31 Mart yerel seçimlerinin ortaya çıkardığı bir dizi sonucu tartışmak Kürtler için hassaten önemli. Sadece kaybedilen kaleler ve kazanılan yerlerdeki bariz oy kayıplarını değil, Kürtleri olmasa bile Kürt siyasetini inkâra dayanan utangaç seçim ittifakını bila şart sineye çeken seçim stratejisini tartışmak gerekiyor. Hele üzerinde müzakere edilip, mutabakata bağlanmış bir siyasi program olmadan Kürtleri, İstanbul’da Kemalist milliyetçiliğe, Ankara’da ise ülkücü milliyetçiliğe mahkûm etme stratejisi daha uzun süre tartışılacaktır şüphesiz. Fakat bu yazının esas amacı seçim sonuçlarını tartışmaktan ziyade Kürt siyasetinin yakın geçmişine ayna tutarak, (iyisiyle kötüsüyle) bugünkü seçim sonuçlarının, mazinin bir bakiyesi olduğunu ileri sürmek olacaktır.
Kürtlere yaslanabileceği ilk modern duvar inşa eden Ehmedê Xani’nin, çokça bilinen eserinde Şûre hunera me betê danin / Qedrê qelema me bête zanin[1] dizelerini bir tür mücadele dikotomisi olarak da okuyabiliriz şüphesiz. Büyük ustanın ilk dizesinde bahsettiği kılıcın, yani şiddetin Kürtlerin gündelik yaşamlarındaki dominant rolü yeterince biliniyor bugün. Şiddetin Kürt siyasetinde oynadığı kurucu rolü daha iyi anlayabilmek için, Marksizm kuramındaki bir sistemik inşayı misal gösterebiliriz. Marksist siyaset kuramında altyapı olarak iktisadın, siyaset karşısında merkezî rol oynayarak başka üstyapı kurumlarını olduğu gibi siyaset kurumunu da tayin edici özgül bir ağırlığa sahip olduğunu biliyoruz.[2] Kürt mücadelesinin tarihinde şiddetin oynadığı merkezî rol, Marksist kuramdaki iktisadın oynadığı belirleyici rolü akla getirir. Bu minvalde ne yazık ki şiddetsizliği içeren bir özgürlük siyasetinin Kürt tarihinde esamesinin bile okunmadığı bir vakıa. Hatta şiddete karşı, siyasetin özerkliğini savunacak bir toplumsal teoriye rastlamak dahi kolay değil. Buna rağmen yakın tarih açısından Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki “artık silahlı mücadele devri kapandı” mesajı aslında Xani’nin ikinci dizesinin bir prelüdü mahiyetindeydi. Öcalan’ın bir yerde Xani’nin dizelerini tersine çevirerek “Mümkünse Hünerli Kalem Ortaya Serilsin ve Mümkünse Kalemin Kıymeti Bilinsin” diyerek HDP projesini ortaya atması bu nedenle Kürt tarihi açısından kritik bir andı her şeyden evvel.
Seçim sürecini atlattığımız bu dönemde HDP’yi tartışmak önemli, zira bu tartışmadan murat, kalemin hünerinin daha fazla ortaya serilmesine vesile olmak. Ne var ki HDP tartışmasının çoğu zaman şahıslar, güncel politik söylemler, tasfiye, ayak kaydırma ve benzeri örgütsel sorunlar üzerinden yapılması talihsizlik. Daha büyük talihsizlik ise bu tartışmanın Kürtler ile Türk(iye) solu üzerinden kategorik ayrımlar üzerinden yürü(tül)mesi. Buralarda da örgütsel dizilişten kaynaklanan bir dizi problem olmakla birlikte öyle görünüyor ki bunlar tali meseleler. Tali meselelere odaklanmanın riski, içsel kavgalara gömülüp boğulmaktır çoğu zaman. Bu tartışmayı yürütmenin diğer bir güçlüğü ise hususen şu sıralar, “Kürt olan her şeyi etkisiz hale getirme meraklısı” bir totaliter devlet huşunetinin varlığı. Bu sebeple bu yazı onlarca yöneticisi ve yüzlerce üyesi tutuklu olan bir parti gerçeği akıl tutularak okunmalıdır. Tüm bunlarla birlikte HDP’nin ideolojik, sınıfsal ve politik düzlemde bir dizi problemle kuşatılmış olduğu ortada. Aşağıda genişçe anlatılacağı üzere bu yazının konusu organik ideolojisi, örgütlenme sosyolojisi ve temsilî siyaset meselelerinde partinin giderek kronikleşmeye başlayan bir dizi problemle karşı karşıya kaldığı tezini ileri sürmek olacaktır.
