1983’ten beri Türkiye’de seçimin yasaca öngörülen tarihte değil, iktidarın dilediği, uygun gördüğü anda yapılması bir teamül haline geldi. İktidarların bu “hak”larını baskın verircesine kullanmaları da normal karşılanır oldu. Baskın tarzında seçim için iktidarlar –herhangi bir– “rüzgârı arkalarına aldıkları” ve bu arada muhalefeti, hazırlıksız, avantajsız yakaladıkları(nı sandıkları) bir anı bekliyorlardı. Örneğin 1987 seçiminde Özal’ın ANAP’ı “yasak”ların kaldırılması için yapılan referandumda sırf kendisinin yürüttüğü hayır kampanyası yüzde 49’u aşan bir oy toplayınca, bu yüzde 49’un “rüzgârı”yla hemen seçime gitti. 1991’de ise aynı ANAP, bu kez Özal hanedanını sırtından atmış, parti, genç ve ciddi bir başkan imajı sağlandığını umduğu bir “rüzgâr”la seçimi kazanmayı denedi.
Şimdiki iktidarın, özellikle DYP kanadının da bir “baskın seçim” fırsatı kolladığı epeydir ortada. Örneğin eğer geçen Mart ayında düzenlenen Kuzey Irak operasyonu umulduğu tarzda “başarılı” olsaydı ve ardından PKK saflarında geniş çaplı bir çözülme başgösterseydi, DYP derhal seçime gitmek için her yolu denerdi. Umulan fırsat ele geçmedi ve şimdi seçimin normal tarihine neredeyse bir yıl kalmışken ufukta herhangi bir baskın fırsatı da görülmüyor. DYP kurmaylarının Gümrük Birliği’ne girişin bir fırsat yaratıp yaratmayacağı konusunda epey kafa yordukları açık. Ama son aylardaki gelişmeler, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne resmen kabulünün öyle seçim kazandıracak bir “rüzgâr” estirmeyeceğini ortaya koyuyor.
Bu durumda erkene alınsa da tam vaktinde yapılsa da seçime birinci parti olma umuduyla girecek dört partinin –DYP, ANAP, DSP, RP– de aşağı yukarı eş şansa sahip oldukları kabul edilebilir. Dördü birden yüzde 70 civarında bir oy oranı sağlayabilen bu partilerin her birinin ulaşabileceği en üst oy oranının ancak yüzde 25 civarında olabileceği de neredeyse bir veri.
Anlaşıldığı kadarıyla bir süredir siyasal düzenin merkezinde yapılan hesaplar, bu veriden hareketle geliştiriliyor. Tabanına ve kamuoyuna konuştuğunda aşırı yüksekten atan hesabı ve hesabını gayet iyi bildiği belli olan RP’nin reel politiker mantıklı yönetici kadrosu da bu yüzde 25 barajının farkındadır.
Bu partilerden sadece DSP ve RP oldukları gibi kalarak yani parti olarak şimdiye kadar izledikleri çizgiyi koruyarak o barajı aşmayı umabilirler. DSP’nin umudu şüphesiz büyük ölçüde CHP’nin umutsuz durumudur. RP’ye gelince; o da –herkesin bildiği gibi– DYP ve ANAP tabanından alabileceği epeyce bir oy olduğu kanısındadır.
DYP ve ANAP’ın ise oldukları gibi kalarak seçimden birinci parti olarak çıkma şansları olmadığı gibi, kendilerine oy veregelmiş kimi dinî toplulukların, “cemaatler”in RP’ye kayma ihtimali de bertaraf edilmiş değildir. 1970’lerde ve daha sonra (MNP-MSP) RP orta güçte bir parti olarak durduğunda geleneksel tutumlarını –yani merkez-sağ parti(ler)in himayesi karşılığında onlara oy deposu olmayı– daha kolay savunabilen bu “ılımlı Müslüman” cemaatler, şimdi RP tarihsel bir fırsatın eşiğine kadar ulaşmış görünüyorken aynı tutumu aynı kolaylıkla, aynı gerekçelerle savunamazlar. RP’yi oylarıyla desteklemek ya da desteklememek hayatî önem kazanmıştır ve eğer RP yine desteklenmeyecekse bunun aradaki “köprüleri atan” bir gerekçeye dayandırılması zorunludur. Bunu ne RP, ne de söz konusu cemaatler açıktan dile getirseler dahi ANAP ve –özellikle– DYP tarafından yapılacak –hayli tehdit yüklü– bir zorlama ile onlardan böylesi bir tavır almaları istenecektir. Yani ANAP ve özellikle DYP, bu konuda şimdiye kadar yürütegeldikleri politikayı esaslı biçimde değiştirmek zorundadır. O politika, RP’nin dinî söylemiyle tartışmaktan özenle kaçınmak ve oradan gelen atakları “biz de Müslümanız” edebiyatı ile pasifize etmek ve öte yandan da bünyesinde –ya da himayesinde– olan cemaatleri çeşitli ödünlerle ve onlara sunduğu “devlet”e karşı paratonerlik işlevi ile tutmak gibi pragmatist bir içerikte idi. Şimdi ise hem RP ile ister istemez bir tartışmaya girmek hem de gerek RP’ye, gerekse RP’ye kayma ihtimali olan kesimlere “paratoner” diliyle değil neredeyse “şimşeğin” diliyle konuşmak zorundadırlar. Ayrıca asıl önemlisi cemaatlerin o dille söylenecek olanları sessizce kabullenmeleri de yeterli sayılmayacak, RP’ye karşı da fiilen kullanmaları şart koşulacaktır.
