararının senatoya açıklanmasıyla (7 Mart 1947) Üniversite Yönetim Kurulu (12 Mart 1947) 21. toplantısında Senato, Boratav, Boran ve Berkes hakkında yasal soruşturma yoluna karar vermiş ve Tahkik Heyeti’ne rektörlüğün AÜ Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Ord. Profesörü Baha Kantar ve Doç. Dr. Faruk Erem’i seçtiğini belirtmiştir. 11 Mart-21 Haziran 1947 tarihleri arasında süren soruşturma sonucu heyetin hazırladığı fezleke Danıştay’a gönderilmek üzere Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiştir. Yaklaşık bir yıl önce (10 Haziran 1946) Üniversite Kanun Tasarısı görüşmeleri sırasında, bu yasanın demokratik gelişme hamlesinden, halkçılıktan söz eden79 ve 27 Nisan 1947’de aşırı tutucu ve sağcı olarak tanınan Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, Senato’ya yaptığı baskıyla anılan öğretim üyeleri hakkında disiplin koğuşturması başlatmış 10-11 Ekim 1947’de savunmaların okunmasından sonra, “suç” kavramının yorumu sorunu dolayısıyla TBMM’den Üniversiteler Kanunu’nun 46. maddesinin D fıkrasının tefsiri istenmiş, disiplin soruşturması sürüncemede kalınca, bekletilen fezleke Millî Eğitim Bakanı Sirer tarafından Danıştay’a gönderilmiştir. 28 Kasım 1947 tarihli fezlekedeki iddia “Yabancı ideolojileri yaymak, Türk gençliğine zehir saçmaktır.”
Üniversiteler Kanunu’nun 49. maddesine dayanılarak görevleri ile ilgili suçlar açısından durumları incelenen Boratav, Berkes ve Boran hakkında Danıştay 26.2.1948’de “fiil ve hareketlerinde mesuliyeti mucip bir cihet bulunmadığı” kararına varmıştır. Danıştay bu kararıyla öğretim üyelerini görevlerine iade etmesine karşın, Bakan Sirer, AÜ Senatosu’ndan bir azil kararı çıkarmayı başarmıştır. Ne var ki Üniversitelerarası Kurul, ilgili öğretim üyelerinin komünizm propagandası yaptıklarına ilişkin kesin hiçbir delile rastlanmadığı gerekçesiyle Senato kararını bozmuştur. Ancak TBMM’ce desteklenen Bakan Sirer, bu konudaki kararlılığını sürdürerek Üniversite bütçesinden, Boratav, Berkes ve Boran tarafından verilen folklor, sosyoloji ve antropoloji derslerinin tahsisatını ve bu öğretim üyelerinin kadrosunu kaldırmıştır.80
Köy Enstitüleri’nin gelişmesine katkı yapan Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ise komünist öğretim üyelerini koruduğu baskısıyla karşılaşmıştır. Üniversiteye karşı kışkırtmaların etkisinde kalan Bakan Yücel böylece, Görüşler dergisinde yazı yazan solcu öğretim üyelerini Bakanlığın emrine almış81 ancak bu girişimi bile, desteklediği ve savunduğu üniversite özerkliğine gereken katkıyı yapmadığı gibi, Avukat Kenan Öner’in komünist iddialarıyla aleyhine açılan davayla 5 Ağustos 1946’da Millî Eğitim Bakanlığı sona ermiş olan H.A. Yücel, yıpratılmaya çalışılmıştır.
1947 tasfiyesi olarak adlandırdığımız bu olay bu kadarla da kalmamış, 26 yıl önce henüz 18 yaşındayken sol eğilimli Aydınlık dergisinde “İnsaniyet Adına” başlıklı bir yazısı yayımlanan AÜ Rektörü Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu da komünistlikle suçlanmış, bunun üzerine Rektörlük görevinden istifa etmiştir.