Radikal demokrasinin patinajı
Partinin fabrika ayarlarının “Radikal Demokrasi” teorisi uyarınca inşa edildiği bilinen bir durum, bu ayarları kurcalamak mühim bu sebeple. Öncelikle “Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru” lejandıyla kaleme alınan Hegemonya ve Sosyalist Strateji üzerinden yaklaşık kırk yıl geçtiğinin altını çizmek gerekir. Bu uzun sürenin teoriye yeterli sınama imkânı sunacağı açık. Bu sebeple radikal demokrasi savunucularının, üzerinde mücadele ettikleri zeminin etüdünü yaparak başlayabiliriz tartışmaya. Keynesçi refah devletinin, çoğulcu, liberal Avrupa demokrasilerinin hükümferma olduğu bir siyasal-toplumsal zeminden hareket eden Radikal Demokrasi savunucularının neredeyse biricik muhatabı öyle ya da böyle demokratik rejimler. Anılan rejimlerin tedrici dönüşümünü esas alan bir tür demokrasinin demokratikleştirilmesi gayesi, kuramın en belirgin stratejisi. Nitekim yazarlar, solun görevi liberal-demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir[3] diyerek işe başlar.
Yazarların hiyerarşik bir toplumun yeniden kurulması tasarısı karşısında solun önüne radikal demokrasi hedefi koyduklarını görüyoruz. Hiyerarşik bir toplum değil de yarı faşizan unsurların mobilize ettiği militarist bir toplum karşısında ne yapmalı sorusu ise yazarların neredeyse tamamen es geçtiği bir olasılık. Yazarların kitap boyunca totalitarizme ayırdıkları hacim dikkat çekici ölçüde azdır keza. “Anti Demokratik Saldırı” adı altındaki pasajda yazarların da kabul edeceği üzere hukukun, toplumsal bölünmenin ve bilginin iptal edildiği, yani yöneticinin, halkın biyolojik varlığıyla özdeş görüldüğü totaliter rejimde demokrasinin de iptal edileceği herhalde tartışmasız. O halde soru/n tam da şudur: “Demokrasiye el koymayla işe başlayan bir rejim olarak totalitarizmin iş başında olduğu bir yönetimde “demokrasinin demokratikleştirilmesinin” bir anlamı var mı? Bu noktada Agamben’in totalitarizm konusundaki tespitlerine de bakmamız gerekebilir. Ona göre (Avrupa’daki) demokratik rejimler belirli koşulların gerçekleşmesi halinde demokrasiden totalitarizme kolayca bir salınım içine girebilirler. Eğer yaşadığımız süreç böyle bir tersine çevrilme süreci ise bu durumda bizi bekleyen mücadele ethosu nedir? Diğer bir deyişle Demokratik rejimlerle mücadele için öngörülen radikal demokrasi stratejisi aynı mücadeleyi salınımın sonunda totaliter rejime dönüşen yeni rejimlere karşı da verebilecek mi? Demokratik rejimlere karşı kurgulanan ve soft ağlarla işleyen örgütlenme stratejisi rejim totaliter bir evrene girdiğinde yine işleyecek mi? Laclau ve Mouffe’Un bu konuda kalemlerinin tutuk olması dikkat çekici olsa da benzer bir soruyu M. Bookchin’in Komünalizm teorisi için de sorabiliriz. Esasen Bookchin, yerelde kurulacak komünlerin bir noktadan sonra ulus-devletin kimi yetkilerini üstleneceği için eninde sonunda ulus-devletle cepheden karşı karşıya geleceğinin bütünüyle farkındadır. Fakat ulus-devletin bütün unsurlarıyla yeni hegemonyayı temsil eden komünalist hegemonyanın üzerine gelip, ona hayat hakkı tanımadığında ne olacak sorusuna Bookchin de Radikal Demokrasi teorisyenleri gibi kaçamak cevaplar vermekten öteye gitmez. Özetle bazı yazarların tartıştığı üzere İsveç gibi çoğulcu demokrasinin beşiği olan liberal demokrasilerde patlak veren Husby isyanı gibi durumlarda bile radikal demokrasi teorisinin rüştünü kanıtlayamadığına bakılırsa[4] totaliter rejimlerde radikal demokrasinin işlevsel olabileceğini beklemek kuramsal açıdan fazlaca iyi niyetli bir yaklaşım gibi duruyor. Haliyle tartışmanın bu boyutu sadece HDP’yi değil bahse konu kuramları da öncelikle ilgilendiren bir durum. Totaliter rejim karşısında HDP projesinin tutukluk yapmasını bu sebeple sadece partinin yapısı ile açıklayamayız. HDP’nin kuruluş gerekçesi içinde demokrasinin