Durumu kabaca özetleyen yukarıdaki açıklama ANAP ve özellikle DYP’nin bu kritik bahiste, yani toplumun dinî boyutu ile ilişkili alanda şimdiye kadar olduğu gibi olamayacaklarını gösteriyor. Ama daha önce de işaret edildiği üzre bu oldukça esaslı politika değişimiyle söz konusu cemaatlerin oy desteğini koruyabilseler dahi, o mahut barajın yine gerisinde olacaklardır. Dolayısıyla sırf bu değişim/değişiklik yetmez, ikinci ve en az bunun kadar esaslı bir değişikliğe ihtiyaçları vardır. Ve bu ikincisi de tıpkı birincisi gibi onlardan esaslı bir söylem –ve tutum– değişikliği gerektirmektedir. Ancak arada önemli bir farklılık vardır. Merkez-sağın liderliğine oynayan partinin o söylem ve tutum değişimiyle kalıcı desteğini talep edeceği kesimler, siyasal parti örgütlerince temsil edilmektedir. “Türk Milliyetçiliği”nin siyasal örgütü MHP ile Liberal Parti ve daha ziyade de YDH tarafından temsil edilen liberal akımdır bunlar.
Tipik merkez-sağ partinin fikrî portföyünde bir miktar dinî, bir miktar milliyetçi, biraz da liberal fikir ve tezlerin zaten varoluşu, eskiden onların oy depolarını o akımlara kaptırmamasını sağlayabilirken, şimdi artık bu mümkün değildir. Örneğin merkez-sağın büyük partisinin MHP’den beş, altı kat fazla bir oy gücünü temsil ettiği ve MHP’nin de “aşırı sağ” gibi periferik bir konumda olduğu geçmiş dönemde, merkez-sağ büyük parti “milliyetçi” bir dili ağırlıkla kullanarak, bu dile duyarlı kesimlerin epeyce bir kısmının oy desteğini almayı umabilirdi. Oysa MHP’nin merkez-sağın liderliği için mücadele eden partilerin halihazır oy gücünün yarısından daha fazlasına erişmiş orta boy bir parti haline geldiği mevcut durum ve konjonktürde, merkez-sağ bir partinin milliyetçi söylem tutturması MHP hesabına çalışmaktan başka bir sonuç veremez. O halde eğer bir merkez-sağ parti eğer seçimden birinci parti olarak çıkmanın garantisini “milliyetçi”liğe yatırım yapmakta görüyorsa MHP ile bir seçim ittifakının ötesinde bir birleşmeye gitmek zorundadır. Bunu yapar ve umduğu sonucu alıp birinci parti olarak seçimi kazanırsa bu demektir ki, gelecekteki Meclis’te en az 70 MHP milletvekili olacaktır. Ayrıca bu yola girmekle söz konusu merkez-sağ partinin ideolojik konumu kalıcı biçimde MHP’nin yanıbaşına kaymış olacaktır. Şüphesiz MHP’lileşmekten pek az farklı bir konumdur bu.
Az sonra bu konuya yeniden döneceğiz.
“Barajı aşmak” için liberal tezlere yönelme alternatifi –“milliyetçiliğe yönelmek ölçüsünde olmasa bile”– yine kalıcı bir ideolojik konumlanmayı ve liberal akımın siyasal örgütleriyle birleşmeye pek yakın bir örgütsel beraberliği zorunlu kılar.
Demek oluyor ki; her ikisi de merkez-sağ kitle partisi modeline göre kurulmuş olan ve bu model gereğince hem din, milliyetçilik ve liberalizmden devşirme fikir ve tezlerin pragmatist bir bileşimini, hem de buna uyarlı olarak hayli farklı toplum kesimlerini temsil eden DYP ve ANAP için bu modelin dışına çıkmak kaçınılmazdır. Görünen odur ki, bunlardan biri “milliyetçiliğin belirleyici olduğu ve dolayısıyla da din ve liberalizmden alınma tez ve görüşlerin bu süzgeçten geçip onun rengini taşıdığı bir kimliğe geçerken, öbürü de benzer bir “operasyon”dan liberalizmi aks olarak kabullenerek geçecektir. Şu anda belirtilerden, DYP’nin ilk yola girmeye daha hazır ve “şanslı” görünmesine mukabil ANAP’ın henüz kararsız gözüktüğüdür. Belki de şu anda atıl gözüken ANAP, DYP ve MHP’nin el altından sürdürdükleri pazarlıkların, formül tartışmalarının ilk etap sonuçlarını bekliyor. Bir başka neden de liberal akımla, özel olarak YDH ile ilgili olabilir. ANAP, “rüzgâr”ı giderek azalan YDH’daki bu duraklamanın yöneticilerince de teslim edileceği anı bekliyor olabilir.