Bu olaya üniversitelerden gelen tepki ise şöyledir: 28 Aralık 1948’de Ulus gazetesine bir demeç veren ve Araştırma Komisyonu’nda görev alan Prof. Dirisu ile AÜ Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dekanı Prof. Tevfik Kabakcıoğlu, Boratav, Berkes ve Boran’ın akademik niteliklere sahip olmadıklarını ve üniversite içinde kaldıkları süre içinde disiplinsizlik ve huzursuzluğun süreceğini oybirliği ile Senato’ya bildirmiştir. Senato’da görev alan Prof. Zeki Mesut Aslan, Prof. Zeki Pamir, Prof. Abdülkadir Noyan da bu öğretim üyelerine disiplin cezası verilmesi ve üniversiteden çıkarılmaları düşüncesindedirler. Nitekim Prof. Kansu’nun istifasından kısa bir süre sonra 30 Nisan 1948’de AÜ Rektörlüğü’ne DTCF Dekanlığı’ndan istifa eden Prof. Enver Ziya Karal seçilmiştir.
Boran, Boratav ve Berkes olayına İÜ Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar ise “Üniversitelerarası Kurul kararını vermiştir... Bu mevzuda söylenecek bir şey yoktur” diyerek tepkisinin niteliğini açık biçimde dile getirmemiştir. Ancak “solcu” öğretim üyeleri hakkında verilen karara olumsuz tepki gösteren ve 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle gelecek olan ve 147’ler olayı olarak adlandırılan bir başka üniversite tasfiyesinde de benzeri tepkiyi gösterecek olan82 öğretim üyelerinden, Yavuz Abadan dahil dört profesörden söz edilebilir. 1946’da TBMM’de 7. Dönem Eskişehir milletvekili olan Yavuz Abadan hem Üniversite Kanun Tasarısı görüşmelerinde üniversite özerkliğini savunmuş83 bir kişi olarak Boran, Berkes, Boratav olaylarına üniversitenin özerkliğini anımsatarak84 tepkisini göstermiştir. Bu soruşturmaya tepki gösteren öbür üç profesörden ikisi yabancı, biri Türk’tür. Senato’da görev yapan ve Hitler rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınan Alman Prof. Ernest Hirsch ile Prof. Esat Arsebük yapılan soruşturmanın usulsüz olduğu gerekçesiyle Senato’dan istifa etmişlerdir.85 Asıl kayda değer tepki, AÜ Felsefe Enstitüsü eski müdürü olarak (1945-47) Türkiye’de bulunan Princeton Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı ve Psikoloji Profesörü Caroll C. Pratt’ın Cumhuriyet gazetesi Başyazarı Nadir Nadi’ye gönderdiği mektupta görülmektedir. Türkiye’den 1947 yılında ayrılan ve ABD’ye dönen Prof. Pratt, mektubunda, son zamanlarda Amerikan gazetelerinde Ankara’daki öğrenci olayları ve rektör de dahil olmak üzere fakülteden bazı hocaların azledilmiş olması haberinin, Amerikan üniversite çevrelerinde son derece kötü bir izlenim yarattığını, Türk üniversitelerinde gerçek bir bilimsel özgürlüğün olmadığı kanısını verdiğini belirten Pratt mektupta özetle şunları yazmaktadır: “... İzin verirseniz size bazı olgulardan örnek göstereyim: Muzaffer Şerif’in bizim ülkede (Amerika’da) büyük bir şöhreti vardır. Birçok eser yazmıştır. Geçenlerde de sosyal psikoloji (İçtima Psikolojisi) üzerinde önemli bir kitap yayınlamıştır...