savunulmasını da barındıran “demokrasinin radikalleştirilmesi”ydi bir bakıma. Yani bütün eksiklerine rağmen kısmen de olsa demokratik bir rejim varsayılarak ortaya atılmıştı proje. Ne var ki süreç tersine dönmüş durumda, diğer bir deyişle muhtevasında yarı faşizm unsurlarının işbaşında olduğu totaliter bir rejimde parti, hangi araçlarla, nasıl bir muhalefet örgütleyecek? HDP’nin talihsizliği radikal demokrasi teorisyenlerinin bu olasılıkları neredeyse tamamen göz ardı etmesiyse, tek şansı Kürt siyasetinin bu tarz aşırı rejimlerle mücadele geçmişleriyle eskiden beri çokça sınanması, yani tecrübesi. Buna ilaveten HDP, her ne kadar sınıflar-arası ittifak görünümüne sahipse de partiyi modere eden kesim çoğunlukla orta sınıf. Hal böyle olunca orta sınıf moderasyonunda bir parti, müzakereci meclis siyaseti takip ederek totaliter rejime nasıl karşı koyabilecek?
Hegemonya-karşı hegemonya
Mücadelenin temel niteliğinin yeni bir hegemonya kurulmasından geçtiğine inanan Radikal Demokrasi teorisyenleri, karşı hegemonyanın kavramsal cephaneliğini Gramsci’den ödünç alır çoğunlukla.[5] HDP’nin de parti programı ortaya konulduğunda ülkedeki ezilenlerin demokratik platformu olma iddiasının yaslandığı örgütsel lojistiği buralarda bulabiliriz. Gerçekten de partinin, kuruluş sürecinden 7 Haziran sürecine kadar milliyetçi, İslâmcı, otoriter hegemonyaya karşı çoğulcu, demokratik ve güleryüzlü bir siyasi anlayışla farkını ortaya koyduğu görüldü. Her ne kadar içinde negatif siyasetin unsurlarını barındırsa da HDP’nin temsil ettiği karşı hegemonya “iyi yaşam” perspektifine dayanan sivil, barışçı ve demokratik bir ilkeler bütünüydü. Bu şekilde parti kitlelere ahlâki ve entelektüel önderlik yaparak umut verdi. Aslında 1 Kasım sürecine doğru level atlayan milliyetçi, İslâmcı militarist hegemonyanın korku toplumuna karşı, HDP’nin karşı hegemonya formasyonunu iki sözcükle açıklamak mümkündü: “umut ilkesi”. Umut ilkesiyle içi örülmüş bir demokratik hegemonya pratiğinin, muhafazakâr-militarist hegemonyayı ilk kez geriletme başarısı göstermesi parti için bir tür sonun başlangıcı olması ayrıca hazindi.
İktidar elitleri Dolmabahçe görüşmesinden hemen sonra barış sürecini kestirip attığında ve “HDP bundan sonra artık sürecin filmini çeker” dediğinde parti, uzun süre bunun ne anlama geldiğini idrak etmekte zorlandı. Bütün devlet bürokrasisinin muhafazakâr-faşizan yeni bir hegemonya temelinde güç birliği yaparak tarihsel Kürt karşıtı koalisyonu oluşturduğunu görüp karşı hegemonyanın ilkelerini buna göre yeniden oluşturmak yerine bunu yalnızca Erdoğan’ın şahsi ikbalini güvence arayışı olarak yorumladı. 7 Haziran sonrası adım adım örülen, içi militarist-yeni faşizm unsurlarıyla muhkemleştirilmiş muhafazakâr-faşizan hegemonyaya karşı barış döneminin hegemonyasında diretmenin objektif koşullarının kalmadığını göremedi. Parti alternatif bir karşı hegemonya formasyonu ortaya koymak yerine ideolojik olarak içe kapanmacı, örgütsel olarak ise kendi organik cemaatini yeniden keşfeden stabil bir üslup tutturdu. Karşı hegemonya kuramadığı ölçüde muhafazakâr-faşizan hegemonyanın kendini kitleselleştirme girişimlerine hem seyirci kaldı hem de sürüklenmek suretiyle buna katkıda bulundu. En önemlisi de bu süreçlere denk gelen özerklik ilanları sürecinde proaktif bir rol oynamaktan aciz kaldı. Ne devletin aşırı şiddet uygulamalarına karşı koyabildi ne de kendi kitlesinin taleplerine sahip çıkabildi. Ne doğru dürüst özerklik ilanlarına sahip çıkabildi ne de bu ilanlara karşı durabildi. Bir taraftan özerklik ilan eden kesimleri sahiplenme görüntüsü verirken öbür yandan bu kesimlerin direnişi üzerinden “biz barış yapılabilecek son kuşağız” diyerek devlete uzlaşma mesajı veriyordu. Böylece partinin insanlara umut veren demokratik hegemonya formasyonu bu süreçte büyük yara aldı.