Öte yandan Türkiye’deki merkez-sağ partiler için liberal kimliği belirleyici bir partiye “dönüşmek” milliyetçiliği belirleyici bir partiye dönüşmekten çok daha zordur. Bunun en anlamlı ölçütü ve nedeni “devlet” bahsindedir. Ortalama liberal bir yaklaşım “devlet”le, hele Türkiye’deki özgül “devlet”le en azından mesafeli ve eleştirel bir tavrı gerektirirken, özerk bir akım olarak milliyetçilik -Türkeş’in şahsında gayet açık izlenebileceği üzre– “devlet”le –devlete rağmen bile– özdeş ya da yandaş görünme gayreti ile karakterize olagelmiştir. Devletin resmî Atatürk milliyetçiliği ile MHP’de temsil edilen Türk milliyetçiliği arasında ciddi bir ayrım olduğu gerekçesiyle MHP ve “ülkücü hareket”e karşı ’80’li yılların ortalarına kadar uygulanan “ihtiyatlı” yaklaşıma rağmen, Türkeş’in MHP’si, “devlet”le arasındaki bu mesafenin bedelini arada bir cezalandırılarak ödemesine rağmen “devlet”le sorunu olduğunu imâ eden en ufak bir söz etmemeye bilhassa özen göstermiştir. Bunu siyasal bir strateji ya da taktiğin bir gereği olarak değerlendirmenin daha öncesinde, Türk milliyetçiliğinin kaynağında –örneğin Batı’daki milliyetçi (faşist-nazi) akımlardan farklı olarak– çok güçlü bir “beka sendromu”nun yattığı gerçeği ışığında yorumlamak gerekir. Devlette hissedilen ve yine o devletle bertaraf edileceğine inanılan akıldışı bir “toptan yokoluş” halini ifade eden, bu halet-i ruhiye ile yaşanan bir sendromdur bu. O nedenledir ki, Türkiye’de, siyasal yelpazedeki yeri ister faşist, ister sosyal demokrat veya dinci –ve daha da ilginci– “sosyalist” olan (örneğin İP gibi “sosyalist”) her akım veya hareket milliyetçiliğin ya da “yurtseverliğin” temalarını kullandığında otomatikman “devlet”e yanaşır, onun “mukaddes”lerini tabularını kendi dilinde içselleştirip benimser. Daha önceden “devlet”le aralarına koydukları mesafeyi, ideolojik farklılığı özür dilercesine gündemden çıkarmaya çalışırlar. Yani Türkiye’de milliyetçilik, vatanseverlik dalgası –kaynaktaki o “beka sendromu”nun itkisiyle– her akımın “devlet”e sarılması ve herkesin bir tür Atatürkçülüğe bürünmesi biçiminde yaşanır. Resmî ideolojiyle arasında mesafe olduğunu açıklamaya koyulan “demokratik sol” ya da “sosyal demokrat” etiketli partiler, o durumda hemen Atatürk’ün kurduğu, “devlet”i de kuran partiden kaynaklandıklarını vurgulamaya başlar, dinî hareketlerin partisi “yaşasaydı Atatürk de bizim aramızda olurdu” diyecek ölçüde Atatürk’ü sahiplenir, MHP Atatürk’ün en büyük Türk(lerden biri) olduğunu haykırır, “sosyalist”ler “anti-emperyalist” erdemiyle Atatürk’ün en ateşli savunucuları olarak “ortaya” koşuşur ve ortada “devlet”, zaten kendisine yapışık merkez-sağın vekilharçlığında beka sendromunun bu çocuklarına kendini tasdik ettirmiş bir “baba” ve “sahip” tavrıyla durur.
Dolayısıyla MHP’nin soy Türk milliyetçiliğinin siyasal akımı olarak uzun süre “devlet”ten “şüpheli” muamelesi görmesine rağmen bunu sineye çekmesi, “devlet”in alnına dayanmış –itmeye hazır– eliyle duraklamayıp ona “sarılma” gayretini hiç eksik etmemesinin “taktik”ten öte bir anlamı vardır. Ve MHP, bu sabrının mükafatını 1980’li yılların sonlarından itibaren “nihayet” almaya başlamıştır. Birikim’in 60. (Nisan 1994) sayısındaki bu konuya ilişkin yazıda MHP’nin bundan böyle “düzenin merkezi”ne dahil akım/siyasetlerden biri olduğu, bu konuma terfi ettirildiği ve bunun da geçici bir “tedbir” sayılmaması gerektiği etraflıca açıklanmıştı. MHP ülke iktisadına egemen kesimlerce hâlâ yadırgatıcı bulunuyorsa da “devlet” tarafından “itimada layık” belgesini nihayet edinmiştir. Devletin kendisine en üst görevleri “emanet” edebileceği partilerden biridir artık.
O halde MHP ile açıkça kaynaşmayı bile düşünebilecek bir merkez-sağ partinin “devlet”ten icazet alması, hattâ teşvik görmesi gayet tabiîdir. Bunu DYP’nin yapması durumunda ANAP’ın ya bu oluşuma katılması –teslim olması– ya aynı kulvarda beyhude bir koşuya yeltenmesi ya da öbür merkez-sağ seçeneği temsil kimliğiyle DYP-MHP platformuna liberal değerlerle yapılacak ciddi bir eleştiri/mücadele tutumunu benimsemesi gerekecektir. ANAP –muhtemelen YDH ile yakınlaşarak– bu sonuncu seçeneği tercih ettiğinde “devlet”in ciddi bir eleştirisine girişmeyi de göze almak zorundadır. “Milliyetçilik”le, ve de “devlet”le hesaplaşmayı göze alamayacak bir “liberal” hareket, –gelecek seçim dönemi de dahil– mevcut konjonktürde merkez-sağda orta boy –ve ufalanmaya aday– bir parti olmayı kabullenmiş demektir.
“Devlet”in tercihinin MHP ile “içeriklendirilmiş” bir büyük merkez-sağ partiden yana olduğu apaçıktır. Bu bilindiği için, bırakınız liberalleri, demokratik solcu, sosyal demokrat ve İP tipinden “sosyalist”ler dahi, MHP’nin özellikle “özel tim”ler kanalıyla devlet içinde neredeyse başına buyruk bir güç oluşturacak ölçüde “devlet”e “sızmış” olması karşısında –Tunceli olayları gibi gayet çarpıcı biçimde gündeme geldiğinde bile– “ihtiyatlı” bir yakınmadan daha ileri gitmemektedirler. MHP ve Türk milliyetçiliği sadece “devletleştirilmiş” olduğu için ya da “Kürt sorunu”nun hassaslaştırdığı ortamda –adı geçen akımlarca– “anlayış”la karşılandığı için değil; daha doğrusu bu nedenlerin yanısıra, RP’yi bir sınırda tutmak, rehabilite etmek ve ona bizzat kendi ayağını bastığı zeminde bir pranga vurmayı denemek için de işe koşulduğu ve koşulacağı için de “eleştiriden muaf”tır.