Behice Boran, ABD’de öğrenim yapmış ve burada çok iyi bir ün bırakmıştır. Niyazi Berkes de öyle. Bunlar aleyhine alınan kararlar burada okundukça Türk üniversiteleri hakkında olumsuz bir kanı oluşuyor. Hattâ gazetelerimizin birinde Amerika’da okuyan Türk öğrenciye Türk hükümetince iyi gözle bakılmadığı, bunların fazla liberal fazla komünist sayıldığı hakkında bir yazı çıkmıştır... Türkiye’de üniversiteler resmen özerk olarak kabul edilmiştir. Özerklik, profesörlerin her türlü hareketlerinde tamamıyla özgür olmalarıdır. Profesörlerin özerkliği varsa ve buna karşın hükümetten ilham alan öğrenci ayaklanmalarıyla azledilebiliyorlarsa durum çok fena demektir.”86
Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’deki üniversiteleri Batılı örneklerinin düzeyine getirme çabaları başlangıçta nesnel kararlarla da alınsa uygulamalarında öznel sonuçlara varmaktadır. 1920-1930-1940’lı yıllarda incelemeye çalıştığımız üniversite reformlarından yalnızca 1920’lerde yapılanlarda içsel dinamikleri ağırlıklı olarak görmekteyiz. Bu yılların sosyo-ekonomik koşulları gözönüne alındığında 1924’te Darülfünun’a tüzel kişilik verilmesi ve katma bütçeyle yönetilme hakkı devrimleri destekleyici ve gelişmeci yönde kayıtlar olarak nitelenebilir. Ancak 1933 Reformu için benzeri kayıtlardan söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Her ne denli 1930’ların benzeri koşulları değerlendirildiğinde üniversitenin bir baskı grubu olarak işlevini yerine getirecek esnekliğe sahip olmadığı saptanırsa da, bu Reformla sonraki yıllarda ulaşılacak olan hem akademik kuruluşların baskı grubu işlevselliği önlenmiş, hem de Cumhuriyet döneminde üniversitelerden tasfiye geleneği başlamıştır. Ayrıca, reforma ilişkin yapılan düzenlemelerden uygulamada sapılması, reformun tutarlılığına gölge düşürerek kişiselleşmesine neden olmuştur. Bu nedenle bu reformun ardından gelen 1947 tasfiyesinde de bu sapma ve tutarsızlık boyut kazanmıştır. Bir başka tutarsızlık ise yönlerinin dışarıdan içeriye doğru olan bu iki olayın adına yapılan düzenlemelere karşıt uygulamalara girilmesidir. Örneğin, 1933’te A. Ağaoğlu muhtemelen üniversite dışı işte çalışma (dergi yayımlama) gerekçesiyle tasfiye edilirken, Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Köprülü, Ülkü dergisinin direktörlüğüne getirilmiştir. Liberal oldukları gerekçesiyle Darülfünun’dan atılanların yerlerine ise Almanya’dan gelen liberal, sosyal demokrat, hattâ komünist eğilimleri olan profesörler alınmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası Batı Bloku’na girmek için kişiliksiz bir dış politikayla ABD’nin yanında yer almasına karşılık, bu ülkeye rağmen iç politikada demokratikleşmede alabildiğine tutucu kalınmış, 1930’ların anti-demokratik politikasını sürdürmede kararlılık gösterilmiştir.
Kısaca, Atatürk Devrimleri’nin sonsal hedefi demokratik bir rejime geçmek olarak ele alınırsa, 1933, 1947, 1960, 1971 ve 1983 üniversite tasfiyelerini bu devrimlerden birer sapma olarak adlandırmak basite indirgenmiş bir abartma olarak nitelenmemeli ve demokrat olunmasa bile demokrasiyi savunmanın üniversitelerin bilimsel gelişmesinin temel dayanağı olduğu anlaşılmalıdır. Çünkü Batı’da demokratik kitle örgütleri arasında sayılan üniversiteler, bir gün, bir yerde herkese gerekli olabilecek çoğulcu rejimin temel dayanaklarındandır.