Hususen 15 Temmuz sürecinden sonra devletin girdiği yeni totaliter ruhu analiz edip karşı hamlelerde bulunma konusunda da geç kaldı. Alt-orta sınıfların ve dahi burjuvazinin militarizmin ideolojik egemenliğinin altına ağır çekim girdiğini göremedi. Devletin içine girdiği organik krizi, organik lider stratejisiyle aştığı süreçlerde parti, yeni Türkiye’yi eski Türkiye’nin kodlarıyla analiz etmeye devam etti. Daha vahimi ise devletin içine girdiği organik krizi aşmak için Kürtlerin kurumlarına yöneleceğini öngörememesiydi. Darbe mekaniği uyarılarını hafife aldığı gibi, peşinden gelen kolektif ceza arzusunun Kürtlerin bütün kazanımlarını silip süpüreceğini de hesap edemedi. Rejim değişikliğinin tahkim edildiği ve yasalaştığı süreçlerde CHP’nin açtığı yoldan giderek temsilî demokrasiyi, bir kurtuluş vesikası olarak sunması ayrıca manidardı. Parti, bu manada doğrudan demokrasiyi alternatifleştirmek yerine uzun bir süre mesaisini 1878’ten bu güne bütün sorunların kaynağı olan, Türkiye tarihindeki temsilî demokrasinin geri getirilmesini harcamakla geçirmesi sürüklenmenin diğer bir yüzü olarak kayda geçti.
Mamafih parti, 7 Haziran’a kadar kendi hegemonya formasyonunu biraz da Frankfurt okulunun restorasyoncu aklını ima eden “iyi yaşam” perspektifiyle ülkenin gündemini domine edebildi. Çözüm sürecinin bütün iyimserliği içinde “iyi yaşam” demek demokrasi ve barış için müzakere süreci demekti. Ne var ki ülkenin içine girdiği totaliter rejime karşı “iyi yaşamı” savunmanın zemini kalmamış durumda. Zira anılan rejim “iyi yaşam”ı imkânsız kıldığı gibi, etkisiz hale getirmeyi bir rejim tekniği haline getirerek “yaşam”ı bile şarta bağlayan bir biyopolitika yürütüyor. Bu durumda eğer yeni bir hegemonik formasyon düşünülecekse bunun demokrasinin derinleştirmeyi esas alan, “bir oy”un her şeyi değiştireceği şeklindeki “iyi yaşam” felsefesiyle yürüyemeyeceği açıktı. Keza “bir oy”un değil, 6 milyon “oy”un bile Kürtler söz konusu olduğunda pek bir şeyi değiştirmediği acı ile tecrübe edildi. Kropotkin’in başka vesileyle altını çizdiği üzere yeni rejimin örgütlenme, seçim, basın, ifade ve düşünce özgürlüğünü biçimsel kıldığı açık. Öyleyse bu tarz bir rejime karşı özgürlüğü odağa alacak yeni bir hegemonik formasyonun kurulmasının ihtiyacı ortada. Özgürlük meselesini kendi kendini belirleme, kendi yasasını koyabilme bağlamında Kantçı bir yorumla yeniden gündemleştirmek hayati bir mesele. Radikal demokrasi kadar belki de daha fazla radikal özgürlük teorilerini yeniden işbaşına çağırmak elzem bu süreçte.