Bir sonraki bölümde ele alacağımız Fethullah Hoca olayı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Şüphesiz herkesin de bildiği ve tahmin ettiği üzre Fethullah Hoca’nın kişiliğinde yönlendirdiği cemaatin RP’den farklılığı “millet”e “devlet”e fevkalade itaatli olduğu özellikle vurgulanarak yürütülen, tüm büyük medyanın hevesle katıldığı kampanya, bu yazının ilk bölümünde ele alınan konuyla doğrudan ilişkilidir. Merkez-sağ partilere oy veregelmiş cemaatlerin RP’ye kaymasını önleme operasyonunun köşe taşlarından biridir bu.
Aynı şekilde Fethullah Hoca kampanyası kadar spektaküler biçimde yürütülmese de –ki burada heves eksikliğinden ziyade “malzeme”nin parlatılmaya hiç müsait olmaması etkendir– Türkeş’in de aynı tarihlerde aynı medya tarafından saygın bir siyaset adamı imajıyla sunulmaya başlandığını gördük. Türkeş’in “aslında” ne denli babacan, üstelik ciddi, demokrasiye gönülden bağlı, olgun bir “devlet adamı” olarak portresini çizen bu kampanyada, Nazım Hikmet’in şiirlerini okuyanları katletmiş bir hareketin “başbuğu”nun, “aslında” Nazım Hikmet’i şair olarak ne denli sevdiğinin ilân edilmesine kadar gidildi.
Bu kampanyanın da Türk milliyetçiliğinin devlet ve merkez-sağ tarafından meşrûlaştırılması, resmileştirilmesi, özetle siyasal düzenimizin merkezine terfi ettirilmesi operasyonunun bir parçası olduğu malûmdur.
Kuşkusuz bir yandan RP’yi durdurmak, sınırlamak öte yandan da Türk milliyetçiliğini –bu sınırlama işinde de devreye sokulması hesabıyla– “merkez”e dahil etme operasyonu sırf bu kampanyalar ve ideolojik düzey ile sınırlı değildir. RP’yi sınırlama operasyonunun köşe taşlarından biri olan Fethullah Hoca cemaatinin ve “merkez”in yeni, dinamik elemanı MHP’nin başta güvenlik-polis-güçleri olmak üzere devlet aygıtı içerisinde neredeyse “tercihli” olarak kök salmalarına izin verildiği de biliniyor. Dahası bu iki unsur hiç de birbirinden hayli farklı ve kopuk, iki ayrı âlemin mensupları da değiller.
Birikim’in daha önceki sayılarında değişik vesilelerle birçok kez, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisini artık çok daha belirgin biçimde Sünni Türk ve Türkleşmiş kesimlerden oluşma bir milletin devleti olarak gören, bu tanımın dışında kalanları resmen değilse bile fiilen azınlık addeden bir zemine kaydığını ve kendisini burada yeniden şekillemekte olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan Türkeş ve Fethullah Hoca ile ilişkili söylenenler konjonktürel bir taktiğin gereği değil, aksine “yapısal” bir işlemin gereğidirler.
Bu yılın başlarına kadar hemen yalnızca dinî çevreler ve dinî hareketle ilgilenenlerce bilinen Fethullah Hoca ve cemaati 1995 yılının ilk dört-beş ayının sonunda tüm ülkenin tanıdığı ve üzerinde konuştuğu bir “olay” haline geliverdi. “En büyük” basın ve televizyonlar ardı ardına Fethullah Hoca’yla yapılmış mülakatları yayımladılar ve böylece adı geçen zatın yalnızca tüm “memleket meseleleri” hakkındaki görüşlerini değil, özel hayatının bir sürü teferruatını da öğrenmiş olduk. Sakin, ne denli mütevazi olduğunu her vesileyle ortaya koyan, “milletim” ve “devletim” derken alabildiğine saygılı, bu konularda gayet “hisli”, Picasso’dan hürmetle söz eden, Nazım da bu ülkenin evladı diyen, hâsılı milyonlarca “laik” ve RP’den kuşkulu vatandaşın, “keşke tüm İslâmcılar böyle olsa” diyebileceği bir şahsiyetle karşı karşıyaydık.
Türkiye’nin yanısıra Arnavutluk’tan “Türki Cumhuriyetlere, oradan Malezya’ya kadar çok geniş bir alanda yüze yakın özel lise, beş-altı üniversite, Türkiye çapında bir üniversiteye hazırlık okulları ağı, yurtlar, kreşler, televizyon kanalı, gazeteler ve dergilerle devasa bir organizasyona sahip bir cemaatin lideri bu muymuş dedirtecek kadar kibirden arınmış, bu halkın kudret sahiplerinin alamet-i farikası saydığı tafralı edadan alabildiğine uzak bu Hocaefendinin şahsında, bırakın bir “tehlike” algısı, en ufak bir iktidar talebi imâsı bile hissetmek mümkün görünmüyordu. Hâsılı “şeriat tehlikesi” ile ürperen herkesin yüreğine sular serpen ideal bir “ılımlı Müslüman” imajıyla Fethullah Hoca ve cemaatinin o devasa organizasyonunu daha da büyütmesi ve cemaatin daha da genişlemesi “laik” devlet ve hayatımız için değil, RP için “sorun” olacakmış gibi gözükmekteydi.