[1]I. Türk Tarih Kongresi, Konferanslar Münakaşalar, T. C. Maarif Vekaleti, s. 376-400
[2]Zeki Velidi Togan’ın kızı İsenbike Togan’la yaptığımız görüşmede Zeki Velidi Bey’in Darülfünun’dan istifa gerekçesi bu kongredeki haksız saldırılara bağlanmakla birlikte, Prof. Togan’ın yurt dışına giderek doktora yapmak istediğinin de bu istifada payı olduğu sayın İ. Togan tarafından belirtilmiştir. N. M.
[3]Reşit Galib’in nutku için bkz. Cumhuriyet 1 Ağustos 1933
[4]Dr. Ernest Hirsch, Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, c. 1, AÜ Yayınları, İstanbul 1956, s. 229-295
[5]Yücel Aktar, “Atatürk’ün İstanbul Üniversitesi’nin Kuruluşu’yla İlgili Özel Notları ve Görüşleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, sayı: 1, Ank. 1984, s. 255
[6]Prof. Dr. Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Üniversite ile İlgili Notları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi... s.6-7
[7]Şevket Süreyya, “İktisadi Devletçilik”, Kadro, c. 2, sayı: 17, Mayıs 1933
[8]Şevket Süreyya, “Arkada Kalan Darülfünun”, Kadro, c. 1, sayı: 8, Ağustos 1932
[9]Burhan Asaf, “Üniversitenin Manası”, Kadro, c. II, sayı: 20, Ağustos 1933
[10]Cumhuriyet, 11 Temmuz 1933, Ülkü, c. I, sayı: 5, Haziran 1933
[11]Ayın Tarihi, Ankara, II. Kanun, c. I, s. 64
[12]TBMM Zabıt Ceridesi, c. 13/1, D: II, s. 96
[13]A.k., s. 97-98
[14]Dr. İlhan Başgöz - Howard E. Wilson, Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim ve Atatürk, Dost Yayınları, Ank. 1968, s. 178
[15]Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, c. 5, Eser Matbaası, İst. 1977, s. 1646-1647
[16]A.k., s. 1648
[17]A.k., s. 1650
[18]TBMM Z.C., c. 7, D: II, s. 25-27
[19]Burhan Asaf, “Üniversitenin Manası”, Kadro..., s. 25-26.
[20]Vedat Nedim Tör, “Türk Devletçiliği İhtibas Devletçiliği Değildir”, Kadro, c. II, sayı 17, Mayıs 1933
[21]Şevket Süreyya, “Millî Kurtuluş Hareketleri Hakkında Bizim Tezimiz”, Kadro, c. I, sayı: 12, “Darülfünun’un İnkılap Hassasiyeti ve Cavit Bey İktisatçılığı”, Kadro, c. I, sayı: 13, II. Kanun, s. 5-11, Ali Sarıkoyuncu, “Darülfünun’un Tarihsel Gelişimi”, Din Öğretimi Dergisi, sayı: 32, s. 117
[22]Sarıkoyuncu, a.g.m., s. 114-118; Murat Katoğlu, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Eğitim, Kültür ve Sanat” Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İst. 1992, s. 401-404
[23]Katoğlu, a.g.m., s. 397-402
[24]Abdurrahman Çaycı, “Atatürk, Bilim ve Üniversite”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, I. Uluslararası Atatürk Sempozyumu (Açılış Konuşmaları-Bildiriler), 21-23 Eylül 1987, Ank. 1994, s. 230
[25]Katoğlu, a.g.m.’de bu tarih için 12 Ekim 1919’u gösteriyor.
[26]Çaycı, a.g.m., s. 231
[27]TBMM, Z . C., c. 20, 21, 22, 23, 25, 27, D: II
[28]TBMM, Z. C., c. 8/1, D: II, s. 975-976
[29]Nurşen Mazıcı, Belgelerle Atatürk Döneminde Muhalefet 1919-1926, Dilmen Yayınevi, İst. 1984, s. 53-63; Mete Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, İst. 1989, s. 42; Toktamış Ateş, Türk Devrim Tarihi, Der Yayınevi, İst. 1984, s. 164-165
[30]Mazıcı, a.g.y., s. 100-126
[31]Kemal Zeki Gençosman, İhtilal Meclisi, Hürriyet Yayınları. İst. 1981, s. 273
[32]Reşit Galib’in bu açıklamayı yaptığı mektup için Mazıcı a.g.y., s. 21 ve 227’ye bkz.