Geldiğimiz noktada partinin, özerklik ilanları sürecinden bu yana giderek kan kaybettiği herhalde tartışmasız. Partinin, ülkedeki iktisadi krizi merkeze alan, totaliter rejimin beslendiği neoliberal düzene ikna edici bir karşı reçete öneremediği gibi, bu totaliter evrenden çıkış için seçim süreci boyunca Kemalist milliyetçiliğin liberal şubelerini bir umut olarak pompalaması dikkat çekiciydi. Kürt meselesini bile henüz tam anlamıyla kabul edememiş Kemalist koalisyonla hiçbir mutabakat yapılmadan zımni ittifak görünümü altında bir iltihak görüntüsü vermenin Kürt inkârı üzerine temellenen müesses nizamı nasıl gerileteceği tam bir muamma. Öte taraftan parti, karşı demokratik hegemonya kuramadığı için de bütün siyasi faaliyetlerini meclis içi faaliyetlere hasreden bir popülist aktivizmine sarılmış durumda. Ne var ki meclisin artık köyün ihtiyar heyeti kadar bir fonksiyonun kalmadığı ortada. Soru önergesi, grup konuşması, meclis araştırması benzeri meclis siyasetiyle artık yürünecek pek bir yol kalmadığı açık ve artık bu yoldaki ısrarın kurulan rejimin meşruiyetini sağlama dışında pek bir işlevinin olmadığı görülmeli. Karşı hegemonya formasyonu ortaya konulamadığı sürece yaşanan politik savrulmalar kitlelerde belli bir yılgınlığa sebebiyet verebiliyor. Ki önemli bir Kürt kitlesinin sandığa gitmemesi kadar daha önce partinin yed’inde olduğu halde bu seçimde kazanılamamış yarıya yakın belediye de bunun kanıtı. Ezcümle yerel seçim sürecinde büyükşehirlerdeki Kürt kitlesinin, ortada ilkesel bir mutabakat bile olmaksızın, üzerine Kürt kanı sıçramış sistem partilerinin yedek lastiği haline getirmenin yaşanılan hegemonya bunalımı ile alakası ortada. Yanı sıra milletvekili olan Leyla Güven’in beş ayı aşan bir süre açlık grevindeyken partinin bu konuda atıl kalmasını, mahpusların kendilerini feda eden eylemleri konusunda partinin ve kitlelerin neredeyse ses çıkarmamasını da bu minvalde zikredebiliriz.
Sınıf meselesi
HDP’nin organik ideolojisi, her grubun taleplerinin diğer gruplarınkilerle eşdeğerliksel olarak eklemlendiği -Marx’ın deyişiyle “her birinin özgür gelişiminin, hepsinin özgür gelişiminin koşulu olacağı- bir tarzda, farklı grupların kimliklerini değiştiren yeni bir “ortak duyu”nun yaratılması[6] temelinde inşa edilmişti. Buna rağmen partinin kabaca şehrin varoluşlarında veya kırsaldaki köylerde ezilen kitleler ile şehrin gelirleri nispeten stabil orta sınıflarının oluşturduğu bir ittifaka yaslandığı ileri sürülebilir. Esasen sınıflar arası ittifakı sağlayan nosyon egemen karşıt hegemonyaya karşı mücadele pratiğidir büyük oranda. Bu da sınıfsal konumlara tam olarak indirgenemeyecek olan bir eşdeğerlilik ilişkisi ile sağlanmış gözüküyor.
Ulusal ve sınıfsal ezilmişliğin iç içe geçtiği toplumların analizi için sınıf meselesinde Marx kadar Fanon’u da dikkate almak gerekebilir, hatta ulusal talepler ile sınıfsal taleplerin iç içe geçtiği kompleks durumlarda Fanon’a kulak kesilmek daha işlevsel bile olabilir. Bu meyanda Yeryüzünün Lanetlileri’nin dikkatli bir okuması bize, Fanon’un esas lanetlenmiş kitle olarak köylüleri işaret ettiğini gösterir. Ki Marx’ın 18. Brumaire’de Fransız köylüleri için sınıfsal-bilinç-temsil açısından kullandığı “patates çuvalı” metaforu ile Fanon’un sömürge ülkelerdeki köylüleri devrimci olarak resmetmesi arasındaki yaklaşım farkı tartışma götürmez cinsten. Fanonist literatürde köylüler sadece sömürgeci sistemin değil, şehrin de lanetine uğradığı için duble lanetlenen kesimdir. Bu sebeple ona göre sömürge ülkelerde eğer devrimcilerden bahsedilecekse, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığı, fakat kazanacak çok şeyi olduğu için, köylülerdir devrimciler.[7] Öyle ki şehirdeki orta sınıflar ulusal mücadele esnasında umutsuzluğa kapıldığında bile Fanon, köylülerin mücadele azimlerinin bu orta sınıfı bir tür şarj etme görevini üstleneceğini düşünür. Bu sebeple Fanonist sömürgesizleştirme mücadelesinde orta sınıf, sömürgeci sistemle dostça anlaşma taraftarı[8] olduğu için direnişin merkez üssü değil, sürekli markaj altında tutulması gerekli bir kaygan zemin olarak tasvir edilir. Bu sebeple mücadeleyi kimin regüle ettiği meselesi tam da Fanon’un bize hatırlattığı üzere yabana atılamaz. Kürdistan Devriminin Yolu’na, Mazlum Doğan’ın “Asgari Devrim Teorisi”ne ve dahi Fanon’a bakılırsa bu tarz mücadelelerin burjuvaziye ve alt-orta sınıfa bırakılamayacak kadar mühim görüldüğü açık.