Nitekim bu büyük medya ve imaj kampanyasının ardından Fethullah Hoca’nın Çiller’le Başbakanlık’ta başbaşa bir görüşme yaptığı haberi duyulur duyulmaz, herkesin aklına hemen Hoca ve cemaatinin RP’ye karşı düzen ve devletin yanında yer alması konusunun konuşulduğu ihtimali geldi. Hoca’nın mülakatlarda RP aleyhine sözler etmekten özenle kaçındığı, hattâ onları anlayışla karşıladığına dair beyanlarda bulunduğu bilinmesine rağmen, Hoca ve cemaatinin 1980 öncesinden beri çok kritik konu ve anlarda RP geleneğiyle açıkça ters tutumlar aldığı ve öğütlediği de bilindiği için o ihtimal pekâla mümkündü.
Üstelik tam da bu haberin ertesinde, o zamana kadar Fethullah Hoca konusunda tam bir sessizliği sürdürmüş olan RP’ye yakın basın ve yazarlar Hoca ve cemaati ile Çiller’in DYP’si arasındaki “pazarlık” konusunu işlemeye başladılar. İlginç olan hemen tüm yazılarda gayet ihtiyatlı bir dil eşliğinde Hoca’nın RP’ye karşı bir anlaşmanın içine girmeyeceği, Hoca’nın öyle bir anlaşmanın hiçbir biçimde mazûr gösterilemeyeceğini zaten bildiği temasının işlenmesiydi. Mümkündür, yapar diyen yoktu, ama yazılar iktidarın eşiğine gelmiş bir RP’nin çelmelenmesinin ne denli ağır bir vebal olduğunu hatırlatan ikazlarla doluydu.
Bunları daha dobra bir dille tercüme edersek söylenenler şuydu: Evet, Fethullah Hoca ve cemaati devlet ve düzenle bir anlaşma–pazarlık sürecindedir ve galiba anlaşacaklardır da. Pazarlık talebi her iki taraftan da gelmiş olabilir. Devlet ve iktidarın Fethullah Hoca’yı –anlaşmaya yanaşmaması ya da savsaklaması halinde– “üzerine gitmek”le tehdit etmesi, onu bir an önce sahneye çıkıp “kamuoyunu hazırlamaya” zorlamış olması da mümkündür. Eğer Hoca kendisine verilen –ya da el altından taliplisi olduğu– o görevi iyice benimser, örneğin RP’yi açıkça eleştirir ve mahkûm ederse –1980’de ve ünlü türbanlı gösteriler sırasında buna benzer şeyler yapmıştı– şimdi 1980 veya 1989’dan çok daha güçlü bir noktada duran RP eksenli hareketten alacağı cevap da 1980 ya da 1989’daki gibi olmayacaktır. Bizden hatırlatması.
Fethullah Hoca ve çevresi de güç dengesinin RP lehine hayli değiştiğinin farkındadır ve az sonra açıklamaya çalışacağımız gibi her ne kadar “devlet denilince akan sular durur”, “devlete kul köle olurum” yollu sözlerden geçilmiyorsa da gerçekte bu devleti gayet iyi tanımaktadırlar.
Görünen odur ki, bu çevre RP’yi açıktan karşısına almayan, ama RP’ye oy verilmesini de salık vermeyen bir politika izleyecektir. Anlaşıldığı kadarıyla “aslında” RP’ye pekâlâ oy verilebileceği, ama eğer RP seçimlerden en büyük parti olarak çıkarsa ülkenin hızla sert bir kamplaşmaya, çatışma ve kaosa sürüklenmesinin kaçınılmaz olacağı, dolayısıyla da bu ihtimali önlemenin bir gereği olarak RP’nin “yeteri kadar” bir güçte kalmasını sağlamaktan başka bir yol olmadığı gibisinden bir diskur tutturulacaktır. Büyük ihtimalle de oylara adres olarak MHP’yle takviyeli DYP gösterilecektir.
Bu durumda saldırıyı başlatacak taraf RP’dir. RP Fethullah Hoca cemaati ve benzerlerinin kendisini tökezlettiğini hissettiği ya da öyle yorumladığı oranda bu saldırısını şiddetlendirecektir. İslâm tarihinden, imanlı Müslüman kodeksinden tevhid ahlâkından ve fitneliğe dair külliyattan kanıtlarla yürütülecek o saldırı karşısında Fethullah Hoca ve cemaati aynı kaynakların değil, az önce özetlediğimiz durum muhakemesi ve öngörünün uyandırdığı “acı gerçeğin” dokunaklı ifadelerinin diliyle cevap vermeyi yeğleyecektir. Bu arada RP’nin saldırılarını “cahilliğine” verip, onu “anlayışla” karşılayan baba/ermiş edası da takınılabilir. “Hakir bir kul” olduğunu döne döne tekrarlayan Fethullah Hoca’nın RP tarafından gelecek hakaretlere göğüs germekten de öte, onlar için mağfiret dileyip gözyaşları dökmesi de pekâlâ mümkündür.