[33]A.k., s. 24
[34]Tunçay, a.g.y., s. 141
[35]Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945), Altın Kitaplar Yayınevi, İst. 1983, s. 27-95
[36]Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ank. 1982, s. 7-33; “Türkiye’de Devletçilik” Cumhuriyet dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 2, İletişim Yayınları, s. 412-413
[37]Yetkin, a.g.k., s. 81
[38]Cumhuriyet, 1 Ağustos 1993
[39]Adnan Cemgil, “Darülfünun’dan Üniversiteye”, Cumhuriyet, 16 Aralık 1993
[40]Mete Tunçay-Haldun Özen, “1933 Tasfiyesinden Önce Darülfünun”, Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, sayı: 7, Ekim 1984, s. 13-14
[41]Doç. Dr. Nuran Yıldırım, “Başlangıçtan 1933 Üniversite Reformuna Kadar İstanbul Tıp Fakültesi’nde Deontoloji ve Tıp Tarihi Öğretimi”, Tarih ve Toplum, sayı: 120, Aralık 1993, s. 43-47
[42]Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Baha Matbaası 1969, s. 152-153
[43]Mete Tunçay-Haldun Özen, “Bir Tek Parti Politikacısının Önlenemez Yükselişi ve Düşüşü”, Tarih ve Toplum, Ekim 1984, s. 10
[44]S. A. Elman, Dr. Reşit Galip, Ank. 1955, s. 143
[45]A. N. Babanzade, İslâm Ahlâkının Esasları, Yücel Yayınları, İst. 1963, s. 4
[46]Darülfünun Hukuk, Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri’nde görevlerine son verilen öğretim üyeleri ve çalışmaları için “1933 Tasfiyesinde Hukuk, Edebiyat ve İlahiyat Fakültelerinden Atılanlar”, Yeni Gündem, Ekim 1984
[47]Tunçay-Özen, “1933 Tasfiyesi’nden Önce Darülfünun”... s. 10
[48]Haldun Özen - Mete Tunçay, “1933 Tasfiyesinde Atılanlar”, Bilim ve Sanat, Aylık Kültür Dergisi, Ekim 1984, s. 24
[49]A.k., s. 22-23
[50]A.k., s. 23
[51]A.k., s. 23
[52]Mazıcı, a.g.y., s. 30-34
[53]Prof. Cemil Bilsel, İstanbul Üniversitesi Tarihi, Kenan Matbaası, İst. 1943, s. 121
[54]Aykut Kazancıgil - Vural Solak, Türk Bilim Tarihi Bibliyografyası (1856-1981), İstanbul Matbaası, İst. 1981, ç. y..; Özen-Tunçay, “1933 Tasfiyesinde...”, s. 25
[55]Cemil Bilsel, “Öğrenirken ve Öğretirken Beraber”, Ebül’ula Mardin’e Armağan, Kenan Mat., İst. 1944, s. 56; Haldun Özen - Mete Tunçay, “Osmanlı Darülfünu’nundan YÖK Darülfünun’a”, Yarın, Aylık Sanat-Edebiyat Dergisi, Ekim 1984, s. 7
[56]Wilson - Başgöz, a.g.y., s. 178
[57]Dr. Cemil Topuzlu, İstibdat - Meşrutiyet - Cumhuriyet Dönemlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, İst. 1951, s. 99-104
[58]Uluğ İğdemir, Yılların İçinden, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1976, s. 124-125
[59]Ağaoğlu, a.g.y., s. 153-154
[60]Özen - Tunçay, “Osmanlı Darülfünunu’ndan...”, s. 7