HDP söz konusu olduğunda partiyi domine edenlerin veya karar süreçlerinin orta sınıf ve onunla uzlaşma halindeki kimlik aristokrasisinin tekelinde olduğu açık. Hususen belli aristokrat ailelerin ve belli orta sınıf ya da siyasi elit tekelleşmelerinin egemenliğinde kurulan bir “kimlik aristokrasisi” partinin karar alma süreçlerini her daim etkileyebilme kapasitesine sahip. Parti, şimdiye dek orta sınıf eksenli mücadelesiyle bir reform partisi görünümü verdi çoğunlukla. Sömürünün, sömürgeciliğin, ezilen olgusunun merkezî unsur olması gerekirken bunun yerine sıkça mağduriyet ve mağduriyetin giderilmesi bağlamında onarıcı adalete kurucu unsur olarak atıf yapılması restorasyoncu aklın partiye egemen olduğunu gösteriyor. Referandum ve totaliter rejim inşası sürecinde parti, sık sık parlamenter rejimin geri getirilmesinden bahsederek bir restorasyon partisi görünümü verdi. Ne var ki bilhassa totaliter rejim bahsinde işlendiği üzere, totalitarizmin reforma uğratılamayacağı gerçeğiyle bir türlü yüzleşemedi. Fakat sorun şu ki, totaliter rejimle mücadeleyi orta sınıfa yüklemenin, orta sınıfı odak yapan bir mukavemet örgütlemesi inşa etmenin ne tarihsel ne de ideolojik bir karşılığı var. Zaten bahse konu orta sınıf kesimler sosyalizme bir tür memur ideolojisi anlamını yüklemiş görünüyor. Bütün bu sorunlar sebebiyle parti, bir dönem tüm ihtişamıyla bihakkın yerine getirdiği toplumsal değişimin faili olma pozisyonunu CHP’ye devretmiş bulunuyor.
Öte taraftan Kürt hareketinin bu tarz rejimlerle mücadele deneyimi olduğu da açık. HEP-DEP geleneğinin inkârcı müesses nizamı krize sokan mücadele dinamizmi hâlâ akıllarda. Fakat HEP-DEP dinamiğinin köyleri yakıldığı için kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanların, yani Fanon’un bahsettiği devrimci unsurların baskın olduğu bir mobilizasyon olduğu hatırlanmalı. Oysa partinin karar süreçlerinde yer alıp mobilizasyon sağlayanların önemli bir kesiminin kaybedecek şeyleri olan orta sınıfa mensubiyetleri ortada. Partinin içine girdiği örgütsel patinajın arka planında yatan unsurlarından en önemlisi bu sebeple sınıfsal. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların karar alma süreçlerinde neredeyse hiçbir etkisi yok, bu kişilere genellikle biçilen rol ya oy deposu ya da potansiyel miting kitlesi.