Ancak o muhtemel gözyaşlarının içtenlik dozu bir hayli tartışmalıdır. “Devlet” ve merkez-sağın seçimler yaklaştıkça daha da ağırlaştırılacak zorlamaları altında ya da Fethullah Hoca’nın o dönemdeki vaazlarında dile getireceği kaos ve çatışma tehlikesinden kaçınabilmek için RP’ye oy veremeyecek olan birçok dinî çevre, RP için üzülerek oylarını merkez-sağ bir partiye verebilir. Bunların epeyce bir kısmı, kadim tarikat geleneğinin temelinde yer alan siyasete, dünyevi sorunlara sırt çevirme tavrını sürdüren “kendi halinde” topluluklardır. RP’nin “İslâmi iktidar” hedefini başından beri tehlikeli, “aşırı” bulmuş olup merkez-sağ parti şemsiyesi altındaki “iktidar bloku”nda pay sahibi olmakla yetinmeyi savunagelmiş olan bir bölüm Nurcu da tereddüt geçirebilir, oyunu yine DYP’ye verirken bu kez çok daha güçlü biçimde “doğru mu yapıyorum” diye sorabilir.
Fethullah Hoca ve cemaati de tıpkı bunlar gibi “siyasal İslâm”ın dışında bir topluluk olarak sunuldu. Bu çevrenin “siyasetten uzak” olduğu noktasında hemfikir olan devlet ve merkez-sağ ile RP eksenli hareketten ilki için bu –kendileri hesabına kullanılabilecek– bir “erdem” öbürü için ise gitgide daha zor tahammül ettikleri bir eksiklikti. “Fethullah Hoca’yı tanıtma kampanyası”nda sunulduğu ve büyük bir başarıyla da benimsetilen “imaj”a göre Hoca ve çevresi siyaseti başkalarına bırakarak kendilerini eğitim gibi hayırlı işlere vakfetmiş mütevazi, ama gayretli kişilerdi ve ister RP’ye, ister karşısındakilere oy vererek “siyasete sokulmuş” olsalar bile bunu “kerhen” yapmış olacaklardı. Fethullah Hoca Çiller’le görüştükten sonra merkez-sağ ve soldaki tüm parti liderleri ile görüşüp “aslında” hiçbirini diğerinden ayırmadığını belirtmiş oldu. Siyasete kerhen bulaşmış imajına pek uygun düşüyordu bu. Erbakan da Hoca ile niçin görüşmediniz sorusuna, “biz kalben görüşüyoruz” yollu cevaplar vererek Hoca’nın siyasî liderlerle görüşmesini siyasete dalmak gibi yorumlamadığını gösterip, o imajı pekiştirmeye gayret etti.
Oysa, anladığımız kadarıyla söz konusu cemaat, bir anlamda RP’den –ve bu arada mevcut tüm siyasal partilerden– çok daha iddialı ve kapsamlı bir siyasal hedefe sahiptir. RP ile arasındaki mesafe kesinlikle siyaset yolunu tercih edip etmeme ile ilişkili değildir. Her iki tarafça da böyle sunulmasına ve buna dair açıklamalarla yetinilmesine rağmen, gerçeğin böyle olmadığı kanısındayız.
Kasdettiğimiz şey, bazı gözlemcilerin işaret ettiği ve her iki tarafın da gayet iyi bildiği üzre Fethullah Hoca ve çevresinin örneğin RP ile MHP arasındaki görüş ve tutum farklılıklarının belirdiği konularda MHP’ye daha yakın durduğu olgusu değildir.
Özetle ifade edilirse RP için siyasetin hedefi iktidardır. Her klasik siyasal parti gibi RP de ne denli kapsamlı bir değişim programı tasarlıyor olursa olsun, bunu iktidarı ele geçirerek kullanma imkânına erişeceği devlet aygıtıyla gerçekleştirilebileceğini düşünmektedir. İslâmi esaslara göre tesbit edilmiş bir iktisadî, sosyal ve siyasal düzeni, o düzen içinde mümkün hayat tarzlarını belirleyen yasal kural ve ölçütleri devlet ve iktidarın gücüyle yerleştirme vaadiyle siyaset yapmaktadır. Bu, büyük çoğunluğuyla İslâmi bir hayat tarzını özgür –ve egemen– biçimde yaşamak isteyen ve buna mevcut devlet ve iktidarların engel olduğunu düşünen, buna inanan geniş kesimlerin de paylaştığı bir düşünüş tarzıdır.
Şimdilik nüans gibi gözükebilir ama, anlaşılan odur. İslâmi bir hayat tarzının egemen kılınmasından ziyade “güçlü hale gelmek”tir. Şüphesiz bu iki amacın kategorik olarak birbirleriyle çelişmesi söz konusu değildir ama, eğer belli bir durumda biri lehine öbüründen taviz verilecekse, tercih “güçlü olmak”tan yana yapılacak demektir.
“Güçlü olmak” ne demektir? Kestirme bir ifadeyle bu İslâm dünyasını Batı-Hıristiyan âlemi karşısında yenik duruma düşüren ne varsa onları en az “Batı”lılar düzeyinde temellük edebilmiş olmak demektir. İslâmın son yüzyılında Cemaleddin Efgani’nin, daha sonra Said-i Nursi’nin savunduğu yaklaşımın “geliştirilmiş” devamıdır bu. Nurcu gelenekten yetişme Fethullah Hoca ve çevresi, Said-i Nursi’nin yalnızca maddi olarak nitelediği bilim, fen, endüstri bahsinde “Batı”yı örnek almaktan kaçınmamayı, bundan dolayı duyulacak kompleksi bastırmayı önemle tavsiye eden “modernist” yaklaşımını kritik bir adım daha atarak “geliştirmiş”lerdir.