[61]Özen - Tunçay, “Bir Tek Parti Politikacısının...”, s. 15
[62]a.k., s. 20, Cemil Bilsel ise “İnkılap Tarihi profesörlüğünü Reşit Galip’e üniversite önermiş, ama o affını istemiş, yerine dönemin Sıhhiye Vekili Dr. Refik Saydam vekalet ederek üniversite kadrosunu tamamlamaya memur edilmiştir” diyor (Cemil Bilsel, Öğrenirken ve Öğretirken)... s. 57
[63]A.k., s. 15
[64]Özen - Tunçay, “1933 Tasfiyesinde Fen ve Tıp Fakültelerinden...”, s. 25
[65]Yetkin, a.g.k., s. 177
[66]A.k., s. 178-181
[67]Yeni Gündem, “Parti umdelerine aykırı fikir ve kanaate yer yok”, 1-15 Ekim 1984
[68]Dr. Cem Eroğul, Demokrat Parti (Tarihi ve İdeolojisi), Sevinç Matbaası, Ank. 1970, s. 6
[69]TBMM, T. D., D: 7, c. 24, Birleşim 62, 11 Haziran 1946
[70]TBMM, T. D., D: 7, c. 24, Birleşim 62, 11 Haziran 1946
[71]İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’’ndan Günümüze Eğitim Kurumlarının Gelişmesi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 3, İletişim Yayınları, s. 663-667
[72]Tekeli, a.g.m., s. 667
[73]Tunçay - Özen, “Osmanlı Darülfünunu’ndan...”, s. 7
[74]M. Şehmus Güzel, “1940’larda Öğrenci, Gençlik Dernekleri ve Eylemleri I-II”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1988, sayı: 55, s. 38-47
[75]Prof. Dr. Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İst. 1967, s. 316
[76]Mete Tunçay, “4B Tasfiyesi”, “Niyazi Berkes ve Üniversite Özerkliği Türkiye Aydınlarıyla Dayanışma Girişimi Paneli”, Video Kaseti, Bielefeld, Almanya 1989; Her ne denli Karpat 1947’de tasfiye edilenler arasında Adnan Cemgil’i, Tunçay da M. Şerif Başoğlu’yu gösteriyorlarsa da, Cemgil’in 21 Şubat 1947’de üniversitedeki görevinden istifa ettiğini, Başoğlu’nun da 1945’te ABD’ye geri dönüp Princeton Üniversitesi’nde çalıştığını saptadık. N. M.
[77]Türk Tarih Kongresi... s. 388-389
[78]“Niyazi Berkes ve Üniversite Özerkliği... Paneli”, P. N. Boratav’ın bildirisinden
[79]TBMM, TD, c. 24, D: 7, Birleşim: 61, 10 Haziran 1946
[80]Karpat, a.g.y., s. 317
[81]P. N. Boratav’ın bildirisinden “Niyazi Berkes... Paneli”
[82]Nurşen Mazıcı, Türkiye’de Askeri Darbelerin Sivil Rejime Etkileri, Gür Yayınevi, İst. 1989, s. 200
[83]TBMM, TD, c. 24, D: 7, 10 Haziran 1946
[84]Ulus, 21 Şubat 1948
[85]Prof. Dr. Ernest E. Hirsch, Hatıralarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi, Sevinç Mat., Ank. 1985, s. 423-425; Ulus, 28 Aralık 1947
[86]Cumhuriyet, 7 Şubat 1948
(*) Bu çalışmadaki eleştiri ve katkılarından dolayı Doç. Dr. Murat Belge’ye teşekkür ederim.
(*) Bu bilgiye 3 Şubat 1995 tarihli fax mesajımıza Mustafa Nevzat İlaç Sanayii Anonim Şirketi’nden gelen yanıtla ulaştık.