Son olarak Kürt orta sınıfları totaliter rejim inşası sürecinde bilinçli bir politika sonucunda açıkça mülksüzleştirildi. Mülksüzleştirilen orta sınıf organizasyonlarına yaslanan metropoldeki Kürt kitlesi bu sebeple siyasal öfkesini CHP’de biriktirerek iktidarı büyük bozguna uğrattı. Bu bağlamda HDP’nin batıda iktidara “kaybettirme” stratejisinin işlediğini kabul etsek bile, daha çok yoksulların ve Kürt ezilmişlerin bulunduğu Kürt coğrafyasındaki lokasyonlarda yaşanan bariz oy kaybına baktığımızda stratejinin ikinci ayağı olan “Kürdistan’da kazanma” stratejisinin başarıya ulaştığını söylemek zor görünüyor. Bu görüntünün bize anlattığı şey Kürt hareketinin giderek kentlileştiği ve kırsaldan uzaklaşma istidadı gösterdiğidir. Kentlileştikçe orta sınıf karakteri gösteren, kırsaldan uzaklaşıldıkça sınıfsal ve devrimci karakteri, statü talebine meraklı bir aktivizme dönüşen bir realiteyle karşı karşıyayız. Son olarak parti Kürdistan’daki seçimler için “Ya Me Ye” sloganı ile sahalara inmişti. Görünen o ki halkın önemli bir bölümü zaten önceki dönemlerde “Ya Me” olarak gördüğü kentlerdeki belediyecilik anlayışını tasvip etmiyor, bunu da ya sandığa gitmeyerek ya da diğer partilere yönelerek gösterdi.
Temsilin krizi
Temsil kavramının Aydınlanma’nın en krizli üretimlerinden biri olduğuna bugün herkes mutabık. Radikal demokrasi teorisyenlerine göre “temsil etme” denen şey, temsil edilenin doğasını değiştirdiğine göre, politika alanı artık “çıkarların temsil edilmesi” olarak görülemez.[9] Kaldı ki her temsil etme ilişkisinin fiktif bir kurguya dayandığı da açık. Fakat burada bizi bekleyen diğer sorun alanı, Aydınlanma’nın sosyalist geleneğinde ortaya çıkan temsil problemi. Zira temsilin sosyalist formunda karşımıza çıkan şey, yarı kutsallıkla bağlantılı olarak “kurtarıcı” figürü, yani sol Mesihçiliğin kitleler adına iyiyi ve doğruyu gösterme yeteneğine duyulan doktriner inanç. Marx’ın Fransız köylüleri için sarf ettiği “onlar kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar” sözünün sembolik ağırlığı ortada. Bu bağlamda HDP geleneğinin temsil mekanizmasının Leninizm’in “öncü güç” tasarımından mülhem olduğu açık. Proletaryaya yalnızca aydınlanmış bir elit öncü, sınıfın çıkarlarını en iyi bilenler öncülük eder fikri her şeyden önce pedagojik ve dolayısıyla hiyerarşik konumu sürekli yeniden üretmesi kaçınılmaz. Fakat ne olursa olsun Kropotkin’in bize hatırlattığı üzere temsilî yönetimin gerçek özgürlükleri elde etme noktasında bir engel olduğunu görmek gerekir.[10] Temsilî siyaset konusunda Gandi’nin de mütereddit olduğunu biliyoruz. Hiç kimse aynı anda iki ata binemez diyerek, seçilmek için hiçbir çaba gösterilmemesi ve nihayet seçilmek için hiç para harcanmaması koşuluyla kerhen de olsa parlamento seçimlerine ruhsat vermişti Gandi.[11]
HDP’nin yaslandığı gelenek için de asıl olanın doğrudan-yüz yüze demokrasi olduğu malum. Hareketin erken dönemlerine denk gelen bir stranda Şivan Perwer “parlamento, mala burjuva, stara bürokrasi; parlamentist, parêzkare emperyalist û xwinxwar”[12] diyerek temsilî yönetimi sertçe yermekteydi örneğin. Kürtler inkâr siyasetinin yakıcılığında gedikler açmak, görünür olmak, varlığını görüntüsüyle kanıtlamak ve de bu şekilde Kürt varlığını Türkiye’nin kamusal-hukuksal sistemine kabul ettirmek için öyle ya da böyle TİP geleneğinden bu yana temsilî demokrasi sistemine dahil olmak durumunda kaldı. DEP meclis geleneğinin, Kürtleri inkâr eden sistemi tuzla buz eden rolünün Kürtlerin gözünde meclis siyasetinin meşruiyetini önemli ölçüde arttırdığı sır değil. Kürt meselesinin ancak mecliste çözülebileceğine dair inancın temelleri bu dönemde atıldı yine. Devamında ise bağımsız adaylarla barajı bertaraf etme taktiği uygulanarak sistemin Kürt inkâr aklı felç edildi. Bu taktiğin tarihsel süreç içinde siyaseten doğru bir strateji olduğu açıktı. Fakat temsil siyasetinin giderek ulusal ve sınıfsal bağlamda “ontolojik güvence” politikasına evrilmesidir esas sorun. Öte yandan şehirlerin lanetlileri haline gelen Kürt yoksullarını, devrimci Kürt köylülerini neden sisteme bağlanmış, statü sahibi orta sınıflar temsil etsin ki, ya da bütün iyi niyetine rağmen gerçek anlamda edebilir mi?