O kritik adımın nasıl bir şey olduğunu az sonra görmeye çalışacağız. Ancak hemen belirtelim ki, bu noktaya kadar söylenenler RP’ye hiç de yabancı görüşler değildir. RP’de Müslüman kitleye sadece İslâmi bir hayat tarzı değil, “İslâm âleminin lideri”, hattâ “Batı”ya meydan okuyan bir “güçlü Türkiye” hayali sunuyor, 1970’lerden beri alamet-i farikası olan “ağır sanayi hamlesi” eksenli programıyla “güçlü olma” ihtiyacını ne denli önemsediğini ve bu ihtiyaca nasıl cevap verdiğini de belirtmiş oluyordu.
Fethullah Hoca çevresi ise “güçlü olma” sorununu, RP’nin vurguladığı “altyapı”nın varlığını inkâr etmeksizin bir “kadro sorunu” olarak görmektedir ilkin. Toplumun her tür güç kullanan ve somut iş, ürün ortaya koyan tüm faaliyet alanlarında en üst ve rafine bilgiyi, beceriyi kullanan, o faaliyet alanlarını yönetecek ve yönlendirecek olan elit bir kadronun teşekkülüne, “ağır sanayi tesisleri”nden çok daha önemli ve öncelikli bir değer vermektedirler. Devletin ve toplumun sinir merkezlerini, hayatî faaliyetlerini, kısaca en genel anlamıyla yönetim ve yönlendirme ağını oluşturacak gayet seçkin bir kadroyu yetiştirmek, onların nezdinde iktidarı elde etmenin öncesinde kesinlikle tamamlanmış olması gereken bir etap, iktidar olmanın önkoşuludur. Hattâ bu koşul henüz gerçekleşmemişken iktidarı elde etmeye kalkışmanın vahim bir yanılgı olduğunu düşündüklerini dahi söyleyebiliriz.
Fethullah Hoca’nın şu aşağıdaki sözleri bu açıdan gayet ilginçtir: “Devleti değiştirmek isteyenlere dedik ki: Alternatif devletiniz var mı? Devlet istikrarsızlık yaşayacaksa alternatifinizi hazırlamadan devleti yıkmayın.” (Sabah, 26.1.1995)
“Alternatif devlet”... Bu deyim laf olsun diye kullanılmamaktadır. Fethullah Hoca ve çevresinin gözünde RP’nin ne “alternatif bir devlet” tasarımı vardır, ne de o alternatifin –hemen devreye girecek kadar– “önceden hazırlanmış olması” fikrini “anlaması” mümkündür. RP, mevcut devleti “yıkmasa” bile –ki laik etiketinin yerine İslâm etiketi koymakla o da karşıtları da devletin yıkılmış olacağını kabul etmektedirler– onu hemen hemen olduğu gibi, yani bir güç aygıtı olarak kullanabileceğini düşünmektedir.
Oysa “alternatif devlet”ten kasıt bu değildir. RP iktidar olsa, devlete bütünüyle egemen hale gelebilse dahi mevcut yaklaşımı ve dayandığı toplumsal kesimlerin özelliği nedeniyle “güçlü olmak için” asıl yapılması gereken”i yapamayacaktır. Çünkü o kendisini iktidara taşıyan hareketi veri alacak ve devleti, o hareketin isterleri ve gücü oranında yeniden tanzim edecektir. Bu düzenlemede ise –yaşadığımız çağın “güçlülük” normlarından ziyade- İslâmi inanç, sadakat vb. siyasal ve ahlâki ölçütler rol oynayacaktır.
Yapılması gereken ise tam aksine hem devleti, hem de onun –İslâm– toplumunu çağın güçlülük normlarına göre düzenlenmiş bir hiyerarşik düzenlemeye tâbi kılmak, insanların iman takva esasına göre değil, bulunduğu alanın gerektirdiği bilgi, beceri ve yeteneklere sahip oluş derecelerine göre “mertebe”lere yerleştirerek “etkinliğin” ibadet derecesinde kutsandığı bir “yapı” kurmaktır. RP son analizde bir “kitle” hareketine dayandığı, avamın karmakarışık tahayyülünü siyasete taşıdığı için, az önce özetlenen havasi -seçkinci- yaklaşımı istese de benimseyemez.
Fethullah Hoca ve çevresinin niçin tüm imkânlarını hemen hemen topyekûn biçimde “eğitim”e seferber edip, o devasa organizasyonu oluşturduklarını ve bunu daha da genişletmeye uğraştıklarını açıklayabilir bu söylenenler. Bu eğitim kurumlarında, aynı eğitim faaliyetini “hayır” için yapan öteki cemaatlerin daha ziyade yoksul kesimlerin çocuklarına bir imkân hazırlama gayesini gütmelerine karşılık, Fethullah Hoca çevresi okullarının gayet sıkı bir yetenek testi eleğinden geçirilmiş gençleri okullarına kabul ettikleri hususuna da ışık tutar bunlar. O okullarda ve gayet yaygın üniversite ve özel okul hazırlık kurslarında öğrencilerin “sosyal bilim” alanlarına değil –tek istisnası “mülkiye”dir– fen bilimlerine, tercihan da çağdaş endüstrinin en ileri ve uç alanı sayılan elektronik mühendisliğine yönlendirildiklerinin de “sırrına” böylece vâkıf olabiliriz. Geleceğin “seçkinleri”nin bu formasyondan geçmiş olanlardan çıkacağı verisinden hareket edilmektedir çünkü. Sosyal bilimlere, örneğin sosyoloji, etnoloji, filoloji, psikoloji gibi alanlara itibar edilmemesinin nedeni ise iki açıdan yorumlanabilir. Birincisi siyaset için de arka plan olarak görülen bu disiplinlerin, söz konusu çevrenin zihninde siyasetin yerine pekâlâ ikâme edilecek olan sosyal mühendislik yaklaşımı açısından pek bir değerinin olmamasıdır. İkincisi ise güce, güçlü olmaya, bilim ve teknik uğraşına bu dünyevi etkinliklere adanmış “zahiri” hayatın gerilimini dengeleyen tarikat ritüelleri ile yaşanacak deruni –tasavvufi– hayatın o disiplinleri zaten gereksiz kıldığı düşüncesidir.
1980’lerde Batı dünyasında ortaya çıkan yeni sağ akımın sosyo-politik vargılarını çok güçlü biçimde çağrıştıran bir yaklaşımdır bu. Batı’da bile henüz geniş çaplı sistematik bir uygulama alanı bulamamış bu görüşler kimilerine göre örneğin Japonya’nın Batı’ya yetişip geçmesinin de “sırrını” vermektedir. Fethullah Hoca çevresi Arnavutluk’tan Malezya’ya uzanan Kuzey İslâm coğrafyasında, sırasıyla Avrupa, Rusya, Çin ve Japonya gibi yeryüzünün “en güçlüleri” ve en güçlü adayları ile komşu İslâm ülkelerinde bu “en güçlü” kavgasının belirleyici silahlarıyla donanmış bir kadroyu tek kaynaktan yetiştirerek, sadece Türkiye ile sınırlı olmayan ve şimdilik sürreel görünen bir “dava”nın köşe taşlarını yerleştirmeye uğraşır gözükmektedir. Batı gücünü “zillet”le yaşamış, “en güçlü”lükten bu duruma düşmüş olmanın kahrıyla derin bir güçlülük özlemini yüreğinin en derininde duyagelmiş Türkiye’deki İslâmi hareketin, bu derindeki özlemini kıpırdatan tahayyülün bizzat o psikoloji nedeniyle şimdilik sürreel bir ütopya gibi görünmesi mahzûr değil, aksine kamçılayıcıdır. Bu ütopyaya tarikat geleneğinin deruni zenginliğe vurgulu mirasını taşıyan Fethullah Hoca’nın, bizzat kendi kişiliğinde temsil ettiği üzre sırrını yüreğinde taşımanın verdiği rahatlıkla zahirde alabildiğine iddiasız görünmeyi, RP’den de gelse olmadık hakaretleri “hakir bir kul” olarak kolaylıkla sineye çekebileceği unutulmamalıdır. Adlarından bunca söz edildiği bir dönemde Hoca’nın dışında hemen hiçbir “Fethullahçı”nın sahne önüne çıkmaya çalışmaması da bu yüzdendir.
Açıkça görülebileceği üzre postmodern bir dinî hareket türü ile karşı karşıyayız. Türk milliyetçiliğinin, geleneksel siyasal İslâmın, tasavvufi tarikatlerin batınî yordamının, neo-liberal tezlerin, İkinci Sanayi Devrimi verilerinin elitist bir güçlü devlet/toplum projesi kanavasında biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş bir yaklaşımın cisimleşmiş halidir “Fethullah Hoca Cemaati.”
Tüm postmodern “yaratı”larda olduğu gibi burada da, kanavayı meydana getiren elemanların her biri kendi tarihsel bağlamlarından, orijinal düşünce ortamlarından alınıp, kanavanın asıl mesajının yüklediği bir anlam ve işleve büründürülmüştür.
RP modernist bir harekettir. İstediği kadar “Şeriat”tan söz etsin devlet ve toplum derken aslî içeriğini modernizmle kazanan ve gerçekte onun icadı olan kavram ve kurumlarla düşünmekte ve başka türlüsü olmazmış gibi gördüğü tüm ölçütler modernizmin silinmez damgasını taşımaktadır. “Siyasal İslâm”ın modernizme tepkiden başlayan tarihi, yüzyılı aşkın bir sürenin sonunda böylece modernizmin içselleştirilmesi ile sonuçlanmıştır.
“Fethullah Hoca cemaati” olgusu, İslâmi hareketin o içselleştirmeyi daha “postmodern çağ”ın başlangıç aşamasında yapabildiğinin kanıtı, örneğidir. Hâlâ Batı’dan “işareti verilen” çağlarla aradaki mesafenin kapandığını, İslâmi hareketin çağıyla senkronize olduğunu gösteriyor bu. Cemaatin bilim, teknoloji ve güç mitleriyle bezeyip “sessiz ve derinden” hazırladığı “alternatif devlet”i bu rezonansın nerede ve hangi siyasal niteliğiyle kurulduğunu ifşa etmektedir. Fethullah Hoca ve cemaatinin dilinden düşmeyen o “devlet”e saygı sözlerinin aslî (deruni) anlamı bu “alternatif devlet”e “hafi” bir gönderme yapıyor olmasındadır; zahiri anlamı –ya da pratik gerekçesi ise– o alternatif hazırlanıncaya kadar mevcut devletin “huzur”u sağlayarak yerine getireceği şemsiye işlevine duyulan ihtiyaçtandır.
Alternatif devlet henüz hazır olmadığından, şimdi işlevini sürdüremez hale gelmiş mevcut “şemsiye” cemaati şüphesiz fazlasıyla huzursuz etmektedir. Bu şemsiyenin bu haliyle RP’nin eline verilmesi büsbütün parçalanması tehlikesini azami ölçüde arttıracağından karar noktasında “cemaat” tereddütsüz şemsiyenin halihazır taşıyıcılarının yanında yer alacaktır.
Vakit erişinceye kadar da aslî tavır bu olacaktır.
O vakit geldiğinde başka bir alternatif oluşturulmuş olacak mıdır? Bizim sorunumuz da budur.