Geldiğimiz aşamada temsilî siyasetin Kürt kimliğinin tanınması süreçlerindeki bütün faydalarına rağmen Kürtleri özgürleştirme noktasında patinaj gösterdiğini bugün artık kabul etmek gerek. Ki temsilî siyasetin sistem karşıtı hareketler için mutlak anlamda yozlaşma vesilesi olarak sisteme bağlılığı geliştirdiği bugün yoğun olarak tartışılan bir mesele.[13] Temsilî siyaset beraberinde karar süreçlerinin teknokratikleşmesini getirirken, siyaseti bürokratik bir meslek haline getirdiği ölçüde halkın katılımını imkânsız kıldığı gibi siyaseti halktan ve sokaktan alıp kulislere kapattığı için ret edilmelidir. Ezcümle temsil siyasetinin, sürekli yine yeniden kitleleri “kurtarıcı” beklemeye sevk edebileceği ölçüde doğrudan demokrasi felsefesinin altını oyduğunu görmeliyiz. Temsil meselesiyle bağlantılı bir konu ise partinin karar alma süreçlerinin otonom olup olmadığı meselesi. Öyle görünüyor ki parti kurulduğunda nispeten otonom olan organik yapısı giderek daha çok atanmışların müdahalesine açık hale gelmiş bulunuyor. “Temsilin temsilinin temsili” diyebileceğimiz bir hiyerarşik örgütlenmeyle partinin özerk yapısının büyüsünün bozulduğu ortada.
Hülasa
Hülasa değişik sebeplerden mütevellit, Kürt siyasetinin bir tür “fetret devrine” girme semptomları gösterdiği açık. 31 Mart seçimleri bu fetret halini daha görünür kılmakla kalmadı, bunun aşılması için ne tür değişimler yaşanması gerektiğini de gösterdi. Eğer iddia edildiği gibi bir tür fetret hali söz konusuysa objektif koşulların belirleyiciliği kadar, Kürt siyasetinin tercihlerinin de bundaki rolü görülmeli. Fakat yine de Kürt siyasetinin kendi yanlışlarından doğruları görebilme yeteneği gösterdiği pek çok kritik süreç de gördük, bu sebeple kötümserliği örgütlemenin bir anlamı yok. Eğer Xani’nin ikinci dizede bahsettiği hünerli kalem Kürt siyasetini domine edecekse ihtiyacımız olan şey birbirimizin kalemini kırmak değil, daha fazla özgürlük için kaleme mürekkep olmak.
* Leyla Güven’in talepleri İçin
[1] Mümkünse Hünerli Kılıcımız Ortaya Serilsin/Mümkünse Kalemimizin Kıymeti Bilinsin? Ehmede Xani, Mem u Zin, Avesta Yayınları, s. 152.
[2] Engels’in, J. Bloch’a yazdığı bir mektupta yerleşik hale gelen iktisadın biricik belirleyici öğe olması mevzusuna itiraz ettiğini belirtelim. Ona göre tarihte belirleyici öğe gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. K. Marx-F.Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, s. 101.
[3] E. Laclau ve C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim Yayınları, s. 270.
[4] Bu konuda zihin açıcı bir tartışma için bkz. http://www.yeryuzupostasi.org/2018/06/10/demokrasi-radikal-demokrasi-ve-anarsizm-bir-tartisma-wayne-price/
[5] Laclau ve Mouffe, a.g.e., s. 11, 24.
[6] Laclau ve Mouffe, a.g.e., s. 280.
[7] F. Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Sosyalist Yayınlar, , s. 48.
[8] Fanon, a.g.e., s. 96.
[9] Laclau ve Mouffe, a.g.e., s. 104.
[10] Pyotr Kropotkin, Bir İsyancının Sözleri, Ayrıntı Yayınları, s. 161, 159.
[11] Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İletişim Yayınları, s. 219.
[12] Şivan Perwer, Herne pêş albümü, 1977.
[13] J. Ranciere, Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?, Metis Yayınları.